Tasavvuf yolu. Tarîkat, lügatte “yol” mânâsına gelir. Tarîkatların esâsını tasavvuf bilgileri teşkil eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarîkatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bütün Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm, bu bilgileri silsile yoluyla kendilerinden sonrakilere ulaştırdı. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali müstesnâ, diğer sahâbeye âit silsileler birkaç asır sonra kayboldu. Bin dört yüz seneden beri, ince bilgiler ve mârifetler, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali’ye âit silsileyle gelmiştir.
Asr-ı saâdette ve sahâbe devrinde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymakta büyük bir titizlik gösterilirdi. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn devrinde de böyleydi. Sonra dinde gevşeklik ve dünyâya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak, yâni emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye zühd; hâlleri böyle olanlara zühhâd (zâhidler) ve ubbâd (âbidler) denildi. Daha sonra bozuk fırkalar ortaya çıkıp, kendi rehberlerine zâhid ve âbid deyince, Ehl-i sünnetten olanların, bozuk fırkalardan ayırt edilebilmeleri için sünnet-i seniyyeye sımsıkı yapışmak, dünyâya meyletmemek ve kalbi mânevî kirlerden temizlemekten ibâret olan hâllere tasavvuf; böyle kimselere de sûfî ve mutasavvıf adı verildi. İlk önce kendisine sûfî denilen, Ebû Hâşim Sûfî’dir (v.115/M.733). Sûfî kelimesinin yayılması, hicrî ikinci (milâdî sekizinci) asrın sonlarından îtibâren olmuştur.
İslâmın ilk iki asrında hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ali’den gelen feyz ve mârifetler insanların istidad ve kâbiliyetleri, tabiat ve mizacları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Netîcede, hazret-i Ebû Bekr’e âit silsileden 9. asırdan îtibâren; hazret-i Ali’ye âit silsileden 12. asırdan îtibâren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla ana tarîkatlar içerisinde mânevî husûsiyetleriyle temâyüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarîkatın temel özelliklerine muhâlefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Böylece ana tarîkatların şûbeleri ortaya çıktı. Bunlar da tarîkata husûsiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar.
11. asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların ferd ve cemiyet hayâtında büyük tesirleri olmuştur. Tasavvuf büyükleri çobandan devlet reîsine kadar herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptığını Allah için yapma rûhunu aşılamışlardır. Ferdlerin, basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karekterli insanlar olmalarına yardımcı oldular. Cemiyetteki insanların birbirlerini dilden değil, gönülden seven, kendileri için istediklerini başkaları için de isteyebilen kimseler olmalarına, benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten sıyrılmalarına gayret ettiler. Dünyâ sevgisiyle katılaşan kalpler, onların tesirli sözleriyle yumuşadı. Böylece an’anevî bağlarla birbirine kenetlenmiş, birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana geldi.
Ayrıca İslâmiyetin yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarîkat mensubu zâtlar, Hindistan ve Malay adalarına kadar gidip, yerli halkın lisanlarını öğrendiler, aralarına karışıp, İslâmı yaydılar. İslâmın yayılmasında hizmet veren böyle binlerce zâttan biri de Ebû İshak Kâzerûnî’dir (v.426/m.1034). Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında bütün gücüyle çalışan Kâzerûnî, kurduğu askerî birliklerle gazâlar tertip etti. Bu yüzden kendisine Şeyh-i Gâzi dendi. Yirmi dört bin Yahûdî ve ateşperestin Müslüman olmasına vesîle oldu. Ayrıca gazâya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemin hazırlayacak faaliyetlerde bulundular. Orduyla berâber gittiklerinde konuşmalarıyle askerin moralini ve mâneviyâtını yükselttiler. Yine fethten sonra o beldenin gayr-i müslim halkını İslâmiyete ısındırmak için çalıştılar.
Bunun içindir ki, İslâm devletlerinde halîfeler ve sultanlar âlimlere ve evliyâya dâimâ kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devletinin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebû Saîd Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasîhatını ve duâlarını almayı ganîmet bilirlerdi.
