Tam İlmihal 1. Kısım 46. Madde

46 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 17. ci MEKTÛB

Bu mektûb, dînine çok bağlı olan bir hanıma yazılmış olup, i’tikâdları bildirmekde, ibâdetlere teşvîk etmekdedir:

Görünen, görünmiyen, bilinen, bilinmeyen bütün ni’metleri gönderen, bizlere kurtuluş yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun!

Bütün mahlûklara her ni’meti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Herşeyi var eden, var olmak ni’metini veren Odur. Her ân, varlıkda durduran da Odur. Kâmil, iyi sıfatlar, insanlara, Onun rahmeti ile, acıması ile verildi. Hayât, ilm, sem’, basar, kudret ve kelâm sıfatlarımız hep Ondandır. Sayılamıyan ni’metleri hep O vermekdedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran Odur. Düâları kabûl eden, belâlardan kurtaran hep Odur. Öyle bir Razzakdır ki, kullarının rızklarını, günâhlarından dolayı kesmiyor. Afvı ve merhameti o kadar boldur ki, günâh işliyenlerin yüz karalarını meydâna çıkarmıyor. Hilmi o kadar çokdur ki, kullarının cezâlarını vermekde acele etmiyor.

Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman, herkese saçıyor. Bütün ni’metlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına müslimânlığı açıkca bildiriyor ve beğendiği yolu gösteriyor. Mahlûkların en iyisine uyarak se’âdet-i ebediyyeye kavuşmağı emr buyuruyor. İşte, Onun ni’metleri, ihsânları Güneşden dahâ açık ve Aydan dahâ âşikârdır. Başkalarından gelen ni’metleri de gönderen Odur. Başkalarının ihsân etmesi, bir emânetcinin, birisine emânet vermesi gibidir. Başkasından birşey istemek, fakîrden birşey beklemekdir. Câhil de, bunu âlim gibi bilir. Kalın kafalı da, zekî kimse gibi anlar.

Nazm:

Vücûdümün her zerresi, gelse de dile,

şükrünün binde birini yapamaz bile.

İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hurmet edilir. Ni’met sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her ni’metin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borcdur. Fekat, Allahü teâlâ, her ayb ve kusûrdan uzak, insanlar ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri, alâkaları yokdur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükr edeceklerini anlıyamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hurmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Ona hurmet ve şükr şeklleri, yine Ondan bildirilmedikce, Ona lâyık olacağına güvenilemez ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünki, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakâret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, ta’zîm, hurmet ve şükr şekli, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hurmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükrler, orada gösterilmişdir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükr etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hurmete ve ibâdete güvenilemez. Çok def’a tersine olup, sevâb sanılan, günâh olur. Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği birşeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükr edilemez.

Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İ’tikâd ve amel. Ya’nî îmân ve ahkâm. Bunlardan i’tikâd, her dinde aynıdır. İ’tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. [Eski dinlerde bildirilmiş olan i’tikâdlar zemânla bozulmuşdur. Şimdi doğru i’tikâd, yalnız islâm dîninin bildirdiği i’tikâddır. Bu doğru] İ’tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmetde azâbdan kurtulmasına imkân yokdur. Ameli olmıyanların kurtulması umulur.

Bunların işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse afv eder, isterse, günâhları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i’tikâdı olmayanlar, ya’nî, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, ya’nî kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır.

İ’tikâd edilecek şeyler, dînin esâsı, müslimânlığın zarûrî, lâzım temeli olduğundan, bunları bildirmek ve öğrenmek herkese lâzımdır. [Bunları öğrenmek, her insanın birinci vazîfesidir. Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyen, insanlık vazîfesini yapmamış olur. Bunları öğrenmek herkesin hakkıdır. İnsan haklarının birincisidir.]

Ahkâmı, ya’nî emrleri ve yasakları yerine getirmek, temel olmayıp, uzun ve geniş de olduğundan, bunları fıkh [ve ahlâk] kitâblarına bırakarak, yalnız pek lâzım olanları bildirilecekdir, inşâallahü teâlâ.

[Îmân ve i’tikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme (İlm-i kelâm) denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitâbları pek çokdur. Bu kitâblara, (Akâid kitâbı) da denir. Amel edilecek, ya’nî kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, (Ahkâm-ı islâmiyye) veyâ sâdece (İslâmiyyet) deriz. Beden ile yapılacak ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren ilme (İlm-i fıkh) denir. Dört mezhebin kelâm kitâbları aynı olup, fıkh kitâbları başka başkadır. Halk için, ya’nî tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi, inanması ve yapması gereken kelâm (ya’nî îmân) ve ahlâk ve fıkh bilgilerini kısaca ve açıkca anlatan kitâblara (İlm-i hâl) kitâbları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mubârek insanların ilm-i hâl kitâblarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her müslimânın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmakdır].

İ’TİKÂD EDİLMESİ ÇOK LÂZIM OLANLAR: Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacakdır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünki, Onun varlığı lâzımdır. Ya’nî (Vâcib-ül vücûd)dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlânın varlığı ilmî ve aklî yollar ile anlaşılır. İlmî yola (Limmî yol)da denir. Bu iki yol ile anlamak, (Es-se’âdet-ül ebediyye) kitâbının sonundaki risâlede isbât edilmekdedir. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî şerîki, benzeri yokdur. Vâcib-ül vücûd olmakda ve ülûhiyyetde ve ibâdet olunmağa hakkı olmakda ortağı yokdur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfî olmaması, müstekıl olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusûrdur, noksanlıkdır. Vücûb ve ulûhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfîdir, müstekıldir. Ya’nî kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzûm yokdur. Şerîkin, ortağın lüzûmlu olması ise, bir kusûrdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Ya’nî şerîk bulunmasını düşünmek, şerîk bulunamıyacağını meydâna çıkarıyor. Demek ki, Allahü teâlânın şerîki yokdur. Ya’nî birdir.

Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bunlar, hayât [diri olmak], ilm [bilmek], sem’ [işitmek], basar [görmek], kudret [gücü yetmek], irâde [istemek], kelâm [söylemek] ve tekvîn [yaratmak]dır. Bu sekiz sıfata, (Sıfât-ı sübûtiyye) ve (Sıfât-ı hakîkiyye) denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Ya’nî, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmekdedir. “Allahü teâlâ, onların çalışmalarını meşkûr eylesin!”. Ehl-i sünnetden başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca sıfatları olduğunu bilememişdir. Hattâ, Sôfiyye-i aliyyenin, ya’nî tesavvuf büyüklerinin sonradan gelenleri, Ehl-i sünnetden oldukları hâlde, bu sıfatlara, Zât-ı ilâhînin aynıdır diyerek yetmişiki fırkaya benzemişlerdir. Evet bunlar onlar gibi, sıfatları yok demiyor ise de, sözlerinin gelişinden sıfatları yok bildikleri anlaşılıyor.

