Murad Han-IV

Murad Han-IV

Babası...................................... : Birinci Ahmed Han

Annesi...................................... : Mâhpeyker Kösem Sultan

Doğumu.................................... : 27 Temmuz 1612

Vefâtı....................................... : 8/9 Şubat 1640

Tahta Geçişi.............................. : 10 Eylül 1623

Saltanat Müddeti....................... : 16 sene 4 ay 29 gün

Halîfelik Sırası........................... : 82

Osmanlı sultanlarının on yedincisi ve İslâm halîfelerinin seksen ikincisi. Sultan birinci Ahmed Han’ın oğlu olup, 27 Temmuz 1612’de Mâhpeyker Kösem Sultan’dan doğdu. En mümtaz mürebbiyelerin nezâretinde terbiye edildi. Enderûn mektebindeki hocalardan husûsî dersler aldı. Kösem Sultan, oğlu Murâd’ın diğer şehzâdelerden her yönü ile üstün olması için çok gayret gösterdi. Şehzâde Murâd da kendisine gösterilen alâkayı boşa çıkarmadı. İlim öğrenmekteki sür’ati, plânlı yaşayışı, spor ve silâh tâlimlerindeki başarısı, atik ve çevikliği, çabucak serpilip yetişmesi ile dikkati çekti. Hüsamzâde, Sarı Solak ve Hacı Süleymân efendilerden ok atmayı, Cündî Halil Paşa’dan ata binmeyi öğrendi. Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi gibi zamanın önde gelen âlimlerden fıkıh dersleri aldı. Babasının da hocası olan Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerini, küçük yaşta Üsküdar’daki dergâhında ziyaret etmeye başladı. Babası sultan Ahmed Han’ın vefâtıyla, memlekette devlet otoritesi sarsılmış, İslâm düşmanları her taraftan hücuma geçmişti. Binlerce yeniçeri, başı bozuk bir güruh hâline gelmişti. Velîahd şehzâde Murâd, daha on yaşında İstanbul’da kıyafetini değiştirerek dolaşır, halkla te’sis edeceği işbirliği netîcesi, ilerde yapacağı işlerin plânlarını kurardı. Kimden nasıl istifâde edeceğini, kimi nasıl cezalandıracağını tek tek defterine kaydederdi.

Şehzâde Murâd, rahatsız olan amcası Mustafa Han’ın tahttan indirilmesi üzerine 10 Eylül 1623’de sultan dördüncü Murâd ünvânı ile Osmanlı pâdişâhı oldu. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesinde hocası Azîz Mahmûd Hüdâî’nin elinden kılıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idare edemeyeceği görüşü hâkim olarak, annesi Mâhpeyker Kösem Sultan saltanat nâibesi tâyin edildi. Sultan Murâd, çocuk denecek yaşta olmasına rağmen, saltanat işlerine yabancı kalmamak için her işi öğrenmek ve mâhiyyetini anlamak istiyordu. Çok zekî ve serî anlayışlı ve hafızası kuvvetti olduğundan, yaşı ilerledikçe devlet işlerine alâkası artıyordu. Diğer taraftan ilim öğreniyor, târih kitaplarını okuyor, dedelerinin hâl ve hareketlerini, çeşitli durumlar karşısında aldıkları tedbir ve tavırları tek tek inceliyordu. Dedelerinden Yavuz Sultan Selîm Han’a özeniyor, onun gibi olmak için her yönden kendisini yetiştiriyordu. Onun gibi bilgili, onun gibi güçlü kuvvetli, onun gibi korkusuz olmak için çırpınıyordu. Zaman zaman halkın içine girer, değişik kıyafetlerle onların sohbetlerini dinlerdi. Halkın derdini halktan bir kimse olarak yerinde incelerdi. İnsanların kimden nasıl zarar gördüğünü, zulüm merkezlerini tek tek tesbit etti.

Sultan Murâd’ın tahta geçmesinden kısa süre sonra merkeze bağlılığını gevşetmiş vilâyetlerden biri olan Bağdâd’ın, subaşısı Bekir ve azaplar ağası Mehmed Kanber, yönetimi zorla ele geçirdi. Diyarbakır beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa, Sultan tarafından Bağdâd’daki karışıklığı bastırmakla görevlendirildi. Bekir Subaşı’nın, safevîlerden yardım isteyeceğini ve bu zemini hazırlamış olduğunu öğrenen Hâfız Ahmed Paşa, Sultan’a Bekir Subaşı’nın Bağdâd vâliliğine getirilmesini arzetti. Teklif uygun görüldü. Bu sırada Bekir Subaşı, Safevî hükümdarından yardım istedi. Vali olduğuna dâir emirname Bekir Subaşı’ya gönderilince, İran askerlerini Bağdad’dan kovdu. Bekir Subaşı’nın bu hareketine kızan Şâh Abbâs, Bağdâd üzerine yürüyerek, şehri ele geçirdi ve Bekir’i îdâm ettirdi (28 Kasım 1625). Halkın silâhlarını topladıktan sonra, binlerce Ehl-i sünnet müslümanı öldürdü. Şehrin büyük kısmını tahrib etti ve İmâm-ı a’zam ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerini yıktırdı.

Bağdâd İran’ın eline geçtiği sırada Abaza Mehmed Paşa, sultan Osman’ın intikamı uğruna ayaklandığını îlân ederek, etrafına asker topluyor ve yakaladığı yeniçerileri işkencelerle öldürüyordu. Anadolu’da çeşitli şehirleri ele geçiren Abaza, ordusunu, Osmanlı ordusu gibi altı bölüğe taksim etmişti. Maran beylerbeyi Kalavun Paşa ve Tayyar Mehmed Paşa, Abaza Mehmed Paşa’ya katılmışlardı. Sadrâzam Çerkes Mehmed Paşa büyük bir ordu ile Abaza’nın isyânını bastırmak için sefere çıktı. Kardeş kanı dökmek istemeyen sadrâzam, Abaza ile anlaşabilmek için yirmi gün kadar Konya ovasında bekledi. Anlaşma olmayınca iki ordu Kayseri ovasında Karasu civarında karşılaştı. Savaşın en şiddetli olduğu sırada Murtezâ ve Tayyar Mehmed Paşa, sadrâzamın tarafına geçti. Bunun üzerine mağlûb olan Abaza, Erzurum’a çekildi. Kış geldiğinden sadrâzam ile Abaza arasında yapılan anlaşmaya göre Abaza, Erzurum vâliliğinde bırakıldı. Sadrâzam da Tokat’a çekildi. Abaza isyânının bastırılmasından kısa bir süre sonra, Balıkesir civarında Cennetoğlu adlı bir celâli geniş ölçüde faaliyet göstermeye başladı. 1624 Aralık ayında sadâret kethüdası vezir Kanlı Mehmed Paşa, Cennetoğlu üzerine serdâr tâyin edildi. Manisa yakınlarında geçen muhârebede yenilen Cennetoğlu, Denizli’ye kaçtı ise de burada yakalanıp, îdâm edildi.

