Vahideddin Han

VAHÎDEDDÎN HÂN

Altıncı sultân Muhammed, sultân Abdülmecîdin oğludur.

Pâdişâh olan dört kardeşden en küçüğüdür.

Osmânlı pâdişâhlarının otuzaltıncısı ve sonuncusudur. İslâm halîfelerinin sonuncusudur.

1277 [m. 1861] de tevellüd etdi.

1336 [m. 1918] Ramezân-ı şerifinin yirmibesinci, temmuzun dördüncü perşembe günü hükmdâr oldu.

1344 [m. 1926] da İtalyada vefât etdi. Şâmda medfûndur.

Çok zekî idi. Fıkh bilgisi çokdu. Arada sultân Reşsâd olmayıp da, ikinci Abdülhamîd hândan sonra tahta çıksaydı, ittihâd ve terakkî hükûmetinin kanlı diktatörlüğünü önliyecek, felâketlerin önüne geçecek kudret ve idâre sâhibi idi. Mala, dünyâya düşkün olmadığı, güzel ahlâklı ve esi az görülebilecek kadar fazla nâmûslu olduğu, vesîkalarla göze çarpmakdadır. Metîn ve cesûr idi. Birinci cihân harbinin mağlûbiyyetle sona erdiği, milletin, açlık ve sefâlet çekdiği, düsmân filolarının Çanakkale boğazını geçdiği günlerde halîfe oldu. 11 Mayıs 1920 de düsmânların hâzırladığı Sevr sözleşmesini, her baskıya karsı imzâlamadı. İstiklâl mücâdelesini hâzırladı. Güvendiği kumandanları, bunun için, Anadoluya göndermek istedi. Bir kısmı kabûl etmedi. (Dünyâya karşı harb edilemez. Bu iş olamaz!) dediler. Nasîhatle iknâ’ edilerek gidenler oldu. Anadoluya bol para ve silâh yolladı. Milleti el altından teşvîk ederek, çok yardım yapılmasını sağladı. Kendisi İstanbulda kalarak siyâsî oyunlarla, büyük devletleri oyaladı. Din adamlarını, iftâra diyerek serâya çağırıp, Anadoludaki millî kuvvetlerin kazanması için düâ etmelerini, Anadoluya para, mal yardımı yapılması için, millete va’z ve nasîhat vermelerini sıkı emr eyledi. Her evden akın akın çamaşır, para yağdırıldı. Mektebler, mescidler, yollama me’mûrluğu hâline geldi. Eli silâh tutan, Anadoluya gönderildi. İngilizler bunları görünce serâyı sıkışdırıyordu. Sultân, bunlara, benim haberim yok, bunları önliyeceğim diyordu. Düşmânları inandırmak için, Anadoluya karşı (kuvâyı inzibâtiyye) kurdu. Böylece, büyük devletlerin savaşa karışmalarını önledi. Hâlbuki, eli silâh tutan herkes Anadoluya gönderiliyordu. Zaferin kazanılmasına çalışdı. Zaferden sonra, kendisine tehdîd mektûbları geldi: Git, oraya geliyoruz. Gelince seni öldüreceğiz. Karına, kızına, hepinize söyle böyle yapacağız diye çirkin küfrler yağdırıldı. İttihâd ve terakkî komitesinin bir Cehennem hayâtını andıran müdhiş bakısından ve ardsız arkasız harb felâketlerinden bitmiş bir milletin basına geçmisdi. Eğer, arada ittihâdcıların şaşkın ve zâlim ve sefâhat devri olmayıp da, ikinci Abdülhamîd hândan sonra tahta çıksaydı, felâketlerin önüne geçerek, imperatörlüğü, asrının ileri, güçlü, büyük devletleri arasına sokacak iktidârda ve kıymetde idi.