Yetmişiki fırka, sıfatları yok bilmekle, Allahü teâlâyı kusûrdan koruyor, Onu kâmil bilmiş oluyoruz diyor. Akllarınca kusûru kemâl sanarak, Kur’ân-ı kerîmden ayrılıyorlar. Allahü teâlâ, onları doğru yola, Kur’ân-ı kerîme kavuşdursun!

Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları, yâ i’tibârî [var kabûl edilen] veyâ selbî [bulunması câiz olmıyan]dir. Meselâ kıdem [varlığının evvelinde yokluk olmamak], ezeliyyet [varlığının başlangıcı olmamak] ve vücûb [yokluğu mümkin olmıyan] ve ülûhiyyet gibi. Meselâ, Allahü teâlâ cism değildir. Cismden değildir. Madde değildir. A’raz, ya’nî hâl değildir. Mekânı yokdur. Zemânlı değildir. Birşeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, birşeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafda, bir cihetde değildir. Birşeye mensûb değildir. Birşeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yokdur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yokdur. [Allah baba diyen kâfir olur.] Bunların hepsi mahlûkda, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar, (Sıfât-ı selbiyye)dir. Bütün kemâl sıfatları, Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yokdur.

Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri, âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir. Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Herşeyi yaratan, Odur. Yaratdıklarını elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Ba’zı zevallılar, zerreleri bilmez diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birşeyi yaratmışdır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar. Bunlar, ne kadar câhildir ki, câhilliği kemâl sanıyor. Fizik ilminin tanıdığı kuvvetler gibi, ister istemez iş yapmağı büyüklük zan ediyorlar. Akl-ı fe’âl diye birşey uydurmuşlar. Herşey, bundan hâsıl oluyor diyorlar. Yerleri, gökleri ve bunlarda bulunan herşeyi yaratanı, kuvvetsiz, te’sîrsiz biliyorlar. Bu fakîre göre, dünyâda, bunlardan dahâ câhil ve dahâ alçak kimse yokdur. Ba’zıları da, bu ahmakları fen adamı, müsbet ilm sâhibi sanıp, birşey bilir zan ediyor ve doğru söyleyici sanıyorlar.

Allahü teâlâ, ezelden ebede, ya’nî öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, süâlleri, hep o bir sözden çıkmakdadır. Tevrât ve İncîl kitâbları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitâblar ve sahîfeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir ân olunca, hattâ ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor, o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alışdığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıkdan münezzehdir, uzakdır.

Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde görecekdir. Fekat, nasıl olduğu bilinmiyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir mu’ammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, Evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmişdir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuşdur. Bunu, Ehl-i sünnetden başka, ne mü’minlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamışdır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demişdir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmışdır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydândadır. [Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekden dolayı îmânlarını gayb edip, ebedî felâkete sürükleniyor.] Bu gibi derin mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine [ya’nî yoluna] uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennetde görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu se’âdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki, (inkâr eden, mahrûm kalır) sözü meşhûrdur. Cennetde olup da görmemek de uygun değildir.

Çünki, islâmiyyet, Cennetde olanların hepsi görecekdir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor. Bunlara, Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avna verdiği cevâbı söyleriz ki, Tâhâ sûresi 51 ve 52. âyetlerinde meâlen buyuruyor ki: (Fir’avn dedi ki: Bizden evvel gelip geçenlerin hâlleri ne oldu?). Cevâbında dedi ki: (Onların hâlleri ve istikbâllerini, Rabbim bilir. Levh-il-mahfûzda yazılmışdır. Rabbim hiçbir şeyde yanılmaz ve unutmaz.) Ben ise, sizin gibi bir kulum. Ancak, bana bildirdiği kadar bilirim.

Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fekat mahlûklarının ba’zısında Onun nûrları zuhûr eder. Ba’zısında ise, o kâbiliyyet yokdur. Aynada, karşısındaki cismlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşda, toprakda ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nisbetde ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu âlem, Onu görmek ni’metine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamışdır. Bu dünyâda, bu ni’met nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Ya’nî, âhıretde görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıkdı, âhırete karışdı ve gördü.

Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, ma’denleri, [mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri] yaratan Odur. Birinci semâyı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla süslemişdir. Basît cismleri, elemanları, O yaratmışdır. Bileşik cismler, Onun yaratması ile hâsıl olmuşdur. Herşeyi yokdan var eden Odur. Ondan başka herşey yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahdan başka, herşeyin yok iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmekdedir. Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir. Huccet-ül islâm, İmâm-ı Gazâlî, (Elmünkız-ü anid-dalâl) kitâbında, Allahü teâlâdan başkasını kadîm bilene, kâfir dedi. [Bu kitâbı, Hakîkat Kitâbevi, ofset ile basdırmışdır.]

Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Yerlerin yokdan var edildiğini gösteren âyet-i kerîmeler çokdur. Her zemân yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse, ne kadar sefîhdir. (Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.)

İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünki Ondan başka, kimse birşey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alâmetdir ve ilmin noksan olduğuna işâretdir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Ya’nî o iş, kendi kudreti ve irâdesi ile olmuşdur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yapdıkları şeyler, insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydâna gelmekdedir. İnsanın yapdığı işde, kendi kesbi, ihtiyârı [ya’nî beğenmesi] olmasa, o iş, titreme şeklini alır. [Mi’denin, kalbin hareketi gibi olur.] Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı meydândadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yaratdığı hâlde, ihtiyârî hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmekdedir. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kasdlarına, arzûlarına tâbi’ kılmışdır. Kul isteyince, kulun işini yaratmakdadır. Bunun için de, kul mes’ûl olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kasd ve ihtiyâr, işi yapıp yapmamakda müsâvîdir. Her işi yapmanın ve yapmamanın iyi veyâ fenâ olduğunu, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile kullarına açıkca bildirmişdir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakda serbest olup, ikisinden birini elbette seçecek, iş, iyi veyâ fenâ olacak, günâh veyâ sevâb kazanacakdır. Allahü teâlâ kullarına, emrlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret [ya’nî enerji] ve ihtiyâr [ya’nî beğenmek, seçmek] vermişdir.