Sadrâzam Çerkes Mehmed Paşa, Tokat kışlağında, Bağdâd üzerine gitmek için beklerken, 28 Ocak 1625’de Tokat’ta öldü. Yerine Hâfız Ahmed Paşa sadârete getirildi. İran seferine çıkan Hâfız Ahmed Paşa, bizzat Safevî ordusuna kumanda eden Şâh Abbâs’a karşı muvaffak olamadı. Bağdâd’ı kuşattı. İran ordusunun şehre yardıma gelmesi, Osmanlı ordusunu iki cephede harbe mecbur bıraktı. Yorgun Osmanlı ordusu, hastalık ve açlıktan bir hayli sarsıldığı için, Hâfız Ahmed Paşa kuşatmayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Bunun üzerine azledilerek yerine Dâmâd Halil paşa ikinci defa sadârete getirildi. Dâmâd Halil paşa sadârete geldiği sırada Abaza Mehmed Paşa, tekrar isyân ederek, eline geçirdiği yeniçeriyi öldürdü. Bunun üzerine Sadrâzam, Abaza üzerine sefere çıktı. 7 Ağustos 1626’de Diyarbakır’a gelen Halîl Paşa, Abaza ile müzâkerelerde bulundu. İran serdârlığını isteyen Abaza, bu görevi kumanda edeceği orduda yeniçeri bulunmamak şartı ile kabul ediyordu. Halîl Paşa, Abaza’nın bu tekliflerini kabûl etmeyerek, Dişlek Hüseyin Paşa’yı beş bin askerle Abaza’nın üzerine gönderdi. Diğer taraftan İstanbul’dan gönderilen sekiz yüz yeniçeri Erzurum’a gidip, Abaza’nın maiyyetine girdi. Bunların kendisine suikast yapacaklarını öğrenen Abaza, hepsini öldürttü. Dişlek Hüseyin Paşa’nın Abaza’ya yenilmesi üzerine 12 Eylül 1627 günü Erzurum önüne gelen sadrâzam Halîl Paşa, şehri kuşattı. Kırk bir gün süren kuşatmada kalenin düşmemesi üzerine muhasarayı kaldıran sadrâzam, Tokat kışlasına çekildi. Halîl Paşa Abaza isyânını bastıramaması üzerine 6 Nisan 1627’de azledilerek yerine Boşnak Hüsrev Paşa tâyin edildi.

Boşnak Hüsrev Paşa, İstanbul’dan ayrılarak Tokat’a gitti ve 22 Temmuz 1628’de Abaza’nın üzerine hareket etti. 30 Ağustos’da Erzurum önlerine gelerek şehri kuşattı. Hüsrev Paşa, Erzurum kalesine casuslar sokarak, Abaza’nın askerine itaat şartı ile mükâfat vâdetti. Bunun üzerine Abaza’nın bir kısım askeri Erzurum’dan gizlice çıkarak sadrâzamın ordusuna katıldılar. Ancak on dört gün muhasaraya dayanabilen Abaza, affedilip İstanbul’a gönderilmesi şartıyla 22 Eylül’de teslim oldu. Böylece altı senedir devam eden Abaza mes’elesi sona erdi. Hüsrev Paşa, yanında Abaza Mehmed Paşa olduğu hâlde, 9 Aralık 1628’de İstanbul’a döndü. Huzura kabul edilen Abaza Mehmed Paşa, affedilerek Bosna beylerbeyliğine tâyin edildi.

Hüsrev Paşa, İstanbul’da yedi ay kaldıktan sonra 10 Haziran 1629’da Üsküdar ordugâhına geçerek, İran seferine çıktı. Asıl gayesi Bağdâd’ı almak olan Hüsrev Paşa, iki buçuk sene kadar Anadolu’da dolaştığı sırada bir sadrâzama yakışmayan icrâatta bulunuyor, ondan güç alan bir çok zâlim de halka zulmediyordu. Bu duruma çok üzülen sultan Murâd, Hüsrev Paşa’yı sadrâzamlıktan azletti. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi nezâretinde ve Pâdişâh’ın huzurunda yapılan mahkeme neticesinde Hüsrev Paşa’nın îdâmına hükmedildi ise de Paşa’nın sipahiler üzerinde büyük nüfuzu bulunduğundan, hüküm tatbik edilemedi. Yerine sadâret kaymakamı ve ikinci vezir olan Recep Paşa tâyin edilmeyip, âdete muhalif olarak üçüncü vezir Hâfız Ahmed Paşa’ya sadrâzamlık verildi.

Hüsrev Paşa’nın azli, sipâhî zorbalarının işini bozdu. Zîrâ bunlar, paşaya güvenerek serbest hareket ediyorlardı. Bunlar, Hâfız Paşa’yı sadârete getirmiş olanların haklarından gelerek Hüsrev Paşa’yı tekrar sadrâzam yapmak için anlaştılar. Bu sırada, Hâfız Paşa başkanlığında devlet erkânıyla yapılan toplantıda, taşrada kışlayan askerin İstanbul’a getirilmesi kararlaştırıldı. Bunun için davet fermanı gönderildi. Bunun üzerine Hüsrev Paşa’nın zorbaları İstanbul’a doldu. Herbiri bir başka zulüm çeşidini ortaya koyuyordu. Yeniçeri ve sipahiler işi iyiden azıtmışlardı. Halk galeyana gelmiş, ancak gözü dönmüş katil zorbaların etrafı talan etmelerinden çekinmişlerdi.