Resmli târîh mecmû’ası [m. 1952] baskısının, 1550.ci sahîfesinde diyor ki, (Millet meclîsi reîsi Halîl [Menteşe] beğin oğlu Nâhid Menteşe diyor ki: 30 Ekim 1336 [m. 1918] Çarşamba günü Mondros mütârekesi imzâ edilerek, birinci dünyâ harbi, mağlûbiyyetimizle bitdi. İttihâd ve terakkî kabînesi Mondros mütârekesini imzâladığı gün istifâ etdi. Sadr-ı a’zam Tal’at pâsanın yerine müşîr İzzet pâşa getirildi). İttihâdcılar mütârekeyi imzâlayıp, ertesi gün yurd dışına kaçdılar. Sultân, azgın bir komitenin baskısından kurtulup, milletin idâresini eline almış oldu. Fekat, düşmânlara teslîm edilmiş bir milletin idâresini almış bulunuyordu. 1361.ci sahîfesinde diyor ki, (İttihâd ve terakkî hükûmeti, günün birinde tahta çıkacağını bildiği veliahd Vahîdeddîni dâimâ göz altında bulundurdu. Ta’kîb etdirdi. Tahta çıkdıkdan sonra da, şarkdaki vazîfelerini temâmlayarak, İstanbula dönmüş olan doktor Behâeddîn Şâkir beğ emrindeki teşkilâtına, Vahîdeddîni kontrol vazîfesi verilmişdi). İttihâd ve terakkî çetecilerinin hükûmeti ele geçirdikleri günden beri, millete kan kusdurduklarını, açlık, sefâlet ve işkencenin artdığını gören pâdişâh, memleketin huzûra, se’âdete kavuşmasını birinci plâna aldı. Bu sözümüzü isbât eden vesîkalar çokdur. Meselâ 22 Şevvâl 1337 ve 21 Temmûz 1335 [m. 1919] târîhli irâde-i seniyyesi söyledir:

(Hatt-ı hümâyûn: Vezîr-i meâlî semîrim, hey’et-i vükelânın isti’fâsı kabûl olunarak, sadr-ı a’zamlık [başvekîllik] sizde ve şeyh-ül-islâmlık vazîfesi Mustafâ Sabrî efendi üzerinde bırakıldı. Herkesin bildiği gibi, zemân ehemmiyyetli olduğundan, devlet işlerinin selâmet ve sür’atle yürümesi için vekîller hey’etinin hiçbir partiden olmıyan tarafsız ve vatansever zâtlardan teşkîli çok lâzımdır. Bu şeklde ve kanûn-i esâsînin [anayasının] yirmiyedinci [27] maddesine uygun olarak kurduğunuz yeni kabîne tasdîk edilmişdir. Şu kritik zemânda, kuşatılmış bulunduğumuz tehlükeler ve sıkıntılar, vazîfe ve mes’ûliyyetini kavramış olan hey’etinizce göz önüne alınıp, devletin ve milletin dışardaki haklarını koruyarak ve memleket dâhilinde huzûr ve intizâmı sağlıyarak, devlet nüfûzunun her yerde te’mîn edilmesini ve bir zemândan beri vatandaşlar arasında yerleşmiş olan üzücü ayrılık ve kin duygularının giderilerek eskiden olduğu gibi, birlik ve sevginin getirilmesi için lâzım olan tedbirlerin alınmasında dakîka bile kaçırılmamasını vatan severliğinizden, dört gözle ve titizlikle beklemekdeyim. Cenâb-ı kâdir-i mutlak hazretleri, vatanın selâmeti için olan çalışmalarınızda muvaffak buyursun. Âmîn).