Dahâ çok vermesine, lüzûm yokdur. Lüzûmu kadar vermişdir. Buna inanmayan, kolay şeyleri anlayamıyan kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, ahkâm-ı islâmiyyeye uymamağa behâne aramakdadır.

[Allahü teâlâ, insanlara irâde denilen kuvveti vermeği ve insanların, istediklerini yapmakda, istemediklerini yapmamakda serbest olmalarını ezelde irâde etmişdir. Hiçbirşeyi zorla yapdırmamakdadır. İnsanların irâde sâhibi olmaları, Allahü teâlâ böyle istediği içindir. İnsanın, dilediğini yapabilmesi, insanın irâde sâhibi olduğunu gösterdiği gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu irâdeyi irâde etmiş olduğunu göstermekdedir. Allahü teâlâ, insanda irâde olmasını ezelde irâde etmeseydi, insanda irâde yaratmasaydı, insan bir işi yapmakda serbest olamaz, mecbûr olurdu. Böyle olmakla berâber, insan birşey yapmağı irâde edince, dileyince, Allahü teâlâ da irâde ediyor ve yaratıyor. İnsanların irâde etdiklerini yaratan, Allahü teâlâdır. İnsan, hiçbir dileğini yaratamaz, yapamaz. İnsanın irâde etdiğini, sonra Allahü teâlâ da, irâde ediyor ve yaratıyor. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yokdur. Ondan başkasına yaratıcı demek, yaratdı demek, hem yanlışdır, hem de, Allahü teâlâya başkasını şerîk, ortak yapmak olur ki, en çok yasak etdiği, en şiddetli ve sonsuz azâb yapacağını bildirdiği birşeydir.]

Bu söylediklerimiz, kelâm ilminin derin mes’elelerindendir. Bunun en kolay, en açık bildirilmesi de, yazdığımızdır. Doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine inanmak lâzımdır. Bu konuda münâkaşa etmekle, araşdırmakla uğraşmamalıdır.

Nazm:

Hücûm edilemez, her meydânda,

siperlenmek lâzımdır, ba’zan da!

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndermişdir. Bunlarla kullarına doğru yolu, se’âdet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmışdır. Rızâsının, sevgisinin yeri olan Cennete da’vet etmişdir. Böyle bir ihsân sâhibinin da’vetini kabûl etmiyen, ne kadar zevallıdır. Onun ni’metlerinden mahrûm kalan ne kadar ahmakdır. Bu büyüklerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmesi ile temâmlanmışdır. Kullara özr, behâne kalmamışdır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdemdir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed Resûlullahdır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsini ma’sûm [ya’nî günâhsız] ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demekdir. Çünki, hepsi aynı îmânı söylemişdir. Ya’nî, hepsinin dinlerinin aslı, temeli [ya’nî îmân edilecek şeyleri] birdir. [Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. (Keşf-üş-şübühât) kitâblarının başında, (Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır) diyor. Bozuk inanışlarından biri de budur.] Îsâ “aleyhisselâm” ölmedi. Yehûdîler, kendisini öldürmek istedikleri zemân, Allahü teâlâ onu diri olarak göke kaldırdı. Kıyâmete yakın bir zemânda gökden [Şâma] inecek ve Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbi’ olacakdır. Evliyânın büyüğü, tesavvuf deryâsının dalgıcı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetişdirdiği Evliyânın büyüklerinden olan hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (Füsûl-i sitte) kitâbında buyuruyor ki: (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine uygun ictihâd edecek, onun halâl dediğine halâl diyecek, harâm dediğine harâm diyecekdir).

MELEKLER: Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. [İçlerinden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların] Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber getirmek vazîfesi ile şereflenmişlerdir. Emr olunduklarını yaparlar. İsyân etmezler.

Yimeleri, içmeleri yokdur. Evlenmezler. Erkek, dişi değildirler. Çocukları olmaz. Kitâbları ve sahîfeleri, onlar getirmişdir. Emîn oldukları için, getirdikleri de doğrudur. Müslimân olmak için, meleklere, böyle inanmak lâzımdır. Doğru yolda bulunan âlimlerin çoğuna göre, insanların yükseği, meleklerin yükseğinden dahâ üstündür. Çünki insanlar, şeytân ve nefsleri ile savaşıyor. İhtiyâcları olduğu hâlde yükseliyor. Melekler ise, zâten yüksek yaratılmışlardır. Melekler, tesbîh, takdîs ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsûsdur. Nisâ sûresi, doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allah rızâsı için cihâd eden müslimânlar, oturup, ibâdet edenlerden dahâ üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum) buyuruldu.

Muhbir-i sâdıkın [ya’nî hep doğru haber verici] “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kabr ve kıyâmet hâllerinden, Haşrdan [kabrden kalkınca arasât meydânında toplanmak] ve Neşrden [hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dağılmak], Cennetden, Cehennemden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhırete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi, îmânın şartıdır. Âhıreti inkâr eden, Allahü teâlâyı inkâr etmiş gibi, kâfirdir [Allaha düşmandır].

Kabr azâbı ve kabrin sıkması vardır. Buna inanmayan kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Çünki, meşhûr olan hadîslere inanmamış olur. [Bunlar, bu hadîslerin, doğru hadîs olmasında şübhe etdikleri için, kabr azâbına inanmıyor. Hadîs olduklarını kabûl etselerdi, inanırlardı. Bundan dolayı, kâfir olmıyor, yalnız Ehl-i sünnetden ayrılmış oluyorlar. Hâlbuki, hadîs olsa da, olmasa da, kabr azâbına inanmam. Akl ve tecribe, bunu kabûl etmiyor, diyen kâfir olur. Şimdi böyle inanmıyanlar, kâfir oluyor.] Kabr, dünyâ ile âhıret arasında geçid olduğundan, kabr azâbı, dünyâ azâbları gibi geçicidir ve âhıret azâbları cinsindendir. Ya’nî, bir bakımdan dünyâ azâblarına, bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzemekdedir. Kabr azâbı en çok, dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslimânlar arasında söz taşıyanlara olacakdır. (Münker) ve (Nekîr) ismindeki iki melek kabrde süâl soracakdır. Bu süâle cevâb vermek, bir derddir. [Münker ve Nekîr, nasıl olduğu bilinmiyen demekdir. Cum’a nemâzı sonundaki yazıyı okuyunuz!]

Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecekdir. O gün, gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar, parça parça olacakdır ve yok olacaklardır. Kur’ân-ı kerîm, bunları haber veriyor ve müslimânların bütün fırkaları, buna inanıyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Bir takım hayâlî şeylerle, inkârını güzel gösterse de, ilmi ve fenni araya katıp, câhilleri aldatsa da, yine kâfirdir. Kıyâmetde, bütün mahlûklar, yok olup, tekrâr yaratılacak, herkes mezârdan kalkacakdır. Allahü teâlâ çürümüş toz olmuş kemikleri yine diriltecekdir. O gün, terâzî kurulacak, herkesin hesâb defterleri uçarak, iyilere sağ taraflarından, fenâlara sol taraflarından gelecekdir. Cehennem üzerindeki sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete gidecek, Cehennemlikler, Cehenneme düşecekdir. Bu bildirdiklerimiz, olmıyacak şeyler değildir. Muhbir-i sâdık “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiğinden, hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayâle kapılarak şübheye düşmemelidir. Allahü teâlâ, Haşr sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdiklerini alınız!) ya’nî, her söylediğine inanınız! buyuruyor. Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâ’at edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Şefâ’atim, ümmetimden, günâhı büyük olanlaradır) buyuruyor. Kâfirler, hesâbdan sonra, Cehenneme girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Mü’minler, Cennetde ve Cennet ni’metlerinde sonsuz kalacaklardır. Günâhı, sevâbından çok olan mü’minlerin, Cehenneme girip, günâhlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar îmân bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennete girecekdir.

[Kâdî zâde Ahmed efendinin yazdığı (Âmentü şerhi) kitâbı, ikiyüzdokuzuncu sahîfede diyor ki, (Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Ya’nî, soğuk Cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacakdır). Cehennemde soğuk Zemherîr azâbları bulunduğu, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, dördüncü rükn, altıncı aslında ve İmâm-ı Muhammed Gazâlînin (Dürret-ül-fâhire) kitâbının tercemesi olan (Kıyâmet ve Âhıret hâlleri) kitâbının sonunda, (Nefs muhâsebesi) bahsinde de yazılıdır. Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmekdedir.

Din câhilleri, islâmiyyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken (Peygamberler, hep sıcak memleketlerde geldiği için, Cehennem azâbının ateş olduğunu söylemişler, hep ateşle korkutmuşlar. Kutblarda, şimâl soğuk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacağını söylerlerdi) diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir. Zâten Kur’ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı ve biraz aklları olsaydı, hemen müslimân olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta, yalanları yazmakdan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soğuk azâblar olduğunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” yalnız sıcak memleketlere değil, yeryüzünde, sıcak ve soğuk, her memlekete gönderildiğini haber veriyor. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan süâllere, soranların bilgilerine ve anlayışlarına göre cevâb vermekdedir. Âhıretdeki bilinmiyen varlıkları da, dünyâda gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutubları, buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soğuk azâblarını onlara bildirmek, fâidesiz olurdu. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bu inceliğe uygun haberlerin bulunması, şimdiki kâfirlerin dahâ çok sapıtmasına sebeb olmakdadır].

Mü’min ve kâfir, son nefesde belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda îmâna kavuşur. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmetde, son nefesdeki hâle bakılır. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden, îmân ile şereflendirdikden sonra, şaşırmakdan, yoldan çıkmakdan koru! Bize rahmet et, acı! Yol gösteren ancak sensin!

ÎMÂN: Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa ve dil ile de îmânını söylemeğe derler. Îmân edilecek şeyler, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, kitâblarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere îmândır. Âhıretde Haşra, Neşre, Cennetde ebedî ni’metlere, Cehennemde ebedî azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça parça olmasına inanmakdır. Beş vakt nemâzın farz olduğuna ve bu nemâzların rek’atlarının adedlerine, malın zekâtını vermek farz olduğuna ve Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmanın ve gücü yetene, Mekke-i mükerreme şehrine gidip, hac etmenin farz olduğuna inanmakdır. Şerâb içmenin, [domuz eti yimenin,] haksız yere adam öldürmenin ve anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve yetîm malı yimenin ve fâiz alıp vermenin [ve kadınların açık, çıplak gezmelerinin ve kumar oynamanın] harâm olduklarına îmân lâzımdır. Îmânı olan bir kimse, büyük bir günâh işlerse, îmânı gitmez ve kâfir olmaz. Günâha, ya’nî harâma halâl diyen kâfir olur. Harâm işliyen fâsık olur. Ben elbette mü’minim demelidir. Îmânlı olduğunu söylemelidir. Mü’minim derken, inşâallah dememelidir. Bundan, şübhe ma’nâsı çıkabilir. Evet, son nefes için inşâallah denirse de, dememek dahâ iyidir.

Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünki, doğru yolda olan âlimlerin hepsi diyor ki, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra, insanların en üstünü, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretleridir. Ondan sonra, Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” hazretleridir). Efdâl olmak, ya’nî üstünlük, bu fakîre göre fazîleti, meziyyeti, iyi sıfatları çok olmak değildir. Önce îmâna gelmek, din için herkesden çok mal vermek ve cânını tehlükelere atmakdır. Ya’nî dinde, sonra gelenlere, üstâd olmakdır. Sonra gelenler, herşeyi, öncekilerden öğrenir. Bu üç şartın hepsi, Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinde toplanmışdır.

Herkesden önce îmâna gelmiş, malını ve cânını din için fedâ etmişdir. Bu ni’met, bu ümmetde, ondan başkasına nasîb olmamışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına yakın, buyurdu ki: (Bana malını, cânını, Ebû Bekr kadar çok fedâ eden, başkası yokdur. Eğer, dost edinseydim, elbette Ebû Bekri dost edinirdim). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekr inandı. Bana malı ile, cânı ile yardım etdi. Onu hiç incitmeyin ve Ona hurmet ve ta’zîm edin!). Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: (Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu). Emîr [Alî] “radıyallahü anh”buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömerden, her biri, bu ümmetin en yükseğidir. Beni onlardan üstün tutan, iftirâcıdır. İftirâ edenler dövüldüğü gibi, onu döverim).