İkinci vezir olan Recep Paşa, çok hırslı ve kindar bir adamdı. Kendisine sadrâzamlık verilmemesini hazmedemeyip yeniçeri ocağını ve Hüsrev Paşa tarafdârlarını kışkırttı. Fırsatı kaçırmayan sipâhîler Atmeydanı’nda toplanarak; Hüsrev Paşa’nın azline sebeb olanlar, Pâdişâh’ın ve devletin dostu değildir diyerek on yedi kişinin başını istediler. Sultan, sarayın önüne kadar gelen yeniçeri taifesine haber gönderip, isteklerinin görüşüleceğini bildirerek dîvân topladı. Dîvân âzalarının fikirlerini öğrenen sultan hiç kimseyi feda etmek niyetinde değildi. Üç defa peş peşe Pâdişâh değiştiren asker, iyice azıtmış, isteklerine kavuşmadan yerini terketmiyordu. Bu şekilde bir-iki gün geçti. Kendilerine yarın cevap verilecek denilince, Atmeydam’na gelip, geceyi orada geçirdiler, işi tamamen çığrından çıkartan zorbalar, Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdılar. Hâfız Paşa, bu sırada dışarda bulunuyordu. Sarayın Bâb-ı hümâyûn denilen birinci kapıdan içeri girince, asker ikiye ayrılarak “Bire vurun” diye kendisini taşa tutup atından yıkmışlar ise de maiyyet hademesi olan şatırlar yerden kaldırarak hastalar koğuşundan içeriye alıp kaçırdılar. Hâfız Paşa, huzura girerek sadâret mührünü teslim etti. Sultan üzülerek mührü kabul etti.

Askerin sesini yükseltmesi üzerine sultan Murâd, ayak dîvânı için Bâbüsseâde kapısı önüne muhâfızsız olarak çıktı. Asker; “Pâdişâhım istediğimiz on yedi kelleyi ver, yoksa sayı on sekize çıkar” diyerek bizzat Pâdişâh’ı tehdîd etti. Sultan Murâd onları nisbeten teskin ederek zaman kazanmaya çalıştı. Fakat askerin söz dinlemediğini gören Sultan, kızarak içeri girdi. O sırada sarayda bulunan Topal Recep Paşa; isyâncıların susturulması için isteklerinin verilmesi gerektiğini Sultan’a telkine çalıştı. Bir süre sonra Sultan dışarı çıkarak tahtına oturdu ve iki yeniçeri ve iki sipâhî olmak üzere dört kişiyi huzuruna çağırarak nasihat etti ise de kâr etmedi. Asker istediğini almadan gitmeyecekti. Durumun vehâmetini gören Hâfız Ahmed Paşa, Pâdişâh’ın yanına geldi. “Bu aksakalım ve ileri yaşımla artık bir işe yaramam. Kellesi istenen diğer on altı müslümanın da yerine beni onlara teslim edin. Devlet bu belâdan kurtulsun. On altı müslüman da din ve devletine hizmet ile meşgul olsun” dedi. Abdestini tazelemiş, başına bir sarık sarmış olan Hâfız Ahmed Paşa, Besmele çekip askerin arasına girdi. Elebaşı durumuna gelmiş zorbaların kışkırtmaları, askeri temelli yoldan çıkarmıştı. İran’dan sızan bozuk görüşlü insanların da te’siri ve siyâsî propagandalarının etkisi ile asker adetâ kudurmuştu. Hâfız Ahmed Paşa, oracıkta şehîd edildi. Yapılanları gören Pâdişâh kendinden geçerek ağladı. Bu yaptıklarını yanlarına bırakmayacağını kapalı olarak ifâde etti. Zorbalar, Pâdişâh’tan bâzı isteklerde daha bulundular. Pâdişâh, isteklerini yerine getireceğine söz verince dağıldılar.

Sultan Murâd Han, Recep Paşa’yı sadârete getirdi, Özi beylerbeyi Murtezâ Paşa’ya bir hatt-ı hümâyûn vererek Tokat’taki Hüsrev Paşa’nın derhal îdâm edilmesini emretti. Murtezâ Paşa ferman gelir getmez merkezde sipâhî ve yeniçerileri her fırsatta kışkırtan Hüsrev Paşa’yı yakalıyarak îdâm etti. Hüsrev Paşa’nın îdâm haberi İstanbul’a gelince, asker yeniden isyân etti. Sadrâzam Recep Paşa, isyânı tahrik ederek Sultan’ın yakın çevresindeki mümtaz şahısları ortadan kaldırmak istiyordu. Ayaklanan asker, Sultan’ı ayak dîvânına davet ettiler ve yeniçeri ağası Hasan halîfe, Pâdişâh muhasibi Mûsâ Çelebi ve defterdâr Mustafa Paşa’nın kellesini istediler. Daha da ileri giderek; “Sen Hüsrev Paşa’yı nahak yere öldürdün, şehzâdelere de kıyarsın. Bize şehzâdeleri göster” diye bağırmaya başladılar. Sultan, istedikleri şahısları vermek istemeyince; “Bu dediklerimizi vermezsen bize pâdişâhlığa lâzım değilsin” dediler. Âsîler her tarafa, Sultan şehzâdeleri öldürdü diye yayınca, Sultan Murâd, şehzâdeleri çıkartıp gösterdi. Âsîler Sultan’ı sindirmek için şehzâdelerden velîahd şehzâde Bâyezîd’e büyük tezahürat yaptılar. Daha sonra âsîler, şehzâdelerin hayatlarından emin olmadıklarını, kefil istediklerini bildirdiler. Sadrâzam Recep Paşa ile şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi, şehzâdelerin hayâtına kefil oldular. Bunun üzerine dağılan âsîler, istediklerini bulmak için saklandıkları yerleri haber verenlere vâadlerde bulundular. Mehterhanede bulunan Hasan Halîfe, Atmeydanı’na getirilerek öldürüldü. Defterdâr Mustafa Paşa, Vefâ meydanı civarında yakalanıp, sadrâzamın bulunduğu konağa getirilerek öldürüldü. Mûsâ Çelebi ise, sadrâzamın bir oyunu ile saraydan çıkartılarak âsîlere teslim edildi ve Atmeydanı’nda öldürüldü.

