Göç eden, kendi memleketinden ayrılıp, başka bir beldeye yerleşen ve vatan tutan kimse, göçmen. Hicret kelimesinden gelen ve Arapça olan “Muhâcir” kelimesi genel olarak bu anlamda kullanılır. Ancak terim olarak; Allahü teâlânın izniyle, Peygamber efendimizden önce, Peygamber efendimizle birlikte ve Peygamber efendimizden sonra Mekke fethine kadar Mekke’den Medîne’ye hicret (göç) eden Müslümanlar için kullanılır. Muhâcir kelimesinin çoğulu “Muhâcirûn” veya “Muhâcirîn” dir.
Mekkeli müşrikler Peygamber efendimize ve Müslümanlara akla gelmedik baskı ve işkence yapıyorlardı. Allahü teâlânın izni ve emriyle Müslümanlar evlerini, mallarını, âile fertlerini terk ederek İslâmiyetin yayılması için Mekke’den iki defa Habeşistan’a sonra da Medîne’ye hicret ettiler. Medîne’de bulundukları zaman da canlarını Allah yolunda fedâ etmekten çekinmediler. İslâm dîninin yayılması için yapılan harplerde büyük kahramanlıklar gösterdiler. Birçoğu bu harplerde şehit düştü. Peygamber efendimiz Muhâcirlerin maddî durumlarını iyileştirmek için Medîneli Müslümanlar (Ensar)la onları kardeş yaptı, harplerde alınan ganîmetlerin bir kısmını muhâcirlere verdi.
Mekkeli Müslümanların hicreti Mekke’nin fethine kadar peyderpey devam etti. Son Muhâcir Peygamberimizin amcası hazret-i Abbâs oldu. Abbâs radıyallahü anh Mekke fethi için hazırlıklar yapılırken Medîne’ye hicret etti. Peygamber efendimiz yolda karşılaştıklarında kendisine; “Ey Abbas, ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de muhâcirlerin sonuncususun.” buyurdu.
Hicretten sonra Medîne nüfûsunun önemli bir kısmını teşkil eden, gerek Mekke’de gerekse Medine’deyken her türlü fedâkârlığı gösteren Muhâcirûn (Muhâcirler) Kur’ân-ı kerîmde medhedildiler.
Allahü teâlâ Bakara sûresi 218. âyetinde meâlen; “Allah ve Resûlüne îmân edenler ve vatanlarından hicret edip Allah yolunda cihâd edenler (var ya!) İşte onlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah pekçok mağfiret ve rahmet edicidir” ve Âl-i İmrân sûresi 195. âyetinde meâlen; “... Dinlerini korumak için vatanlarından (Mekke’den Medîne’ye) hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim dînim uğrunda işkenceye uğrayanların (eziyet görenlerin), savaşanların ve bu yolda öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Onları altından nehirler akan Cennetlere koyacağım. Bu lütuflar onlara Allah tarafından mükâfattır. Allah indinde onlara sevabın da en güzeli vardır.” ve Tevbe sûresi 20. âyetinde meâlen; “Îmân edenler, (Mekke’den Medîne’ye) hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler, Allah indinde daha yüksek dereceye sâhiptirler. Onlar dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşanlardır.” ve Tevbe sûresi 100. âyetinde meâlen; “Önce Müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennette sonsuz kalacaklardır.” buyurmuştur.
Mekke fethiyle Muhâcirlik durduysa da, Muhâcirûn şerefli bir topluluk olarak devam etti. Gerek Peygamber efendimizin sağlığında, gerekse vefâtından sonra büyük vazife ve hizmetler yüklendiler. Peygamberimizin dört halifesinin Muhâcirûndan olması onların derece ve hizmetlerinin yüksekliğini göstermektedir.
Bugün muhâcir kelimesiyle başka dindeki milletler tarafından işgal edilen eski Osmanlı topraklarından Türkiye’ye göç eden Müslüman ahâli kastedilmektedir. Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi), Rusların, Bulgarların, Yunanlıların ve diğer Hıristiyan milletlerin akıl almaz zulüm, işkence ve katliâmlarından kurtularak Türkiye’ye iltica eden Müslüman ahâli, ülkemizin çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir.