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında olan muhârebeleri, iyi sebeblerden dolayı bilmelidir. Bu ayrılıkları, nefsin arzûları, mevkı’, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek sevgisinden değildi. Çünki, bütün bunlar nefs-i emmârenin kötülükleridir. Onların nefsleri ise, insanların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevât” sohbetinde, karşısında tertemiz olmuşdu. Şu kadar var ki, Emîrin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânında olan muhârebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılanlar, hatâ etdi. Fekat, ictihâd hatâsı olduğundan, birşey denemez. Nerde kaldı ki, fâsık denilsin! Onların hepsi âdil idi. Her birinin verdiği haber, makbûl idi. Emîre uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukda ve güvenilmekde farksız idi. Aralarındaki muhârebeler, i’timâdın gitmesine sebeb olmamışdır. O hâlde, hepsini sevmek lâzımdır. Çünki, onları sevmek, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgisinden dolayıdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurmuşdur. Onları sevmemekden, herhangi birine düşmanlık etmekden çok sakınmalıdır. Çünki, onlara düşmanlık, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlık olur. Hadîs-i şerîfde, (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurmuşdur. O büyükleri ta’zîm etmek, hurmet etmek, insanların en iyisini ta’zîm etmek, hurmet etmekdir. Onlara hurmetsizlik, tahkîr etmek, Onu tahkîr olur. İnsanların en iyisinin “aleyhissalâtü vesselâm” sohbetini, sözlerini ta’zîm etmek, kıymet vermek için Eshâb-ı kirâmın hepsine ta’zîm etmek, kıymet vermek lâzımdır. Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ta’zîm etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etmemiş olur).

A’MÂL-İ ŞER’IYYE: İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İslâmın binâsı beş direk üzerine kurulmuşdur. Birincisi, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, demek ve bunun ma’nâsına inanmakdır). Bu şehâdet kelimesinin ma’nâsı, (Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâ’at olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yokdur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, Ondan önceki Peygamberlerin dinleri temâm olmuş, hükmleri kalmamışdır. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak için, ancak Ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmişdir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yokdur) demekdir. [Müslimân olmak istiyen bir kimse, önce bu kelime-i şehâdeti ve ma’nâsını söyler. Sonra guslü, nemâzı ve lâzım oldukca, farzları, harâmları öğrenir.]

Îmân edilecek, i’tikâd edilecek şeyleri, yukarıda bildirdik.

İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakt nemâzı vaktinde kılmakdır. Nemâz, ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, nemâzdır. Îmân gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden değildir. Nemâzı doğru kılmağa çok dikkat etmelidir. Önce, kusûrsuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden, nemâza başlamalıdır. Kırâetde, rükü’da, secdelerde, kavmede, celsede ve diğer yerlerinde, en iyi olarak yapmağa uğraşmalıdır.

Rükü’da, secdelerde, kavmede ve celsede tumânîneti [her uzvun hareketsiz durmasını] lâzım bilmelidir. Nemâzı vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır.

Makbûl olan, sevilen kul, sâhibinin emrlerini, yalnız Onun emri olduğu için yapan kuldur. Emri yapmakda gecikmek, inâdcılık ve edebsizlik olur. Fârisî yazılmış fıkh kitâblarından meselâ, (Tergîb-üs-salât ve teysîrül-ahkâm) kitâbı ve bunun benzeri bir kitâb, her vakt yanınızda bulunmalıdır. [(Tergîb-üs-salât) kitâbı, yüz kadar kitâbdan toplanmışdır ve üç kısmdır. Birinci kısm, nemâzın farz olması, ikincisi abdest, üçüncüsü abdesti bozanlardır. Bu kitâb, Nûr-i Osmâniyye Kütübhânesinde vardır. Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir.] Din mes’elelerini bu kitâblardan bakıp öğrenmelidir. [Olur olmaz kimselerin, para kazanmak için yazdığı kitâb ve mecmû’alardan din öğrenen, yanlış şeyler öğrenir. Doğru müslimânların, Allah rızâsı için yazmış oldukları kitâbları bulup okumalıdır. İslâmiyyeti öğrenmek için, en iyi türkçe kitâb, Kâdî zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi) ve yine Kâdî zâdenin (Âmentü şerhi) kitâbları ile (Mevkûfât), (Dürr-i Yektâ şerhi), (Ey oğul ilmihâli) ve (Mevâhib-i ledünniyye tercemesi) ve (Mecmû’a-i zühdiyye) ve (Miftâh-ul-Cennet ilm-i hâli)dir. Fâtih câmi’i şerîfi ders-i âmlarından, ibtidâ-i dâhil medresesi müdîr-i umûmîsi İskilibli Muhammed Âtıf efendinin (İslâm yolu) ilmihâl kitâbı da çok fâidelidir. 1959 senesinde basılmışdır. 1926 da Ankarada i’dâm edilmişdir. Bunlar, islâm harfleri ile basılmışdır. Bir kitâba güvenebilmek için, yalnız ismine değil, kitâbı yazanın ismine de bakmalıdır.] Ehl-i sünnet i’tikâdını ve fıkh bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistân kitâbı ve hikâye kitâbları okumamalıdır. Fıkh kitâbları yanında, Gülistân ve benzeri kitâblar lüzûmsuzdur. [Gülistân lüzûmsuz olursa, din düşmanı olan gazetelerin ve mecmû’aların tiryâkilerine acabâ ne denir.] Dinde lâzım olanları, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek lâzımdır. Bunlardan fazlası ikinci derecede kalır. [Yâ, din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmiyerek, para, mal, mevkı’ kazanmalarına uğraşanlar, ne kadar aldanıyor. İstikbâli te’mîn etmek, acabâ bunları kazanmak mıdır? Yoksa, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak mıdır?]

Teheccüd nemâzını zarûret olmadıkca, elden kaçırmamalıdır. [Teheccüd, gecenin üçde ikisi geçdikden sonra, kılınan nemâza denir, imsâk vaktinden önce kılınır. Teheccüd, uykuyu terk etmek demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” muhârebelerde bile, teheccüd kılardı. Kazâ nemâzları olan, teheccüd zemânında, kazâ nemâzı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. Teheccüd ve diğer nâfile nemâzların nasıl kılınacakları (İslâm Ahlâkı) kitâbımızda yazılıdır.] Gece uyanmak güç olursa, hizmetçilerinizden birkaçına emr ediniz! Sizi o zemân uyandırsınlar, uykuda bırakmasınlar. Birkaç gece kalkınca, artık âdet olur, uyanırsınız. Teheccüd ve sabâh nemâzlarına uyanmak isteyen, yatsıyı kılınca hemen yatmalıdır ve gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zemânında tevbe, istigfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayblarını, kusûrlarını hâtırlamak, kıyâmetdeki azâbları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve magfiret için çok yalvarmalıdır. O zemân ve her zemân yüz kerre (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh) demeli ve ma’nâsını düşünerek söylemelidir. [Azîm, zâtı ve sıfatları kemâlde demekdir. Kebîr, zâtı kemâlde, celîl, sıfatları kemâlde demekdir.] Bunu ikindi nemâzından sonra [tesbîhlerden ve düâdan sonra] yüz def’a okumalıdır. Abdestsiz okunabilir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmetde, sahîfesinde çok istigfâr bulunanlara, müjdeler olsun!). [Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, ikinci cildin 80. ci mektûbunda buyuruyor ki, (Belâlardan, sıkıntılardan kurtulmak için, istigfâr okumak çok fâidelidir ve tecribe edilmişdir. Ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölümüne yardım eder. Her sıkıntıdan kurtaracağı ve rızkı artdıracağı, hadîs-i şerîfde bildirildi. Her farz nemâzdan sonra, bunu üç kerre okumalı ve yalnız (Estagfirullah) diyerek yetmişe temâmlamalıdır). (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının 344.cü sahîfesine bakınız! İstigfârı ve bütün düâları, ma’nâlarını düşünmeden, temiz kalb ile söylemezse, yalnız ağız ile söylerse, hiç fâidesi olmaz.

