İctihad

Hukuk ilminin kaynaklarından biri. İctihâd lügatte, gücü, kuvveti yettiği kadar zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir.

Hukukta ictihâd, hakkında kânûnî bir hüküm bulunmayan meselede, hâkimin kânuna, örf ve âdet hukûkuna veya kendisinin hukuk bilgisine dayanarak verdiği karardır. Kânunda boşluk bulunan bir meselede, hâkimin takdir yetkisi vardır. Hâkimin, takdir yetkisine dayanarak verdiği hukûkî kararlarına “mahkeme ictihâdı” adı da verilmiştir. Mahkeme ictihâdları bir hukuk kuralı olmak kuvvetine sâhiptir. Şu kadar var ki, ilk mahkemenin (sulh veya asliye) kararı,Yargıtay Yüksek Mahkemesinin kararıyla bozulabilir. Yargıtay Genel Kurulunun verdiği “ictihâd birleştirme kararı”, bir kânun kuvvetinde olup, Resmî Gazete’de yayınlandıktan sonra, her mahkemeyi bağlayıcı bir hukuk kuralıdır. İdârî ve askerî yüksek mahkemelerinin kararları da aynı niteliğe sâhiptir. Hukuk ilminde ihtisas kazanmış kişilerin görüşlerine de “doktrin” veya “ilmî ictihad” adı verilmiştir. Bu da yardımcı bir hukuk kuralıdır.

Bugüne kadar, çeşitli toplumlarda yürürlükte kalmış hukuk sistemlerinin önemli kaynaklarının birini de ictihadlar teşkil etmiştir. Avrupa hukûkunun menşei (kaynağı) durumunda bulunan Roma Hukûkunun gelişmesinde ilmî ictihadların büyük tesiri görülmüştür. Roma hukûku 12. asırdan îtibâren İtalya’da, Fransa’da ve bilhassa Almanya’da çok büyük bir önem kazanmıştı. On dokuzuncu asırdan sonra da İsviçre Hukûkuna tesiri büyük olmuştur. 1926 da kabul edilen Türk Medenî Kânunu’nun kaynağı da Roma Hukûkuydu. Medenî Kânun’un dördüncü maddesi genel olarak hâkimlerin takdir yetkisi kullanarak hüküm verebileceğini açıklamıştır. Mahkeme ictihadları ve doktrinler (ilmî ictihadlar) bu hukukların başlıca kaynakları arasındadır. Roma Hukûku tesirinde kalmayan İngiliz Hukûkunun en başta gelen bir özelliği, ictihadları ve meseleler hukûku olmasıdır. İngiliz Hukûkundan yüksek mahkeme kararları, âdetâ bir kânun kuvveti kazanmıştır.

İslâm Hukûku’nda ictihâd, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, mânâları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildirilen diğer dînî hükümlere kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir. Meselâ ana babaya itâatı emreden İsrâ sûresi 22. âyet-i kerîmede meâlen; “Öf, demeyin!” buyrulmuştur. Dövmekten, sövmekten söz edilmemiştir. Âyet-i kerîmede yalnız bunların en hafifi olan “öf” kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler dövmenin, sövmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir. Yine, Kur’ân-ı kerîm’de hamr, yâni şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi “hamr” kelimesinde anlaşılacağı üzere, aklı karıştırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunursa haramdır diye ictihâd etmişler, her sarhoş eden şeyin haram olduğunu bildirmişlerdir. Mecelle’nin 14. maddesinde: “Mevrid-i nass’da ictihada mesağ yoktur.” denilmektedir. Yâni Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş meselede ictihad yapılmaz.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Ey akıl sâhipleri! Akıl erdiremediğiniz meselelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz!” buyurarak bu âyet-i kerîmede kıyâs ve ictihâdı emretmektedir. Diğer birçok âyet-i kerîmelerden, ilimleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emir olundukları anlaşılmaktadır. Bu bakımdan kıyâs ve ictihâd, dinde sonradan çıkmış değildir. Çünkü bunlar âyetlerin mânâlarını meydana çıkarmaktadırlar. Bu mânâlara başka bir şey eklemezler. O halde; ehliyeti, liyâkati ve ilimde ihtisası tam olanların, yâni mânâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin içinde saklı bulunan hükümleri ve meseleleri, mefhum bakımından, mantık ve delâleti bakımından anlayabilecek kuvvet ve kudrette olanların ictihâd etmesi farzdır. Böyle yüksek âlimlere “müctehid” denir. 