Sultan Murâd, yaptığı tahrik ve oyunlar ile bütün isyânların Recep Paşa tarafından planlandığını öğrendi. Sultan, karârını vererek, bu defa ne olacaksa olsun iş bitsin şeklinde hareket etmeye karar verdi. Zîrâ, zorbalar tâviz verdikçe şımarıyor, şımardıkça çoğalıyordu. Sultan, halk arasına saldığı adamları vâsıtası ile kamuoyu meydana getirdi. Zâten yıllardır bir çok zorbanın elinden çekmediği kalmamış olan İstanbul halkı, Pâdişâh’ı sonuna kadar desteklemek arzusunu gösterdi. Sadrâzam Recep Paşa, durmadan, zorbalara tâviz verilmesini tavsiye ederek, Pâdişâh’ın kalbine korku vermeye ve Pâdişâh’ın kendisine muhtâc olduğunu hissettirmeye çalışıyordu.

Sipâhî ve yeniçerilerin İstanbul’da bayram dolayısı ile yaptıkları taşkınlıklar son hadde varmıştı. 18 Mayıs 1633’de yapılan Dîvân toplantısından sonra, huzura çağrılan Recep Paşa’nın kapıdan girer girmez îdâmı emredildi. Bostancılar tarafından derhâl kemendle boğuldu. Cesedi sarayın dış kapısı önünde bekleyen ve sadrâzamın koruyuculuğunu yapan sipâhî zorbalarının önüne atıldı. Başsız kalan zorbalar ne yapacaklarını şaşırıp dağıldılar. Artık insiyatif Pâdişâh’ın eline geçmişti. Tabanıyassı Mehmed Paşa sadârete tâyin edildi. Ellerindeki bütün kozları kaybedeceklerini anlayan zorbalar, Recep Paşa’nın idamından kısa bir süre sonra Sultanahmed meydanında toplandılar. Zorbalıkla ele geçirdikleri vazifelere berât verilmesini istiyorlardı. Sultan Murâd Han, Sinân Paşa köşkünde derhâl bir ayak dîvânı teşkil edilmesini emretti. Sadrâzam, şeyhülislâm Ahizâde Hüseyin Efendi, kazasker Karaçelebizâde Mehmed Efendi ve Hocazâde Abdullah Efendi, nakîbüleşrâf Allâme Şeyhî Efendi, Ayasofya Câmii vaizi Kâdızâde ve diğer âlimler, yeniçeri ağaları, altı hassa süvârî bölükleri ağaları, dîvânda hazır bulundular. Pâdişâh tahtına oturduktan sonra; “Eğer sipahilerim bana itaatkâr iseler ve bana inanıyorlarsa aralarından bir kaç ihtiyarı seçip göndersinler” dedi. Pâdişâh’ın bu sözleri Atmeydanı’ndaki sipahilere tebliğ edildi. Aralarından seçip gönderdikleri bir kaç nefer, tahtın karşısına gelip durdular. Ahâli de dîvânhânenin karşısında yerini almış, her taraf dolmuştu. Yeniçeriler ve yeniçeri ağası Pâdişâh’a sâdık olduklarını bildirdiler. Daha sonra Sultan, uzun bir konuşma yaptı. Askerin Sultan’a tam itaat etmediği taktirde devletin elden gideceğini, kendisine atalarından emânet olan devleti yıkmamak için elinden geleni yapacağını, zorbalık taslayanları derhâl yok edeceğini söyledi. Pâdişâh’ın konuşmasının te’sirinde kalan asker ve ahâlî, Sultan lehinde tezahürat yapmaya başladı. Bu durumun geçici olduğunu bilen sultan Murâd Han, yeniçeri ve sipâhî ağalarını yanına çağırttı. Yeniçeri ağaları Sultan’ın emirlerinden çıkmayacaklarına, getirilen Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiler. Yeminleri hemen deftere geçirilip tescil edildi. Daha sonra sipâhî ağaları da Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiler. Sultan, daha sonra ulemâya hitâb ederek, haklarında şikâyetler olduğunu, bundan sonra dikkatli olmaları ve iyi hizmet etmelerini söyledi. Sipahilerin vakıf mütevellîliği, kâtiplik hizmetlerine mülâzım yazılmamaları ve umûmun asayişinin muhafazası için sipâhîler ve yeniçeriler tarafından yemin edilmiş olduğundan, aykırı hareket edenlerin Allahü teâlânın, peygamberlerin, meleklerin ve bütün müslümânların lanetine mazhar olacağını bildiren bir senet tanzim edildi. Hazırlanan bu senedi, pâdişâh, sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler ve nakîbüleşrâf imzaladı.

Şeyhülislâmdan fetva da alarak destek alan Sultan, zorbaları sindirmek için bütün kozları eline geçirmişti. Üç gün içinde zorbaların elebaşıları yakalanarak ortadan kaldırılmaya başlandı. Âsîlerin üzerlerine gönderilen bey ve paşalar, ellerinde listelerle gidiyorlar, ölümü haketmiş olanlara, yakaladıkları an cezalarını veriyorlardı. Ayrıca âsîlerin birbirleri ile araları açılarak, kendi kendilerini ezmeleri de sağlandı. 1633 senesinde Cibâlî kapısında teçhiz edilmekte olan bir gemide yangın çıktı. Ondan diğer gemilere, gemilerden evlere sirayet eden yangın, yaklaşık yirmi bin evin yanmasına sebeb oldu Yangının tütün yüzünden çıktığı söylendi. Yangında yeniçeri, sipâhî ve halkın dikkatsizlik ve ilgisizliğini gören sultan Murâd Han, hepsini topyekün terbiye etmek maksadıyla, yangın sebebiyle halkın dedikodu merkezi hâline gelen, daha çok zorbalar tarafından açılıp işletilen, bir de halktan çok zorba taifesinin tütün içip dedikodu yaparak vakit geçirdikleri kahvehaneleri kapattı. Zamânın âlimleri, bu yasak üzerine; Pâdişâh’ın yasakladığı bir şeyi yapmanın caiz olmayacağına dâir fetva vererek halkı uyardılar. Tütün yasağını ve büyük İstanbul yangınını bahane eden sultan Murâd Han, zorbaları tamamen ortadan kaldırıp kötülüklerini yok etti. Zorbaların meyhanelerini yıktırdı. İçkiyi yasakladı ve yasağın tatbikini bizzat kendisi tâkib etti.