Ağız ile üç kerre söyleyince, temiz kalb de söylemeğe başlar. Günâh işlemekle kararmış olan kalbin söylemesi için, ağız ile çok söylemek lâzımdır. Nemâz kılmıyanın ve harâm lokma yiyenin kalbi simsiyâh olur. Böyle kalbler de söylemeğe başlaması için, ağız ile en az yetmiş kerre söylemelidir.] Duhâ ya’nî kuşluk vakti, hiç olmazsa iki rek’at nemâz kılmak lâzımdır. Teheccüd ve kuşluk nemâzlarının en çoğu oniki rek’atdir. [Nâfile nemâzlarda, gece iki rek’atde, gündüz dört rek’atde selâm verilir.]

Her farz nemâzı kılınca, Âyet-el-kürsî okumağa çalışmalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Farz nemâzlarından sonra Âyet-el-kürsî okuyan kimse ile Cennet arasında, ölümden başka mâni’ yokdur). Beş vakt nemâzdan sonra, sessizce, otuzüç kerre kelime-i tenzîh (Sübhânallah) ve otuzüç kerre tahmîd (Elhamdülillah) ve otuzüç def’a tekbîr (Allahü ekber) ve en sonra, bir kerre (Lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerîke leh, lehülmülkü velehül hamdü yühyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr) demelidir ki, hepsi yüz olur.

Hergün ve her gece yüz kerre (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm) demelidir. Çok sevâbdır. Her sabâh bir kerre (Allahümme mâ esbaha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr) demeli ve her akşam (Mâ esbaha) yerine (Mâ emsâ) diyerek, hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu düâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü yapmış olur. Gece okuyunca, o gecenin şükrünü îfâ etmiş olur). Abdestli okumak şart değildir. Hergün ve her gece okumalıdır.

İslâmın üçüncü şartı, malın zekâtını vermekdir. Zekât vermek, elbette lâzımdır. Zekâtı seve seve ve islâmiyyetin emr etdiği kimselere vermelidir.

Bütün ni’metlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği ni’metlerin kırkda birini, müslimânların fakîrlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevâb, katkat mükâfât vereceğini [ve zekâtı verilen malı elbette artdırırım ve hayrlı yerlerde kullanmanızı nasîb ederim. Zekâtı verilmiyen malı, derd ile, belâ ile istemiyerek harc etdiririm, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hâli görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz!] buyurup da, bu kadar az bir şeyi [istediğin herhangi bir din kardeşine] vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur.

Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, islâmiyyete tam inanılmamasıdır. Mü’min olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti [Eşhedü en lâ...] söylemek yetişmez. Münâfıklar [kalbi kâfir olduğu hâlde, müslimân görünen zındıklar] da bunu söylüyor. Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, islâmiyyetin emrlerini seve seve yapmakdır. Zekât niyyeti ile fakîre bir altın vermek, yüzbin altın sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Çünki, zekât vermek, farzı yapmakdır. Zekât niyyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetdir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yokdur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytân aldatarak, kazâları kıldırtmıyor, nâfile kılmağı, [nâfile hacca ve ömreye gitmeği] güzel gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile hayrları, göze güzel gösteriyor. [Sünnetlerin ve nâfilelerin, söz verilen büyük sevâbları, farz borcu olmıyanlar, kazâlarını ödeyenler içindir. Kazâsı olanların, farzlardan başka hiçbir ibâdetlerine, hiç sevâb verilmez.]

İslâmın şartının dördüncüsü, mubârek Ramezân ayında, hergün oruc tutmakdır. Mubârek Ramezân ayında hergün, muhakkak oruc tutmalıdır. Olur olmaz sebeblerle, bu mühim farzı elden kaçırmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Oruc, mü’mini Cehennemden koruyan bir kalkandır). Hastalık gibi, mecbûrî bir sebeble oruc tutulmazsa, [gizli yimeli ve özr bitince] hemen kazâ etmelidir. Hepimiz Onun kuluyuz. Başı boş, sâhibsiz değiliz. Sâhibimizin emrlerine, yasaklarına göre yaşamalıyız ki, azâbdan kurtulabilelim. İslâmiyyete uymıyanlar, inâdcı kul, aksi, âsî me’mûr olur ki, cezâ çekmeleri lâzım gelir.

İslâmın beşinci şartı hacdır [ömründe bir kerre, Mekke şehrine gidip, hac vazîfelerini yapmakdır]. Hac vazîfesinin şartları vardır. Hepsi, fıkh kitâblarında yazılıdır. Hadîs-i şerîfde, (Kabûl olan bir hac, geçmiş günâhları yok eder) buyuruldu.

Cehennemden kurtulmak istiyen, halâl ve harâmları iyi öğrenmeli, halâl kazanıp, harâmdan kaçınmalıdır. İslâmiyyetin sâhibinin yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır. İslâmiyyetin hudûdunu aşmamalıdır. Gaflet uykusu ne zemâna kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakt atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fekat, o zemân pişmânlık işe yaramıyacak. Rezîl olmakdan başka, ele birşey geçmiyecekdir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhıretin çeşid çeşid azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zemân, kıyâmeti kopmuş demekdir. Ölüm uyandırmadan ve iş işden geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi âhıretin çeşidli azâblarından kurtaralım! Tahrîm sûresi altıncı âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşden koruyun ki, onun tutuşdurucusu insanlarla taşlardır) buyuruldu.