Doksanüç Harbinden sonra, ardı arkası kesilmeyen muhâcir kâfileleri Türk târihinde ayrı bir yer tutar. Bu zamanda bir milyondan fazla muhâcir Bulgaristan topraklarından İstanbul’a geldi. Pek büyük bir kısmı yollarda açlık ve soğuk sebebiyle telef oldu. Türkleri göçe, topraklarını ve servetlerini bırakarak gitmeye zorlamak için Rus işgalcilerle Balkanlarda bağımsızlık kazanan milletler pekçok zulüm ve baskı yaptılar. General Gurko bir Türk şehri olan Eski Zağra’daki Müslüman-Türkleri topluca kılıçtan geçirdi. Plevne Savunmasından sonra Ruslar tarafından esir edilen 43.000 Türk askeri dondurucu soğuk altında bekletilirken, Plevne’de ağır yaralı ve hasta oldukları için bırakılan 4.000 Türkten 3.000’i hayatlarına dokunmayacaklarına dâir söz vermelerine rağmen boğazları kesilerek, gözleri oyularak Bulgarlar tarafından hunharca öldürüldüler.
Mahmûd Celâleddîn Paşanın yazdığı Mir’ât-ı Hakikat adlı târih kitabında Doksanüç Harbi sonrasındaki göç hâdisesi şöyle anlatılıyor: “İşte o elem ve ızdırap dolu günlerde, artık devletin Sofya için yapacak birşeyi kalmamıştı. “Düşman geliyor!” sadâları Sofya’da toplanmış yüzbinlerce Müslüman âile fertlerinin kulaklarını çınlatıyordu. Bu durum karşısında mâneviyatları tamâmen sarsıldığından varlarını yoklarını yollara atıp, çocuklarını da önlerine katıp, feryâd ederek göç etmeye başladılar. Kışın olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü ve her tarafın karlar ve buzlarla kaplı olduğu bir zamandı. Nereye gideceğini bilemeyen muhâcirler, Sofya’yı Köstendil üzerinden Üsküb’e bağlayan anayolda toplandılar. O kadar kalabalık olmuştu ki, cadde üzerinde dört sıra hâlinde bir konvoy teşkil eden arabaların hareket etme imkânı kalmamıştı. Bu îtibarla bir arabanın dışarıdan konvoya girmek için on iki gün beklendiği ve bu yüzden yüzlerce insanın arabaların altında donup kaldığı görülmüştü.
Sözüne îtimad edilir birisi, bizzat şâhit olduğu şöyle hüzün verici bir hâdise anlatır: “Sofya dışındaki kabristanda, bir muhâcir kadın gördüm. Yanında iki kızı ve yedi-sekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Kadın etrâfa seslenip; “Ben şu kızlarla başımın çâresine bakayım, bu oğlanı benden alacak bir hayır sâhibi yok mu?” dedi. O esnâda biri; “Ben kabul ederim!” diye cevap verdi. Zavallı kadın oğlanı ona gönderirken ensesine şiddetli bir tokat indirdi. Orada bulunanlar; “Be kadın niçin çocuğu dövüyorsun?” dediklerinde; “Ben onu artık bir daha öbür dünyâda göreceğim. Acısı yüreğinde kalsın da, yaşadığı müddetçe anasını unutmasın diye bu tokadı vurdum.” cevabını verince, işitenlerin yüreği sızlamıştı.” İşte bunu okuyacak olan bizden sonraki nesiller, Sofya muhâcereti sırasında Müslümanların neler çektiğini düşünsünler.” (Mir’ât-ı Hakikat s.508).
Balkan Harbi, Birinci Dünyâ Harbi sırasında da büyük muhâcir kalabalıkları gelerek Türkiye’ye yerleştirilmişlerdir. Bulgaristan, Bosna-Hersek, Romanya gibi Balkan ülkelerinde ve Afganistan’da baskı ve zulme uğrayarak Türkiye’ye göç eden büyük kitleler Cumhûriyet döneminde de gelerek memleketimize yerleşmişlerdir. Bugün muhâcir yerine “göçmen” kelimesi kullanılmaktadır.
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 14
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"