İstanbul’da asayişin sağlandığı sırada, bir kısım İran kuvvetlerinin hududu geçerek Van’ı muhasara etmeleri üzerine, Anadolu beylerbeyi Mehmed Paşa, bölgeye gönderildi. Fakat Mehmed Paşa, sefere daha çıkmadan İranlıların mağlûb oldukları haberi geldi. Buna rağmen Sultan’ın hayâlinde İmâm-ı a’zam hazretlerinin şehri Bağdâd olduğundan, 1633 Ekim’inde sadrâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa’yı İran seferine me’mur etti. Sefer hazırlıklarını bizzat kontrol eden Pâdişâh, ihmâlini gördüğü dört vezîri görevden azlederek sürgüne gönderdi. Üsküdar’dan hareket eden ordu, hem Anadolu’daki zorbaları cezalandırmak, karışıklıkları düzeltmek, hem de İran seferine hazırlık yapmak için yola çıkarılmıştı.

Bu arada Osmanlı Devleti içinde karışıklıkların düzeldiğini, sultan Murâd’ın güçlü bir pâdişâh olduğunu gören Avrupa kavimleri, korkularından ne yapacaklarını şaşırıp, vermedikleri vergileri gönderdiler. Ancak Leh kralı vergiyi geciktirmişti. Bosna beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa’ya verilen bir emirle, Lehistan içlerine büyük bir akın tertiplendi. Çok ganîmet alındı. Bunun üzerine İstanbul’a gönderilen Leh elçisi sulh istedi. Yıllık vergi ödemek ve Turla üzerindeki Leh kaleleri yıkılmak şartıyla Dîvân-ı hümâyûn Lehistan’ın sulh teklifini kabul etti. Fakat Leh kralı, bu defa da taahhüdlerini yerine getirmedi. Bu durum karşısında Lehistan’a savaş açıldı. 8 Nisan 1634 günü Sultan, Dâvûdpaşa ordugâhına geçti. Sultan, 27 Nisan’da Edirne’ye geldiği sırada, savaşı göze alamayan Leh kralının anlaşma taleb etmesi üzerine seferden vazgeçildi. Üç ay süren müzâkereler neticesinde yedi maddelik bir muahede imzalandı. Bu andlaşmaya göre Lehistan, hem Kırım Han’ına, hem Pâdişâh’a yıllık vergi verecek, ancak Turla üzerindeki kalelerini yıkmayacaktı.

Edirne’den geri dönen sultan dördüncü Murâd, bu arada İstanbul ve çevresinde asayişi düzeltmek için faaliyetlerine devam etti. İzmit yolu ile Bursa’ya gitti. İzmit kâdısının hizmetlerini bizzat yerinde görüp, takdîr etti. Ömrü boyunca bu vazifeden alınmaması için eline hatt-ı hümâyûn verdi. İznik kâdısını da suçlu bularak cezalandırılmasını emretti. İstanbul’dan çıkışının dördüncü günü Bursa’ya varan Sultan’ı, halk sevinç içinde karşıladı. Sultan ilk önce dedelerinin, daha sonra Emir Sultan’ın kabirlerini ziyaret etti. Fakirlere sadaka dağıttı. Millete çok zulüm yapmış olan Hasankeyfli Mehmed Ağa’yı îdâm ettirdi.

Devletin Avrupa tarafını anlaşmalarla nisbeten sağlamlaştıran sultan Murâd, 1635 senesi Mart ayında birinci Revan seferine çıkmak için Üsküdar’daki ordugâha geçti. Pâdişâh öteden beri bozulmuş olan sefer düzenini de tekrar eski hâline döndürmek için çok dikkatli davranıyor, askerin kanunsuz hiç bir hareketini hoş karşılamıyor, ânında cezalarını verdiriyordu. Yolda yakalanan âsîler hakkında hükümler verilip, gereken cezalar ânında tatbik ediliyordu. Ordu Konya’ya vardığı zaman Sultan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesini ziyaret etti. Sefer sırasında askeri ile aynı zorluklara göğüs gerdi. Askeri ile dâima hemhal, adetâ arkadaş gibi idi.

Sultan, Haziran ayı ortalarında Bayburd’a geldiğinde, sadrâzam tarafından karşılandı. Sadrâzam sancak-ı şerifi Pâdişâh’a teslim etti. 50.000 askeri Erzurum’da bırakan Sultan, 200.000 asker ve 130 muhasara topu ile yola çıktı. Pâdişâh’ın Revan üzerine yürüdüğünü sezen Şâh, son anda eyâlet beylerbeyi Tahmasbkulu Han’ın savunduğu kaleye 12.000 tüfekli piyade sokup savunmayı çok güçlendirmişti. Şâh kendisi de ordusuyla yakında olmasına rağmen, savaşı göze alamadığından ortaya çıkmadı. 27 Temmuz’da kaleyi kuşatan sultan Murâd, vaktiyle Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın alamadığı kaleyi on bir günde aldı. Ordu, kale alındıktan sonra halktan tek kişinin burnu bile kanamadan şehre girdi. Kaleyi tamir ettirerek, içine on iki bin asker ve cephane konup, muhafızlığı vezir Murtezâ Paşa’ya bırakıldı. Buradan hareketle Safevî ordusunun peşine takılan dördüncü Murâd Han, Aras boyunca, güneye doğru inmeye başladı. Büyük hızla geri çekilen İran ordusu yakalanamadı. 1 Eylül’de Hoy’a gelen Sultan, 11 Eylül’de otuz iki yıl önce Safevîlerin eline geçen Tebriz’e girdi. Bu, Tebriz’in Osmanlılarca altıncı fethiydi. Tebriz’de dört gün kalan Sultan, rahatsızlığı sebebiyle İsfehan’a gitmekten vazgeçip Diyarbakır üzerinden İstanbul’a döndü. Osmanlı ordusu çekilir çekilmez, harekete geçen Şâh Safî, büyük bir ordu ile Revan’ı kuşattı. Diyarbakır’da bulunan sadrâzam durumu öğrenince, Revan’a yardım göndermek için harekete geçti ise de kış yüzünden muvaffak olamadı ve üç ay süren çetin bir müdâfaa savaşı veren Murtezâ Paşa’nın şehîd olması üzerine kale teslim oldu. Safevî ordusu Tebriz ve Azerbaycan’ın büyük kısmını geri aldı. Daha sonra güneye doğru inen Şâh’ın karşısına az bir kuvvetle çıkıp kahramanca savaşan Şam beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa şehîd düştü (2 Eylül 1636). Sadrâzam Revan’ın yardımına koşmadığı için azledildi ve yerine Bayram Paşa tâyin edildi.