Îmânı, i’tikâdı düzeltdikden ve islâmiyyete uygun ibâdetleri yapdıkdan sonra, vaktleri, kalbi temizlemek ile ma’mûr etmek lâzımdır. Allahü teâlâyı hâtırlamadan, bir ân geçirmemelidir. Vücûd, eller, ayaklar dünyâ işleri ile uğraşırken, kalb hep Allahü teâlâ ile olmalı, Onu hâtırlamakla lezzet duymalıdır. Bu devlet, büyüklerimizin gösterdiği yolda, herkese, az zemânda nasîb oluyor. Elhamdülillah siz, böyle olduğunu biliyorsunuz. Belki de, çok az olsa bile, birşey hâsıl olmuşdur. Ele geçeni bırakmamak ve şükr etmek lâzımdır ve artmasına çalışmalıdır. Herkesin, sonradan kavuşabildiği şeyler, bu yolda, başlangıcda ele geçer. O hâlde, kazanclarının azı da, pek çokdur. Çünki, dahâ başlangıcda nihâyetden haberleri olur. Fekat, ele geçen, ne kadar çok olsa da, az görmelidir. Ama şükr etmeği elden bırakmamalıdır. Hem şükr etmeli, hem de dahâ artmasını istemelidir. Kalbin temiz olmasından maksad, Ondan başkasının sevgisini kalbden çıkarmakdır. Kalbin hasta olması, işte bu çeşidli bağlılıklardır. Bu bağlılıklar kesilip atılmadıkca, hakîkî îmân nasîb olmaz. İslâmiyyetin emrlerini ve yasaklarını yerine getirmek kolay ve râhat olmaz.

Nazm:

Onu düşün, oldukça cânın!

Kalbin temizliği, zikri iledir ânın!

[Zikr etmek, Allahü teâlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da, kalb ile olur. Zikr edince, kalb temizlenir. Ya’nî kalbden dünyâ sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimselerin, bir araya toplanarak hayhuy etmesi, oynaması, dönmesi, zikr değildir. Yüz seneden beri, tarîkat diyerek, birçok şey uyduruldu. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, hattâ fâsıklar şeyh olarak zikr ve ibâdet ismi altında, günâh işledi. Hele son zemânlarda, harâm girmeyen, kızılbaşlık, mezhebsizlik karışmayan bir tekke kalmamışdı. Bugün ne İstanbulda, ne de Anadoluda ve Mısr, Irâk, Îrân, Sûriye ve Hicâzda, ya’nî hiçbir islâm memleketinde, tesavvuf âlimi yok gibidir. Fekat sahte mürşidler, müslimânları sömüren tarîkatcılar çokdur. Din büyüklerinin, eskiden kalma, hâlis kitâblarını okuyup, ibâdetleri bunlara göre doğrultmalıdır. Tarîkatcılık, şeyhlik, mürîdlik gibi ismlerin perdesi altında iş gören zındıklara, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır].

Yemekleri, keyf için, lezzet için yimemeli, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmeğe kuvvet bulmak için yimelidir. Eğer önceleri, böyle niyyet edemezseniz, her yemekde, zor ile böyle niyyet ediniz. Hakîkî niyyet yapabilmeniz için, Allahü teâlâya yalvarınız! Tesavvuf, az yimek, az içmek değildir. Herkesin halâlden kazanıp, doyuncaya kadar yimesi lâzımdır. Ubeydüllah-i Ahrâr “rahmetullahi aleyh” (Mesmû’ât) kitâbında, 110.cu sahîfede diyor ki, (Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî buyurdu ki, birşey yimek, aç kalmakdan iyidir. Alâüddevle Rükneddîn buyurdu ki, birşey yimek, aç kalmakdan iyi olduğunu, önceden bilseydim, az yiyiniz demezdim.) Yeni ve temiz giyinmeli ve giyinirken ibâdet için, nemâz için süslenmeğe niyyet etmelidir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Her nemâzı kılarken süslü, temiz, sevilen elbiselerinizi giyiniz!) buyurulmuşdur. Elbiseyi herkese gösteriş için giymemelidir ki, günâhdır.

[İbni Âbidîn orucun mekrûhlarını anlatırken, güzel giyinmek mubâhdır diyor.] Bütün hareketler, işler, sözler, okumak, dinlemek, [oğlunu mektebe göndermek] hep Allah rızâsı için olmalıdır. Onun dînine uygun olmasına çalışmalıdır. Böyle olunca, insanın her a’zâsı ve kalbi Allahü teâlâya müteveccih olur. Onu zikr eder [ya’nî hâtırlar]. Meselâ, büsbütün gaflet olan uyku, ibâdetleri kuvvetle ve sağlam yapmak niyyeti ile uyunursa, bütün uyku ibâdet olur. Çünki, ibâdet niyyeti ile uyumakdadır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Âlimlerin uykusu ibâdetdir). Evet, bunları yapmak, size bugün için güç olacağını biliyorum. Çünki, çeşidli mâni’ler etrâfınızı sarmışdır. Âdete, modaya kapılmış bulunuyorsunuz. Ayblanmak, izzet-i nefse dokunmak kuruntularına tutulmuşsunuz. Bütün bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmenize mâni’ olmakdadır. Hâlbuki, Allahü teâlâ, islâmiyyeti, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak için ve nefs-i emmârenin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatışdırmak için gönderdi. Fekat, Allahü teâlânın ismini, kalbde hâtırlamağa devâm nasîb olursa ve beş vakt nemâz gevşek davranmadan, şartları ile kılınırsa ve halâl ve harâma, elden geldiği kadar dikkat edilirse, bu mâni’lerden kurtulmanız, oraya çekilmeniz umulur. Bu nasîhatleri yazmanın ikinci bir sebebi de, bunlar yapılmasa bile, kendi kusûr ve kabâhatini anlamağa yarar ki, bu da büyük ni’metdir. Bulmayıp da, bulmadığını anlamamakdan ve kusûrunu bilmemekden ve vazîfeyi yapmadığına utanmamakdan, Allahü teâlâya sığınırız. Böyle kimseler, islâmiyyeti tanımıyan, kulluğunu yapmıyan inâdcı câhillerdir.