İttihâd ve terakkî önderleri, sultânın, particiliği kaldırmak, Allah yolunda birleşerek râhat ve huzûra kavuşmak için teşkilât kurduğunu, metodlu ve programlı çalışdığını görünce, postu kapdırmamak için telâşa düşmüşdü. Tal’at pâşa, Behâeddîn Şâkirle arkadaşı Ca’fer beği, Sultân Ahmeddeki evine da’vet etdi. Vahîdeddîni tahtından indirerek yerine Abdülmecîd efendiyi geçirelim dedi. Behâeddîn Şâkir ise, Vahîdeddîni öldürelim. Yerine Abdülmecîdi geçirelim dedi. Tal’at pâşa, öldürmek iyi olmaz. Tahtından indirelim. İsmâ’îl Canbolat, Hüseyn Tosun, merkez kumandanı Cevâd beğlere de söyleyiniz! Ben de Enver pâşaya haber vereyim dedi. Beyoğlunda gizli silâhlı kuvvet vücûde getirildi. Tal’at pâşanın evinde yapılan ikinci toplantıda, serây baş mâbeyncisi Lutfî Simâvî de vardı ve serâydaki çalışmalar hakkında geniş bilgi verdi. Baş yâver Ömer beğle Hüdâî beğin ve Cevâd beğin yardımı ile Ca’fer ve Canbolat beğlerin, hal’ işini yapması karârlaşdırıldı. Ca’fer beğ, Tal’at pâşaya, Vahîdeddîni alıp götürmek kolay ammâ, Mecîd efendiye önceden haber verelim dedi. Ertesi gün Mecîd efendinin eniştesi Zülkifl Ahmed pâşaya haber verdi. Pâşa aksam üzeri serâydan gelerek, Tal’at pâşanın selâmını ve arzûsunu Mecîd efendiye söyledi. (Cebr yolu ile, halîfeyi atıp, yerine benim geçmem doğru değildir. Ben sıramı bekler ve ancak, sıram gelince tahta çıkarım) dediğini bildirdi. Ca’fer beğ, bu cevâbı Tal’at pâşaya anlatdı. Tal’at pâşa çok üzüldü. Hak ve adâlet duygusunu gösteren ve saygı hislerine dayanan bu sözleri, kendi görüşü ve düşünüşü ile ölçerek, Vahîdeddînden korkduğu için böyle söylemiş dedi. Birkaç gün sonra, Bulgaristândaki ordunun bozguna uğraması, ittihâdcıları şaşkına çevirdi. Sultân Vahîdeddîn ile uğraşmağa vakt bulamadılar. Kendi derdlerine düsdüler.

Sultân Vahîdeddîn hân, ordunun silâhları alındığı, düsmân filolarının Çanakkale boğazını aşdığı, imperatörlüğü parçalamağa başladıkları bir zemânda halîfe oldu. Bir felâket olan 11 Mayıs 1339 [m. 1920] târîhinde düşmânların Pârisde hâzırlayıp tedkîk ve tasdîk için İstanbula gönderdikleri Sevr andlaşmasını imzâlamadı. Bu mu’âhede Anadoluyu parçalıyordu. 16 Mart 1920 de düsmânlarımız İstanbulu isgâl etdi. O gün ingilizler Şâhzâde başı karakolundaki askerlerimizi uyurken süngülediler. 16 Mart şehîdleri her sene Fâtih parkı önünde anılmakdadır. Sevr mü’âhedesinin yüzelliikinci [152] maddesinde, Osmânlı ordusu temâmen lağv edilmiş, yalnız halîfenin şahsını korumak için, yediyüz kişilik (Maiyyet-i seniyye) kıt’ası bırakılmısdı. Bu biricik taburu, Ayasofya etrâfında sipere sokup, câmi’e çan takmak veyâ müze yapmak istiyenlere ateş ediniz emrini verdi. Vatanın, düsmân çizmesi altında kalan İstanbuldan kurtarılamıyacağını anladı. 1337 [m. 1919] ilk behârında, güvendiği pâsaları Anadoluya gönderip, istiklâl harbini hâzırladı. Anadoluda teşkilât kurmak için, bir başkumandan göndermeği karârlaşdırdı. Fekat, ordu silâhdan tecrîd edildiği zemân, kumandanlar İstanbula çağrılmış, gelenler arasında en değerlileri Maltaya sürülmüşdü. Böylece Medîne muhâfızı Fahrî pâşa, onikinci ordu kumandanı Alî İhsân paşa ve [m. 1919] da harbiye nâzırı olan Mersinli Cemâl pâşa sürülmüşlerdi. Mondros mütârekesinin yerine getirildiğini izlemek için Anadoluya bir müfettiş göndereceğini söyliyerek İstanbuldaki isgâl kumandanlarını aldatdı. Maltaya sürülmiyenlerden Çanakkale harbinde ordu erkân-ı harb reîsi ve Vehîb pâşanın birâderi olan Yanyalı Es’ad pâşanın dâmâdı harbiye nâzırı palabıyık Ziyâ pâşayı göndermek istedi. Prostat hastalığı olduğunu söyliyerek gitmedi. Kadıköyde oturan çerkes Ferîd pâşaya teklîf etdi. Bu da özr diliyerek gitmedi. Çerkes Ferîd pâşa, son zemânlarında, (Hayâtımda en büyük hatâm budur. Kabûl etmediğime çok nâdim oldum) demisdir. Anadoluya gönderilecek kumandanın seçilmesinde çeşidli zümreler, kendi hesâblarına, halîfe üzerinde te’sîr yapmağa çalışdılar. Hele ingilizler, hem perde arkasından, hem de açıkça, hîlelere başvurdular. Vaktiyle sultân Abdülmecîd hânı aldatarak, yetişdirdikleri mason Resîd pâşayı Sadr-ı a’zam yapdırdıkları gibi, serâydaki câsûsları vâsıtası ile halîfeyi aldatıp, Anadoluya soysuz, satılmış bir adamlarının gönderilmesi için çok uğraşdılar.