İctihad mevki ve makâmının îcaplarını ve lüzûmlu şartlarını taşıyan, akılları kuvvetli kimseler, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) asr-ı saâdetinde, Eshâb-ı kirâmın devrinde ve onları gören yüksek âlimlerin (Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn) devrinde bulunabiliyor, onlardan ilim ve feyz alarak yetişebiliyordu. Zaman ilerleyip, Peygamberimizin devrinden uzaklaşıldıkça, fikirler, görüşler bozulmuş, dağılmş, bid’atler (aslı dinde olmayan hurâfeler) türemiş, üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asırdan sonra, ictihâd edecek kimsede bulunan sıfatlara sâhip bir âlim hemen hemen yetişemez olmuştur.

İctihâd makâmına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihâdına göre hareket etmek mecbûriyetindedir. Başka müctehide tâbi olamazlar. Peygamberimiz de, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emirleri, açık bildirilmiş emirlere kıyâs ederek ictihâd ederlerdi. Fakat ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ derhal Cebrâil aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahy ile düzeltirdi. Yâni Peygamberlerin ictihâdları hatâlı kalmazdı.Meselâ Bedir Savaşında alınan esirlere yapılacak muâmelede, Peygamber efendimiz bâzı Sahâbe-i kirâm ile birlikte bir türlü, hazret-i Ömer ise başka türlü ictihâd etmişlerdi. Sonra âyet-i kerîme gelerek Allahü teâlâ hazret-i Ömer’in ictihâdının doğru olduğunu bildirdi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, tam bir müctehid idiler.

Eshâb-ı kirâmdan sonra, meşhur dört imâm ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Züfer, İbn-i Nüceym, İmâm-ı Râfiî, İmâm-ı Nevevî, İmâm-ı Gazâlî ve benzerleri gibi yüksek âlimler yetişmişti.

Dinde ictihâd, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü her müctehide, kendi îctihâdı haktır ve doğrudur. İmâm-ı Yûsuf, İmâm-ı Muhammed ve diğerlerinin, hocaları olan İmâm-ı A’zam’a uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabul etmemek değildir. Kendi ictihâdlarını bildirmektir. Bunu bildirmeye memur ve mecburdurlar. Peygamber efendimiz, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları meselelerde, Kur’ân-ı kerîm’in hükmü ile hareket etmelerini, orada bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyurdu. Kendilerinden daha âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının ictihâdlarına tâbi olmalarını yasaklardı. Dört mezhep arasındaki farklar da bundan ileri gelmektedir.

Bir müctehidin ictihâd ederek, elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhurdur. Mezhep imâmlarının, abdestte, namazda, nikahta, mîrasta, vasiyetlerde, talakta (boşama), cürüm ve cinâyetlerde, alışverişte ve bunlar gibi birçok şeylerde, birbirine uymayan sözleri, hep ictihadlarından olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir. Eshâb-ı kirâm da, böylece bir çok işlerde birbirine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, sapıklık ve günah demeyi hatırlarına bile getirmemişlerdir. Mecelle’nin 26. maddesinde de “İctihâd ile ictihâd nakz olunmaz.” demektedir. Müctehidlerin ictihâdları arasındaki ayrılıklar, Müslümanlar için bir rahmettir. Bunlar Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Mezhepler arasındaki ayrılıklar rahmettir.” buyrulmuştur. Bu sebeple her Müslüman, dört hak mezhepten birine uyarak ibâdetlerini ve işlerini yapar. Yalnız, bu mezheplerin kolaylıklarını bir araya toplayamaz; böyle yapmak haramdır.

Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde herşeyi açıkça bildirirdi. Böylece ictihâdlara lüzum kalmazdı. Halbuki kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, dünyânın her yerinde farklı coğrafik ve iklim şartlarında tek bir emir altında yaşamaları belki de imkânsız olurdu. Hayat dîni olan İslâmiyette, ictihâdlar, her şart altında bulunan Müslümana çâreler göstermektedir.

Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 9 s. 325-327