Sultan Murâd Han, en büyük hayâli olan Bağdâd’ın fethi için hazırlıkları başlattı. Kendisinden önce, sadrâzam Bayram Paşa’yı gerekli tertibatı alması için Anadolu’ya gönderdi. Pâdişâh sefere çıkmadan önce İstanbul’da memleketin dört bir tarafına tâyin edilecek kâdıların imtihanına katıldı. Her birine pek çetin sorular sordu. En lâyık olanına vazîfe verilmesini te’min eyledi. Mecliste hâzır bulunan ulemâ, Pâdişâh’ın fıkıh bilgisine hayran kaldı. Sivaslı Abdülmecîd Şeyhî Efendi’nin elinden hazret-i Ömer’in kılıcını beline kuşanan Pâdişâh, ordusunun başında İstanbul’dan yola çıktı. Hareketinden önce halka hiç bir suretle zulüm edilmemesine ve âdilâne hareket olunmasına dâir her tarafa bir ferman gönderdi. Yanında şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve Kâdızâde gibi âlimler de vardı. Osmanlı ordusu şehirlerden tam bir nizam içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb’e doğru hareket etti. Ordu, Birecik’te iken sadrâzam Bayram Paşa vefât etti. Pâdişâh bu kıymetli devlet adamının vefâtına çok üzülüp ağladı. Sadârete Tayyar Mehmed Paşa getirildi. Ordu, Musul’a geldiği sırada, Hindistan elçisi geldi. Fil kulağından yapılmış, üzerine gergedan postu geçirilmiş, mermi ve kılıcın kâr etmeyeceği söylenen bir kalkanı da, hediye getirmişti. Pâdişâh elinde bulunan bir mızrakla kalkanı deldi ve üzerine koyduğu beş yüz altınla elçiye geri verdi. İstanbul’dan hareketin yüz doksan yedinci günü olan 16 Kasım günü Bağdâd önlerine varıldı.

İmâm-ı a’zam’ın türbesinin bulunduğu kısım daha önceden ele geçirilmişti. Pâdişâh’a İmâm-ı a’zam’ı ziyaret etmesi teklif edildiğinde; “Bağdâd, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce imâmı ziyaretten hayâ ederim” cevâbını verdi. Derhâl tertibat alarak muhasaraya başladı. Şehirde Bektaş Han Türkmen’in kumandasında 40.000 kişilik kuvvetli bir Safevî garnizonu bulunuyordu. Şâh Safî ise, atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şîrîn’de olup Osmanlı muhasarasını gün gün tâkib etmesine rağmen müdâhaleye cesaret edemiyordu. Sultan Murâd Han, 12.000 sipâhîyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği hâlde, Şâh’ı savaş meydanına çekemedi. Şâh, Bağdâd’daki büyük kuvvetlerine güveniyor, Pâdişâh’ın muhasaradan bıkınca çekilip gideceğini zannediyordu.

Pâdişâh’ın ve seksen altı yaşındaki şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin de ön safta olduğu bu kuşatmada dehşetli vuruşmalar oldu. Muhasaranın otuz yedinci gününde ön saflarda yalın kılıç kahramanca çarpışarak askeri coşturan sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa, bir kaç kuleyi ele geçirdiği sırada alnından yediği bir kurşunla şehîd oldu. Yerine sadârete getirilen Kemankeş Mustafa Paşa, selefi gibi gayret edip bir kaç- kuleyi daha ele geçirdi. Muvaffakiyet üzerine muhasaranın otuz dokuzuncu günü umûmî taarruza karar verildi. Sabah erkenden başlayan şiddetli hücum karşısında kale teslim oldu. Kaledeki İran askerlerinin serbestçe gitmelerine müsâde edildiği hâlde baruthâneyi ateşe vererek masum kimseleri öldürmeye kalkışmaları üzerine, gereken cezaya çarptırıldılar. Bu arada teslim olup af dileyen Bektaş Han da karısı tarafından zehirlendi. On dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevîlere geçen Bağdâd artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti.

Sultan dördüncü Murâd Han, ilk iş olarak İmâm-ı a’zam ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyaret etti. Bu büyük zâtların türbeleri, sapık düşünceli Safevîler tarafından tahrîb edilmiş ve eşyaları yağmalanmıştı. Pâdişâh emir verip bütün kabirlerin ve eserlerin tamirini bildirdi. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’yi de bu işleri nezâret etmekle vazifelendirdi. Dördüncü Murâd Han, bu zaferden sonra Bağdâd fâtihi diye anıldı. Pâdişâh, ordu ile sadrâzam Mustafa Paşa’yı Bağdâd’da bırakarak İstanbul’a döndü. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şâh’ın barış isteği ile gönderdiği elçiler geldi. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa ile İran murahhasları Saru Han ve Muhammet Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tesbit edildiği Kasr-ı Şîrîn andlaşması imzalandı (17 Mayıs 1639). Bu anlaşmaya göre; Bağdâd, Basra ve Şehr-i zor havalisinden mürekkep Irak-ı Arab Osmanlılarda, Erivan Safevîlerde kaldı. Ayrıca Safevîlerin gerek Irak ve gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacakları, Eshâb-ı kiramı kötülemeyecekleri de anlaşma şartları içinde açıkça ifâde edilmişti (Bkz. Kasr-ı Şîrîn Andlaşması).

Sefer dönüşü Pâdişâh, ulemâ ve devletin ileri gelenleri İzmit’te karşılandılar. Karşılayanlar arasında Pâdişâh’ın annesi Vâlide Sultan da vardı. Sultan Murâd Han, İzmit’ten gemilerle İstanbul’a geldi. Yıllardır böyle bir zafer merasimine hasret olan halk, gözyaşlarını tutamıyordu. Fakat damla hastalığından muzdarip olan sultan ızdırap içindeydi. Çünkü her geçen gün ızdırâbı artıyordu.