(Türkiye Târîhi) kitâbının yazarı Yılmaz Öztuna, h. 1411, m. 4 Hazîran 1991 târîhli Türkiye gazetesindeki tefrîkasında diyor ki, (İngilizlerin Yunanlıları İzmire çıkarıp, Anadolunun bu kısmını kana buladıkları zemân, pâdişâh, fahrî yâveri olan Mustafâ Kemâl pâşa ile serâyında başbaşa görüsdü. Pâşa, muvaffak ol düâsını alıp, teşekkür ederek, huzür-ı hümâyûndan ayrıldı. 19 Mayıs 1919 günü Samsuna çıkdı. 23 Temmuzda Erzurum kongresine ve 4 Eylülde Sivâs kongresine pâdişâh yâveri kordonları ile katıldı. Sakarya meydân muhârebesini Osmânlı pâşası rütbesi ile idâre etdi. 1934 de Atatürk soyadını alıncıya kadar, gâzî denildi. 1881 de, Selânikde tevellüd ve 1938 de İstanbulda vefât etdi. Na’şı Ankaraya nakl edildi. 1902 de piyâde teğmeni, 1905 de erkân-ı harb yüzbaşısı oldu. 1907 de kol-ağası oldu. 1908 de Selânikden İstanbula gelen çetecilerin kurmay başkanı idi. 1911 de binbaşı, 1914 de yarbay, 1915 de albay, 1916 da mirlivâ [pâşa] olarak merkezi Diyâr-ı Bekrde olan 2.ci ordu kumandanlığına ve 1917 de 7.ci ordu kumandanı olarak Filistin cebhesine ta’yîn edilmisdir. 1917 sonunda, Velhi-ahd Vahîdeddîn efendi, Almanyaya giderken, pâsayı kendine yâver yaparak, berâber götürmüşdür. Avdetinde, Filistindeki 7.ci ordu kumandanı oldu. 4.cü ordu kumandanı Mersinli Cemâl pâşa ve 8.ci ordu kumandanı Fevzi pâşa idi. Bu üç ordu, mağlûb oldu, dağıldı).

