Allahü teâlânın ni’metleri, dünyâda herkesedir
Allahü teâlânın feyzleri, ni’metleri, ihsânları, ya’nî iyilikleri, her ân, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmekdedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve selâmet ve dahâ her iyiliği fark gözetmeksizin göndermekdedir.
Fark, bunları kabûlde, alabilmekde ve ba’zılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, kullarına zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar) buyurulmuşdur.
Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şeklde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyâzlatır.
[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şeklde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaşdırır. Biberi kızartınca acılaşdırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşden değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden dahâ çok acıdığı için, dünyânın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cem’ıyyetin ve milletin her zemânda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyâda ve âhıretde râhat etmeleri ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitâb yazarak, bütün dünyâya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyyetin girmediği bir yer kalmamışdır. Demek ki, islâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmak mümkin değildir. İslâmiyyeti dünyâ işlerinden ayırmağa kalkışmak, islâmiyyeti ve müslimânları yeryüzünden kaldırmağa çalışmak demek olmaz mı?]
İnsanların, âhıretdeki ni’metlere nâil olmamaları, Ondan yüzçevirdikleri içindir. Yüzçeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüzçeviren birçok kimsenin, dünyâ ni’metleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermekdedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar hakîkatde azâb ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, istidrâc olarak, ya’nî Allahü teâlânın aldatarak, ni’met şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Mü’minûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, (Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların ni’met olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar) buyurdu. Kalbleri [gönülleri] Hak teâlâdan yüzçevirenlere verilen dünyâlıklar, hep harâblıkdır, felâketdir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.
[Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Elektriğin aküde, pilde bulunması gibidir. Rûh [can] ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup, küfr veyâ günâh yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfr ve günâh işlemesini istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını da verir. O hâlde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir. Kalbinin islâmiyyete uymayıp, nefsine uymasıdır.
Süâl: Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi. İyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bu dünyâda, her mahlûkda, herşeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahr, gadab sıfatı tecellî, zuhûr etmekdedir. Su, insanların, hayvanların ve nebâtâtın yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmakdadır. Soğuk su içen, hasta olmakdadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmakdadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı hâlde, yangına sebeb olmakda, insana çarpınca, hemen öldürmekdedir. Her ilâc, bir derde devâ olduğu hâlde, fazlası zararlı olmakdadır. Herşey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem fâideli, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevâbı kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice fâideler için yaratdı. Fekat, nefs, tegaddî ve tenâsül lezzetlerine doymaz. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse hâkim olup, zararlı arzûlarını önlemeleri için, akl da yaratdı.
Akl, insan dimâgı vâsıtası ile, his uzvlarından, şeytândan ve nefsden kalbe gelen arzûları inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvetdir. Ayırırken yanılmazsa (Akl-ı selîm) denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin fâideli, iyi ve hangi şeylerin zararlı, fenâ olduklarını ve nefsin bütün arzûlarının kötü olduğunu bildirdi. Akl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini ihtiyâr ederse, ya’nî tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmağı irâde etmez. Ya’nî dimâg [beyin] vâsıtası ile, hareket uzvlarına bunu yapdırmaz. Kalb, islâmiyyetin iyi dediklerini, ihtiyâr ve irâde eder ve yapdırırsa, insan se’âdete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini ihtiyâr ve irâde etmesine (Kesb) denir. İnsanın hareket organları, dimâgına, dimâg da kalbine tâbi’dir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, dimâg vâsıtası ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve akldan, melekden, hâfızadan, nefsden ve şeytândan gelen te’sîrlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz ni’metlere kavuşmalarına mâni’ olmaz. (Herkese Lâzım Olan Îmân) 64.cü sahîfeye bakınız! Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile (Cihâd-ı ekber) olur. Allahü teâlâ, cihâd edenlere, Cennetde yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefs, insanların cihâd sevâbına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebeb olmakdadır.]
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"