[Muhammed Ma’sûm Serhendî “rahmetullahi aleyh”, ikinci cildin yüzkırkıncı mektûbunda diyor ki, (Hadîs-i kudsîde (Bir Velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaşdıran şeyler arasında, en sevdiğim, ona farz etdiğim şeydir. Nâfile ibâdet [de] yaparak, bana yaklaşan kulumu çok severim. Çok sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. İstediğini elbette veririm. Bana sığındığı zemân, elbette korurum) buyuruldu.) Bu hadîs-i kudsî, ikinci kısmın onyedinci maddesinin üçüncü sahîfesinde ve Nevevînin (Hadîs-i erba’în)i, 38. ci hadîsinde ve (Hadîka)nın yüzseksenikinci ve (Kıyâmet ve Âhıret)in yüzaltmışdördüncü ve (Fâideli Bilgiler)in altmışbirinci sahîfesinde îzâh edilmekdedir. Farzlarla hâsıl olan kurb, ya’nî Allahü teâlâya yaklaşmak, nâfilelerle hâsıl olandan, elbette dahâ çokdur. Fekat, ihlâs ile yapılan farzlar kurb hâsıl eder. İhlâs, ibâdetleri, Allahü teâlâ emr etdiği için yapmakdır. Ehl-i sünnet olan her mü’minde biraz ihlâs vardır. Takvâ ile ve ibâdet yapmakla, kendisine (Feyz) denilen kalb nûrları gelir. Bir Velînin kalbinden saçılan bu feyzlerden alırsa, ihlâsı çabuk ve çok artar. (Takvâ), harâmlardan nefret etmek, harâm işlemeği hâtıra bile getirmemekdir. Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına, sevmesine kavuşmak demekdir. Son sözün sonuna bakınız! Allahü teâlânın mü’minlerin kalblerine gönderdiği nûrlar, feyzler, ibâdetleri ve takvâsı çok olanlara, gelmekdedir. Ya’nî, bunların feyz almak isti’dâdları, kâbiliyyetleri artar. Feyzler, Resûlullahın mubârek kalbinden yayılmakdadır. Gelen feyzleri almak için, Resûlullahı sevmek lâzımdır. Sevmek de, Onun ilmini, güzel ahlâkını, mu’cizelerini, kemâlâtını öğrenmekle hâsıl olur. Resûlullah da, onu görüp severse, feyz alması çoğalır. Bunun için, sohbetinde bulunup, güzel yüzünü görenler, tatlı sözlerini işitenler, dahâ çok feyz aldılar. Eshâb-ı kirâm, bunun için, çok feyz alıp, kalbleri dünyâ sevgisinden temizlenerek, ihlâs sâhibi oldular. Kavuşdukları nûrlar, feyzler, Evliyânın kalblerinden dolaşarak, zemânımıza kadar geldi. Bir kimse, kendi zemânında bulunan bir Velîyi tanıyıp, çok sever ve sohbetinde bulunarak, kendini sevdirirse, Resûlullahın mubârek kalbinden Velînin kalbine gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akarak kalbi temizlenir. Sohbetine kavuşamazsa, onu düşünmesi, ya’nî Velînin şeklini, yüzünü hâtırına getirmesi de, sohbetinde bulunmuş gibi olur. Mazher-i Cân-ı Cânân, Delhîden Kâbildeki şâh Behîke teveccüh ederek, yüksek derecelere kavuşdurdu. Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, (Bütün feyzlere, bütün ni’metlere, üstâdlarıma olan sevgim sebebi ile kavuşdum. Kusûrlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâya yaklaşdırmağa sebeb olabilir mi?) dedi.

Ya’nî, mürşidi sevmek, onun kalbinden saçılan feyzleri almağa sebeb olur. Feyz alınca, ihlâs hâsıl olur. İhlâs ile yapılan ibâdet de, insanı hakîkî îmâna kavuşdurur. (Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i şerîfde, (Herşeyin menba’ı vardır. İhlâsın, takvânın menba’ı, kaynağı, Âriflerin kalbleridir) buyuruldu. Velî olmak için, ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak, ya’nî Onun sevgisine kavuşmak için, ihlâs ile ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymak, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri, ihlâs ile yapmakdır.]

(Ehl-i sünnet) i’tikâdı, nazm üzre ey civân,

oldu aşağıda sana, açık dil ile beyân:

Doğru olan i’tikâdı, ister isen kardeşim,

gece gündüz, bu kitâbı oku hem de, pek candan!

Rûhuna rahmet eylesin, Hak, Ebû Hanîfenin,

Kur’ân yolunu gösterdi, bize o yüce Nu’mân.

Dünyâya gönül bağlama, akar ömür su gibi,

İslâmiyyete uyan kimse, her dem olur şâdümân.

Önce ilmihâli öğren, çocuğuna da öğret.

din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişmân!

Düşmanlarımız sinsice, nasıl saldırıyor bak,

sen de dîni yaymak için, çalış gayb etme zemân!

Dinsizler hep yalanla, gençleri aldatıyor,

İslâmı yok edecekler, artık gafletden uyan!

Müslimânlar da şaşırmış, tuzağa düşmüş çoğu,

(Ehl-i kıble) sözde hepsi, ayrılmışlar hak yoldan,

İlm-i hâli öğrenmiyen, kendini koruyamaz.

Kâfir veyâ sapık olur, (Ehl-i sünnet) olmıyan!

Doğru olan bilgileri, yayanlara yardım et!

cihâd sevâbını kazan, olsun bunda mal revân.

Resûlullah hiç durdu mu. Eshâbı uyudu mu?

dîni yaymak için hepsi, olmuşdu bir kahramân!

Çalış boş durma sen dahî, din düşmanı pek kavî,

içden dışdan ezecekler, gidecek, dinle îmân.

Eshâba çirkin söyleme, hepsinin kadrini bil,

birbirini severlerdi, buna şâhiddir Kur’ân!

En üstün Ebû Bekrdir, Ömer, Osmân, Alî hem,

Mu’âviyeyi de çok sev, Odur Kur’ânı yazan!

Rabbimiz cism değildir, zemânı, mekânı yok,

maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân!

Mahlûka muhtâc değildir, ortağı, benzeri yok,

herşeyi Odur yaratan, hem de varlıkda tutan.

İyi, kötü, îmân, küfr, madde, kuvvet, enerji,

hepsini O var ediyor, yaratamaz hiç insan!

herkese akl, irâde verdi, hem yol gösterdi,

kim iyilik diler ise, yaratır hemen Rahmân.

Önce, i’tikâdı düzelt, emri, yasağı gözet,

se’âdete kavuşamaz, islâmiyyetden ayrılan!

Tâ önceden âdet oldu, kim ekerse o biçer,

pek aldandı, ziyân etdi, ekmeden buğday uman!

Yetmişüç fırkadan ancak (Ehl-i sünnet) kurtulan,

Resûlullahın yolunu onlardır bize sunan!