Yemen kahramânı ve işgal zemânında Kuleli askerî lisesi kumandanı olan mîralay [albay] Celâl beğ, Anadoluya gönderilecek pâşa hakkında şâhid olduğu târîhî bir vak’ayı bu fakîre anlatmısdır. Sultân Vahîdeddînin sadr-ı a’zamlarından İzzet, Alî Rızâ ve Sâlih pâşalar ve son sadr-ı a’zam olan Ahmed Tevfîk pâşa millî mücâdeleyi İstanbuldan açıkça desteklediler. Pâşaların çoğu Anadoluya sadr-ı a’zam dâmâd Ferîd pâşanın yazılı emri ile gönderildi. Bu emrlerin fotokopisi neşr edilmisdir. Bu hâl, sultânın millî mücâdeleye karşı olmadığını göstermekdedir. Zâten onüçbuçuk ay hükümet başkanlığı yapabilmişdi. Bunun zemânında, kuvây-ı milliyyeye İstanbuldan subay, cebhâne ve çok para gönderildi. Sadr-ı a’zam Ferîd pâşa, halîfenin ablası Medîha sultânın zevci idi. 6 Ekim 1341 [m. 1923] de Nice'de 69 yaşında ölmüşdür. Ferîd pâşaya ve iki devlet adamına su’i kasd tertîb edildiğini ve kirâlık iki kâtil ile iki yardımcısı suç üstü yakalanarak, bunlara yataklık yapan dokuz kişi ile birlikde İstanbulda askerî mahkemede muhâkeme edildiklerini 2 Hazîran 1338 [m. 1920] Çarşamba ve sonraki günlerdeki İstanbul gazeteleri uzun yazdılar. Devlet, içden dışdan yıkılmakda iken, Sultân, kuvây-ı inzibâtiyye diye hâzırladığı birlikleri de açıkça gönderip, kumandanlarına, Anadoludaki kuvvetlere katılınız diye gizli emr verdi. İstanbuldaki isgâl ordularına sezdirmeden, kuvây-ı milliyyeyi kurdu ve kuvvetlendirdi. Bütün müslimânları cihâda da’vet etdi. Büyük âlim Abdülhakîm-i Arvâsî buyurdu ki, (Beşiktaşda, Sinân pâşa câmi’inde va’z edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir serây arabasından, kibâr bir beğ inip, (El melikü yakraükesselâm ve yed’ûke iletta’âm) dedi. Ya’nî, sultân, sana selâm ediyor ve seni iftâra çağırıyor dedi. Araba ile serâya gitdik. İstanbulun seçilmiş vâ’ızları, imâmları çağrılmış idi. Mükellef bir yemekden sonra, ser müsâhib geldi. Sultânın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadoluda kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyyenin gâlib gelmesi için düâ etmenizi ve Anadoludaki mücâhidlere para, mal ve düâ ile yardım etmeleri, eli silâh tutanların onlara katılmaları için milleti teşvîk etmenizi ricâ ediyor dedi. Bu emr üzerine çok kimseyi Anadoluya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum). Îmân kuvveti ile halîfenin teşviki ile, kadınlı erkekli bütün millet, kâfirlere karşı silâha sarıldı. Çok sayıda müslimân şehîd oldu. Allah Allah diyerek, 30 Ağustos 1340 [m. 1922] günü yunan ordusu bozguna uğratıldı. Fekat, ne yazık ki, mason, siyonizm mel’aneti ise karışdı. Mevkı’ ve para ile aldatılanlar oldu. Anadoluda zaferi kazanan, haçlıları denize döken türkün, her zemân şâhlanan îmânını yok etmek için, halîfeyi ortadan kaldırmak, asrlardan beri düşünülüyordu. Önce, her müslimâna yapdıkları gibi, iftirâ, kötüleme kampanyası açıldı. Devlet başkanlığı elinden alındı. Hutbelerden adı kaldırıldı. En kaba, iğrenç küfrlerle, hayâtını, ırzını, nâmûsunu tehdîd eden mektûblar, hergün gönderilerek, memleketden ayrılmağa zorlandı. Nihâyet İstanbuldaki İngiliz işgal kuvvetleri kumandanı general Harington, 17 Kasım 1922 Cum’a günü, halîfeyi Dolmabahçe serâyından motora alarak, Malaya harb gemisine bırakdı. Bu gemi doğru Malta adasına götürdü. Böylece, müslimânlar başsız bırakılarak, hıristiyan ve mason âlemi, asrlarca bekledikleri başarıya kavuşmuş oldu. Yerine getirilen Abdülmecîd efendi meşrû’ halîfe değildi. 3 Mart 1342 [m. 1924] de hilâfete son verildi.

Sultân Reşâd ve Sultân Vahîdeddîn devrlerinde Mâbeyn Başkitâbetinde bulunmuş olan merhûm Alî Fuâd Türkgeldinin Serây hâtıralarını hâvi “Görüp İşitdiklerim” adlı kitâbı, Türk Târîh Kurumu tarafından neşr edilmişdir. Bu hâtıraların büyük kısmı, Sultân Vahîdeddîn devrine âiddir. Bu meyânda Sultân Vahîdeddînin Alî Fuâd Türkgeldiye mahremâne ba’zı beyânları da mevcûddur.