Sultan Murâd Han, kendisi doğuda İran’la meşgulken, batıdaki hâdiselerden de günü gününe haber alıyordu. Bilhassa Venediklilerin yaptıkları haddi aşmıştı. Venedik Cumhuriyeti ile bütün ticarî münâsebetlerin kesilmesini ve hemen savaş açılmasını emretti. Dîvân bu emri pâdişâhın hastalığı sebebiyle çeşitli bahanelerle on üç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, dîvânın bütün şartlarını kabul etti ve savaş durduruldu. Nitekim çok geçmeden Pâdişâh’ın hastalığı daha da artarak 8/9 Şubat 1640 günü, güneş battıktan sonra imâm Yûsuf Efendi Yâsîn-i şerîf okurken vefât etti. Sultanahmed Câmii avlusunda şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin imâmlığında müezzinlerin; “Er kişi niyyetine!” nidaları ve müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenaze namazından sonra, babası sultan birinci Ahmed Han’ın türbesine defnedildi.

Ömrü boyunca vakitlerinin her ânını devletine hizmet ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaatle geçiren sultan dördüncü Murâd Han, diğer milletlerin hayâl bile edemiyecekleri şekilde yalanlarıyla meşhur olan Acemlerin, en büyük düşmanlarından olduğu için onların bir çok iftiralarına mâruz kaldı: Kendilerinde bulunan zilletleri bu büyük Pâdişâh’a da bulaştırmaya kalkıştılar, insanlara zulüm ettiğini ve içki içtiğini bilesöyleyecek kadar ileri gittiler. Hâlbuki devrinin kaynaklarında içki içtiğine dâir hiç bir bilgi yoktur. Sultan dördüncü Murâd Han, kendisinden elli dokuz yaş büyük olan şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye; “Baba” diye hitâb eder, baba olarak bilir ve her türlü sözünü îtirâzsız kabul ederdi. Dînin hükümlerini çok iyi bilirdi. Arabça ve batı dillerine hâkim idi. Her türlü memleket mes’elesine vâkıftı. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Evliyâ Çelebi ve Kâtip Çelebi gibi âlimler, teşvik ettiği kimseler arasında idi. Kur’ân-ı kerim okumayı ve ibâdetlerini hiç ihmâl etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi o da Hırka-i seâdet dâiresinde Kur’ân-ı kerim okurdu.

Bir çok tarihçinin Kânûnî sonrası en büyük Osmanlı pâdişâhı olarak kabul ettikleri dördüncü Murâd Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selîm Han’a benzemeye çalışırdı. Gerçekten de bir çok vasıfları onunla uyuşurdu. Fakat Yavuz’un sâhib olduğu kıymetli devlet adamlarına ve tecrübeye mâlik değildi. Tahta geçtiğinde hazîne bomboştu. Vefâtında ise, on beş milyon altın olup, gümüş paranın hesabı yoktu. Avrupa baştan başa istihbarat ağı ile örülmüştü. Avrupalıların en gizli sırları, Osmanlı sarayına günlük ulaşıyor, yabancı diyarlarda adetâ kuş uçurtulmuyordu. Tahta çıktığında neye yaradığı belli olmayan yüz bin yeniçeri varken, vefâtında itaat altına alınmış otuz beş bin yeniçeri bulunuyordu. Dördüncü Murâd Han, bozulmuş devlet nizâmını yoluna koymak için mülâzimlikleri kaldırdı. Tımar sistemini yeniden düzene koydu. İsrafın önüne geçmek için kânunlar çıkarttı. Sipahilerden zorbalıkla ele geçirdikleri evkaf idaresini ve diğer hükümet hizmetlerini aldı. Sipahileri intizam ve itaat altına alarak, bunların ve bir takım bozguncuların toplandığı yerler olan kahvehaneleri kapatarak asayişi te’min etti. Yeniçerilik tahsisatının şuna buna yemlik olması sûistimâlini kaldırarak, yeniçeriliği ıslâh etti. Asayişin tamamen bozulduğu, kudretin zorbaların elinde bulunduğu bir zamanda başa geçen Sultan Murâd, vefâtında, içte ve dışta huzurlu ve itibarlı bir devlet bırakmıştı. Avrupa’ya hiç sefer yapmadığı hâlde, masumları katletmekle meşhur olan Avrupa devletleri bu muhteşem Sultan’a itaat etmek için biribirleriyle adetâ yarıştılar.

Sultan Murâd Han’ın cesareti, her türlü zorluğa tahammülü, keskin zekâsı, hünerleri askerî dehâsı, atıcılık, binicilik, silâhşörlükteki başarısı, askerleri ve tebeası tarafından çok takdîr ediliyordu. İki yüz okkalık gürzleri kolayca kaldırır, hızla giden iki atın birinden diğerine atlar, attığı ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi. Devrinin bütün silâhlarını en iyi şekilde kullanırdı.

En küçük suçları bile memleketin selâmeti için cezalandırmaktan çekinmeyen sultan Dördüncü Murâd Han’ın merhameti çoktu. Savaş esnasında otağının yanına kurdurduğu seyyar hastahânelerdeki yaralı ve hastaları bizzat ziyaret eder, onlarla yakından ilgilenirdi. Memleketin her tarafındaki imârethanelerin vakıf şartlarına uygun şekilde çalışması, fakir ve yetimlerin aç ve açıkta kalmaması için gayret gösterir, emrine uymayanları şiddetle cezalandırırdı.

Din ve devlet menfaatine iş yapanı hemen mükâfatlandıran sultan Murâd Han, pek çok hayırlı işin yanında, Topkapı Sarayı’nda Revan ve Bağdâd köşkü gibi nadide eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayır eserlerini de inşâ ettirdi. Boğazda bir saray yaptırıp, oğlu Muhammed’in doğumunda yedi gece kandiller asılıp şenlikler yapıldığından, buraya Kandilli denildi. Kavaklar’daki kaleleri yaptırdığı gibi, pek çok şehrin de surlarını tamir ettirdi. Bağdâd’ı feth edince, İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerinin tamirini yaptırdı. Kâbe-i muazzamayı su basması üzerine, Ankaralı Mehmed ile Rıdvan Ağa’yı Kâbe-i muazzamayı tamirle vazifelendirdi.