Tarîkatların Türkiye Selçuklu Devletinin kuruluş ve sonraki dönemlerdeki hizmetleri aynen devâm etmiştir. Cemiyetin mânevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, Selçuklu sultanları tarafından büyük kabul görmüşlerdir. Bu sebeple Necmeddîn Bağdâdî, Sultan İzzeddîn Selçukî’den; Şihâbüddîn Sühreverdî, Birinci Alâeddîn Keykubâd’dan; Behâeddîn Veled, Alâeddîn Keykubâd’dan çok hürmet görmüştür.
On üçüncü asrın ortalarına doğru Konya’da Evhadeddîn Kirmânî, Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî, Celâleddîn-i Rûmî, Mueyyedüddîn el-Cündî, Saideddîn Fergânî; Tokat’ta Fahreddîn bin İbrâhim Irakî (v.689/m.1289), Kayseri ve Sivas’ta Necmeddîn Dâye (v.654/m.1256) Anadolu’da birlik ve berâberliğin mîmârlarındandır.
Selçukluların son zamanlarında Moğol istilâsıyle devlet otoritesinin kalmadığı, cemiyet hayâtının karışık olduğu sırada tarîkat, tasavvuf ehlinin nasîhatları, huzûrunu kaybetmiş insanlara büyük bir teselli ve sükûn kaynağı oldu. Tekkeler ve zâviyeler, birer huzûr evi durumundaydı. Bunun yanında devlet otoritesinin temininde büyük faydaları oldu. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâma ısındırmak, yâhut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücâdelesini veriyorlardı.
Bilâhare, Osmanlı Devletinin kuruluşunda büyük payı olan tarîkat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde memleketin her tarafında hizmet verdiler. Bilhassa Şeyh Edebâlî, Dursun Fakîh, Geyikli Baba, Emir Sultan, Somuncu Baba, Hacı Bektâş-ı Velî, Hacı Bayrâm-ı Velî ve Akşemseddîn’in hizmetleri çok büyüktür. Ancak son zamanlara doğru bu tarîkatlar ehliyetsiz kimselerin kontrolüne geçti. Böyle kimseler bu müessesenin yanlış anlaşılmasına vesîle oldular.
Yaklaşık yüz seneden beri, hakîkî İslâm âlimlerinin bildirdikleri bu hakîkî tarîkat ve tasavvuf yolları unutuldu. Tarîkat ve tasavvuf adı altında birçok şeyler uyduruldu. Tekkelerde haramlar ve bid’atler işlendi. Dinde câhil olanlar kendilerini şeyh ve mürşid olarak tanıttı. Bâzıları da sihir olarak yaptıkları, ağızlarına ateş alıp yanaklarına şiş sokup çıkarmaya kerâmet dediler. Böyle göz boyamaların haram olduğu, İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-yı Hadîsiyye kitabının ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının 266. mektubunda bildirilmiştir.
Nitekim, Peygamber efendimiz buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sâhibiyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
Tarîkatler başlıca iki kısma ayrılır:
1. Sessiz zikir Zikr-i hafî yapan tarîkatlar: Bunlar hazret-i Ebû Bekr’den gelmiş olup, mürşitlerinin adına göre Tayfûriyye, Medâriyye, Bektâşiyye (hakikî olan), Nakşibendiyye, Ahrâriyye, Ahmediyye-i Müceddidiyye ve Hâlidiyye gibi isimler almışlardır.
2. Yüksek sesle zikir Zikr-i cehrî yapan tarîkatler: Bunlar da, hazret-i Ali’den oniki imâm vâsıtasıyla gelmiştir. Oniki imâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-ı Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhur mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan Kâdirî ve Şâzilî, Sa’dî ve Rıfâî, Ebû Ali Rodbârî yolundan Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile Kübrevî meydana gelmiştir.
İmâm-ı Ali’den Hasan-ı Basrî vâsıtasıyle Edhemî ve bundan Çeştî doğmuş ve Bedeviyye de Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur. (Bkz. Tasavvuf)
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"