[27 Kânûn-i sânî 1335 (Ocak 1919) Pazartesi günü huzûra kabûlümde, (Ecnebîler pek bî-Aman!.. cümlesi ile gece gündüz ne çekdiğimi bir Allah bilir, bir ben bilirim. Bizi tazyîk ile Meclis-i Meb’usânı dağıtdırdılar. Fikrlerini ihsâs değil, âdeta açıkdan açığa izhâr ediyorlar. Ben meşrûtî bir hükümdâr olduğum hâlde doğrudan doğruya bana mürâceat eyliyorlar. Meşrûtiyetden bahs edince ‘Hangi meşrûtiyet!’ diye mukâbele ediyorlar. Karşımızda mürâceat edecek kuvvet olarak yalnız sizi tanırız ve sözlerimizi ısgâ etmezseniz (dinlemezseniz) sizi de tanımayız demek istiyorlar. İstiklâlimizi kurtarmak için bizzarûre bu hâllere tahammül ediliyor. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum, taht-ı saltanâtın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahs edilemiyor; millete de malûmât verilemiyor. Elbet bir gün târîh bu hakâyiki (hakikatleri) yazar. Vâkıâ merhûm birâder de (Sultân Reşâd) dâhili bir kuvve-i gâlibenin taht-ı tazyikinde (baskısı altında) idi. Lâkin ben onun kat kat fevkinde olarak diritnavtlarıyla mücehhez bir kuvvet karsısında bulunuyorum. “Eğer âkilâne (akıllıca), bî-garazâne (kinsizce) ve bî tarafâne (tarafsızca) idâre-i umûr (işleri idâre) edecek bir halefim olsaydı, ömrümün devr-i âhırında (son devrinde) bu bâr-ı azîmi (büyük yükü) vallahi, billahi ve tallahi kabûl etmezdim. Taht-ı saltanât ile teneşir arasında ne kadar mesâfe olduğunu bilirim; siz de gözünüzle gördünüz, bir tarafta taht, bir tarafta da tabut duruyordu” dedi (Topkapı Serâyında cülûs merâsimini imâen).]

Sultân Vahîdeddînin bu sözlerini teyîd eden bir beyânât da, Büyük Millet Meclisinin zabıtlarına geçmişdir. Bu da, Sâbık Harbiye Nâzırı Fevzi (Çakmak) Pâşanın, 27 Nisan 1920 târîhinde Büyük Millet Meclisinde yapdığı târîhî konuşmada derc edilmişdir. Fevzi Pâşa, İstanbulun fi’len işgali üzerine Anadoluya geçmiş ve Ankaraya vardığı gün, Büyük Millet Meclisinde Pây-ı tahtdaki durum hakkında, hitâbet kürsüsünden bir îzâhât vermişdir. Sonradan Büyük Millet Meclisi tarafından tab’ ve neşr olunan bu îzâhâtın Sultân Vahîdeddîn ile alâkalı kısmlarını, zabıtlardan buraya aktarıyoruz: “Efendiler! Gerek Pâdişâhımız Efendimiz Hazretleri, gerek bendeniz, beş yüz senelik bâkir pây-ı tahtımızın ilk def’a a’dâ (düşmanlar) tarafından işgâli fâciasını görmek bedbahtlığına uğramış felâketzedeleriz.” “Cum’a selâmlığına gitdiğim sırada, Zât-ı Şâhânenin selâmlığa çıkıp çıkmamasını İngilizlerden sormağa mecbûr olduk. Çünki efendiler! Silâhlı bir neferin dışarı çıkmasına müsâade etmiyorlardı. Hâlbuki, Zât-ı Şâhâne ve Makâm-ı Hilâfet şimdiye kadar tabiî kuvve-i cismâniye gösteren silâhlı askerler arasından, teâmül vechile câmi-i şerîfe teşrîf buyurmaları lâzım geldiğinden, biz buna şübhesiz cesâret edemedik. Böyle bir vaziyetde İngilizlerin gelip silâhları toplaması sûretiyle Makâm-ı Hilâfetin büsbütün hakâret mevkiine düşmesini istemedik. Tecvîz etmedik (câiz görmedik). Mecbûr olduk, asker göndermemeye... Askerler gidemedi, yalnız bahriyeden elli kişilik bir müfreze gitdi. Bilâhere İngilizler müsâade etdiler. Sırf mâiyet-i seniyede bulunan biraz asker geldi. Onlar arasından Zât-ı Şâhâne kemâl-i me’yûsiyetle geçerek câmi’-i şerîfe tesrîf buyurdular.