Din ve devletin menfaatine ters düşen en küçük hatâları bile af etmeyen bilhassa zulüm ve hıyaneti, emre itaatsizliği şiddetle cezalandıran sultan Murâd Han, hassas ve ince bir kalbe sahipti. Çok güzel şiirler yazdı ve şâirleri koruyup himaye etti. Sultan dördüncü Murâd Han devrinde kazanılan zaferlerin yanında pek çok âlim, şâir, tarihçi ve san’atkâr yetişerek kıymetli eserler meydana getirmişlerdir. Bunlardan bibliyografya, târih, coğrafya sahasında Kâtib Çelebi ve Vekâyi-nâme sahibi Topçular kâtibi Abdülkâdir, Ravdat-ül-ebrâr ve Zafernâme sahibi Karaçelebizâde Abdülazîz, Târih-i Gılmânî sahibi Mehmed Halîfe, teşkilât ve idare sahasında Koçi Bey, şâirlerden Nefî, Azimzâde Haleti Efendi başlıcalarıdır.

GEL BERU TOPAL ZORBABAŞI

Sultan dördüncü Murâd Han çocuk yaşta tahta geçtiği için, yeniçeri ve sipahilerin zorbalıkları artmıştı. Hüsrev Paşa ve Topal Recep Paşa gibi vezirler de el altından bu zorbaları destekliyor ve onların gücü sayesinde mevkilerini elde ediyorlardı. Nitekim sultan Murâd, Hâfız Ahmed Paşa’yı sadrâzam yaptığı zaman, askeri ayaklandıran Topal Recep Paşa sadrâzamlığı ele geçirdiği gibi Hâfız Ahmed Paşa, Hasan Halîfe ve Pâdişâh’ın çok sevdiği muhasibi Mûsâ Çelebi’yi türlü desiselerle (hilelerle) öldürttü.

Cihân Pâdişâhı, zamanın kahramanı sultan dördüncü Murâd Han, Mûsâ’nın katlini işittikte acı bir ah çekip; “Yâ Râb! Bu mazluma kıyan zâlimlerin haklarından gelmeye sen bana kuvvet ver” diyerek ağladı.

Nihayet yirmi yaşını dolduran Pâdişâh; vücutça çok kuvvetli, demir pençeli, gözü pek, nüfuz-ı nazar sahibi bir yiğit oldu. O zamana kadar geçen olayları dikkatle takip ile ders almıştı. Recep Paşa’nın yaptığı tahrikler, desiseler hakkında iyi bilgi edinmiş ve bunun melanetlerini Rum Mehmed Paşa ile yeniçeri ağası Köse Mehmed de doğrulamışlardı. Bütün isyân hareketlerinin Recep Paşa’nın başı altından olduğuna Pâdişâh’ın şüphesi kalmamıştı. Bu sebeple bir gün (28 Şevval 1041-18 Mayıs 1632’de) vezîriâzam Recep Paşa saraya davet edildi. Her zaman olduğu gibi yanında 10-15 sipahi zorbası olduğu hâlde saraya gelerek onları dış kapı önünde bıraktıktan sonra, Pâdişâh’ın huzuruna çıktı.

Recep Paşa, Pâdişâh’ın eteğini öpeceği sırada, sultan Murâd:

“Gel beru topal zorbabaşı” diye seslendi. Çünkü Recep Paşa nikris hastalığından dolayı topallıyarak yürürdü. Bu sözden canı başına sıçrayan Recep Paşa:

“Hâşâ Pâdişâh’ım! Razı olduğun şeylerin dışında zerre kadar hareketim yoktur” diyerek yemin billâh etmeye başladı ise de artık sabrı taşan Pâdişâh:

“Bre mel’ûn abdest al!” diye bağırdı. Çünkü Recep Paşa, ayak dîvânı günü Pâdişâh dışarı çıkacağı zaman; “Pâdişâh’ım abdest alıp öyle dışarı çıkın” sözleriyle sultan Murâd’ın öldürülme ihtimâlinin bulunduğunu imâ etmişti. Sultan Murâd Han:

“Şu hâinin tiz başını kesin” diye haykırınca, zülüflü baltacılar kemend atıp boğdular, ölüsünü dışarı çıkarıp bâb-ı hümâyûn önünde bekleyen adamlarının önüne atınca, heriflerin kalbine öyle bir korku düştü ki nereye kaçtıkları bilinemedi.

YÜZ KALEYE DEĞERDİN!..

Sultan dördüncü Murâd Han, İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi mübarek zâtların türbelerinin bulunduğu Bağdâd’ı, şiî Safevîlerin elinden almak için muazzam ordusuyla şehir önüne gelmişdi. Ancak günler birbirini kovaladığı hâlde şehir bir türlü düşmüyordu. Muhasaranın otuz yedinci günü yapılan umûmî hücum çok şiddetli geçtiği hâlde kale yine alınamadı. Bu hücum sırasında sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa da şehîd düştü.

“Âh Tayyar! Bağdâd kalesi gibi yüz kaleye değerdin” diyen sultan dördüncü Murâd Han, büyük bir üzüntü içerisinde iken ve gâzilerin içlerini sıkıntı basarken, askerler garip bir kimseyi Sultûn’ın huzuruna getirdiler. Elbisesi lime lime, elinde dalından yeni koparılmış akasya ağacından bir değnek, yüzünde tâ ayaklarından farkedilen fevkalâde bir nûr vardı. Bakışları, karşısındaki kimseyi hemen te’sir altında bırakıyordu. Bu zât, Aziz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin yakınlarından olan, mübarek birisi idi. Sultan dördüncü Murâd Han’a saygı ile tane tane konuşarak; “Pâdişâh’ım! Hocamın emriyle İstanbul’dan buralara geldim. Gayretle çalışın, Bağdâd’ı Pazartesi’nden önce fethedin, sonraya kalırsa sele dûçâr olursunuz, fetih müyesser olmaz, Mevlâm sizi muhafaza etsin” deyip çadırdan çıktı.

Hocasının bu isteğini Bağdâd’ın fetih müjdesi olarak gören sultan Murâd Han, ertesi gün ordunun başında hücum emrini verdi. Pâdişâh’ının hücum emrini alan, din uğrunda cana başa bakmaz Osmanlının cîvanbaht yiğitleri surlara öyle bir tırmandılar ki, kısa süre içerisinde kaleye şerefli sancaklarını dikmekle şereflendiler (24 Aralık 1638).

Ertesi gün çıkan fırtınanın akabinde öyle bir yağmur yağdı ki, Bağdâd çevresinde günlerce seller aktı. Sultan Murâd Han, gözleri yaşlı, hocasına Fatiha okuyarak bu manzarayı seyrediyordu.