Fâzıl Pâşa (Yozgat) -Hangi câmi’e Pâşam?

Fevzi Pâşa, (devâmla) -Yıldız’da Hamîdiye Câmi’ine efendim! Nemâzdan evvel bendenizi kabûl etdiler. Fevkalâde müteheyyiç (heyecânlı) bulunuyorlardı. Buyurdular ki, "Ben, bugün böyle azâb-ı elîm içinde, câmi’e gelmek istemiyordum, fekat bir vazîfe-i dîniyedir. Vazîfe-i dîniyeyi geri bırakmayı münâsib görmedim. Cenâb-ı Hakka elli senelik mesâvînin (kötülüklerin) gerek benim ve gerekse sizin kabînenin üzerimize yıkıldığını görmekle fevkalâde dilhûnum (içi kan ağlayanım). Enkâzın altında ezildik” diyerek teessüf buyurdular. Ayağa kalkdılar. Birkaç def’a kemâl-i hüzn ile bendenize hitâb etdiler. Tesellî verecek hiç bir şey yokdu. Birkaç def’a İngilizler diritnavtlarının toplarını çevirmişler, güyâ uzakdan atılmazmış gibi, diritnavtların bir kısmını Köprüye kadar sokarak her tehdîdâtı yapmakda kusûr etmemişlerdi. Oradan çekildik. Her gün yeni tevkîfât ve tehdîdâta mâruz kalıyorduk. Zât-ı Şâhâne, ertesi selâmlıkda bendenizi tekrâr kabûl ile buyurdular ki, “Aman Anadolu ile irtibâtı te’mîn ediniz.” Bendeniz dedim ki, “İrtibât müheyyâdır (hâzırdır). Ancak İngilizler mâni’ oluyorlar. Her bir telgrafımızı kontrola tâbi’ bulunduruyorlar. Şübhesiz, biz her bir sühûleti (kolaylığı) gösteriyoruz. Ancak İngilizler tarafından dûçâr olduğumuz müşkilât bizi büyük bir tazyîk içinde bulunduruyor.” Bu ma’rûzâtım üzerine, “Aman, zinhâr siz çekilmeyiniz. Ve Anadolu ile irtibât te’sîs ediniz” buyurdular. Bendeniz bu fermân üzerine yâverimi göndermek husûsuna teşebbüs etdiğim gibi, kabîne de, ba’zı zevâtın gönderilmesine teşebbüs etdi. İngilizler muvâfakat etdiler. Îcâb eden zevâtın gönderildiğini ve bir tarafdan da, ba’zı kolordularla irtibâtımızı arz etdiğim vakt fevkalâde memnûn oldular.”

Sultân Vahîdeddînin, Mütâreke gayyâsında dûçâr olduğu zarûretleri ve çâresizliği gösteren dahâ bir çok vesîka bulmak mümkündür. Tahta çıkdığı zemân, çokdan gaybedilmiş olan bir harbin netîcesi olarak, milletin uğradığı felâketler karsısında, neler düşündüğü ve neler hissetdiği de yine Alî Fuâd Türkgeldinin hikâye etdiği bir hâdiseden anlaşılabilir. 1919 senesi Ramezânında bir sabâh Yıldız Serâyında yangın çıkar. Kısa zemânda büyüyen alevler, Sultânın geceleri kaldığı dâireyi de sarar. O geceyi tesâdüfen Cihânnümâ Köşkünde geçirmiş olan Sultân Vahîdeddîn, yangını haber alınca, gecelik entârisi üzerine pardesüsünü giyerek dışarı çıkar. Köşkün önünde, hiç bir telâş eseri göstermeksizin yangını seyrederken, müstahdemden birinin teessürden ağlamaya başlaması üzerine, canı sıkılarak;

- Benim milletimin ocağı yanıyor, ben onu düşünüyorum; kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var? der.