Babası | : | II. Murad Han | ||
Annesi | : | Hâdîce Alîme Hümâ Hâtun | ||
Doğum Tarihi | : | 30 Mart 1432 (H. 833) | ||
Vefat Tarihi | : | 3 Mayıs 1481 | ||
Tahta Geçişi | : | 1443 | ||
Saltanat Müddeti | : | 30 sene |
Osmanlı pâdişâhlarının yedincisi. İstanbul’un fâtihi olup, İkinci Murad Hanın oğludur. 30 Mart 1432 (H.833) Pazar günü Edirne’de dünyâya geldi. Annesi Candaroğulları âilesinden Hadîce Alîme Hümâ Hâtundur. Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegan’dı. Meşhur din ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretleri şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilendi. 12 yaşına gelince devlet idâresini öğrenmesi için Edirne’den Manisa’ya vâli olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu 1444 Eylülünde Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan Sultan Mehmed yazdığı mektupla babasını yeniden saltanata dâvet etti. Bâzı rivâyetlerde bu taleb üzerine, bir kısım rivâyetlere göre de, durumun vehâmetini takdir eden İkinci Murad, kendi reyi ile İstanbul Boğazından Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhal idâreyi ele alarak Varna’ya hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu’daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murad’ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler sırtlarında taş taşıyarak hisarın yapılmasına hizmet ettiler. Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar.Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed elçiye;
“Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın.” diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrola alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu. İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarısında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indirilen teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhib olmuştu.
Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bu köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları gören Bizanslılar su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makina soğutmasını” havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken, ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn İstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin; “İstanbul muhakak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır.” Meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti.
Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı. Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşayı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.
Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder. İsteseydi İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi. (Bkz. İstanbul’un Fethi)
Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini belirttiler.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen Fâtih Sultan Mehmed Han, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirdi. Devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın hoş karşılamayacağı tabiî idi.
Karaman ve İstanbul seferinden sonra, 1453’te Cenevizlilerden Enez’i aldı. 1454’te, Kırım’a bir donanma gönderdi. Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı. Kuzey Ege adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad’ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455’te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi.
1458’de Mora’ya ilk seferini yaptı. 1459’daki Sırbistan Seferi sonunda,Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460’da çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgası, Osmanlı devletine katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı.
Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461’de Ceneviz’den Amasra’yı fethetti. Baharda Sinop’a geldi. Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliğine dostça son verdi. Oradan Trabzon’a yürüdü. Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu. Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi Trabzon ve Rize gibi Anadolu’nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini hâlletti.
Fâtih, 1462’de Yayçe’nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463’te Bosna’ya bir sefer daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466’da Karaman Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67’de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı.
Bu ardı kesilmeyen seferlerde Fâtih, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihanşumûl hâkimiyet fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz’i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya’yı fethetmek istiyordu. Bu plân artık dünyâca bilinmeye başlanmıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun süren savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifaka karşı koymasını bildi. Düşmanlarını bâzen teker teker, bâzen ikişer üçer, bâzen beşer onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihan İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmanlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik’in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans’ı yıkıp Venedik’i sindirmiş oldu.
Uzun süren bu büyük savaşlar 1463’te Fâtih tarafından başlatıldı. Venedik Cumhuriyeti Osmanlılara savaş îlân etti. Macaristan da Venedik’in yanında savaşa girdi. Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi. Venedik’in Batı Ege’deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat’a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472’de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı. Fâtih, 11 Nisan 1473’te Üsküdar’dan hareket etti. 11 Ağustosta Erzincan yakınlarında Otlukbeli’nde Akkoyunlu ordusunu yendi.
Fâtih’in akıncı kuvvetleri,Venedik varoşlarına Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa’yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478’de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480’de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi. İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya’ya gönderdi. Temmuz 1480’de Otranto’yu fethettirdi.
1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed 300.000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cumâ günü kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişah Üsküdar’a geçtiğinde hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti. Fâtih’in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından parçalanarak öldürüldü.
Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti. Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti.
Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.
Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî bir yapıya sâhipti. Londra’da, National Gallery’de, Fâtih Sultan Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, National Gallery’de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce porter üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah’ı gördüğü de belli değildir.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur. Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır. İstanbul’u bütün ganîmetleri içinde firûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır. Onun için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler söylenmiştir. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:
Fâtih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir.
Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.
Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok Müslümanın şehid edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü. Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: “Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren artık ne hayâtınız ne de hürriyetiniz husûsunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!”
Fâtih, gayri müslim tebeasının din ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul’un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha o devir dünyâsının hâyâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseriydi.
Batılıların iddiâlarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır. Hâlbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim.” diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır.
Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebeb olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün teferruâtını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeblerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.
Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da bâzan birkaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harb hâlinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin, siyâsî müzâkereler, vaatler ve geçici tâvizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını buldu. Rodos Adasının fethi için donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak için oyalama taktiğine girişerek şehzâde Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a gönderdi. Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde yaşıyacaklarını bildiren diplomatça bir harekette bulundu.
Câsuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilâtına da sâhipti. Almanya’da yerlilerden elde edilmiş câsusları da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve dâimî bir Türk haber alma servisiyle örülüydü. Fâtih’in, bu teşkilâtı sâyesinde düşmanlarından günü gününe haberi olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir. Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını kendisi yaptı. Piyâdeye de, öncesine nisbetle, büyük önem verdi.Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.
Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idârenin temelini meydana getiren diyânet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas aldı.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ Molla Câmî bile İstanbul’a gelmekteyken, Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine geri döndü.
İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi. Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçeye bütün incelikleriyle vâkıftı. Şiirde, devrin üstatları arasında yer aldı. Hattâ sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, sanatsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu. Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuuruyle geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstad şâirlerini topladı. Avnî mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi. Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi.
Bizümle saltanat lafın idermiş ol Karamanî
Hudâ fursat virürise, kara yire karam-anı
beyti, Karamanoğlu’nun çıkardığı fitne ve fesatlar karşısında şahlanan celâlini gösterdiği gibi, aşağıdaki şiiri de ince duygular sâhibi hassas bir gönlün Türk edebiyâtına nâdide bir armağanıdır:
Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül
Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyimezsin n’ideyin hay gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı
Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı
Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî
Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in elini öpüp, tahtı tâcı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen pâdişâhın asıl vazîfesini yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adâletle memleketi ve dünyâyı idâre etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü.
Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu sûretle Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları biraraya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, teşkilatçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzimât dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kânunu olarak mer’iyyette kalan Fâtih Kânunnâmesi çok mühim bir eserdir. Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde hazırlanan kânunnâmede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.
Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkib etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.
İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan yaptırarak vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisâtı ile iki gemi tersânesi ve kışla yapılan binâlar arasındadır. İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan Bursa, Edirne gibi şehirlerde îmâr faâliyetleri büyük bir hızla devâm etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi yapıldı.
Edirne’de Tunca Nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir saray inşâ edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayıdır. Bu saray, 1876 Osmanlı-Rus Harbinde cephâne infilâkıyla harâb oldu.
Batılı gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran pâdişahtır. Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin bir keresinde şöyle demiştir:
“Sultan Mehmed, çok az gülerdi. Zekâsı, dâimî bir çalışma hâlindeydi. Çok cömertti. Her işte fevkalâde atılgan, hattâ cüretkârdı. Seçtiği hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefâdan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpçayı çok iyi konuşurdu. Her gün bir müddet okurdu. Roma târihi, başka devletler târihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları okuduğu târihler arasındaydı. Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı. Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur, araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta mahâretliydi.”
Diğer bir İtalyan târihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır:
“Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış, asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirâsı ile yanan, cömert ve iyi kalpli, gâyelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdârdı. En çok harp sanatına meraklıydı. Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırmacıydı. Sefâhat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu. Harem dâiresinde çok az vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşindeydi.”
Alman müsteşrik Franz Babinger, Mehmed - II der Eroberer und seine Zeit Weltenstürmer einer Zeitenwende adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
“Türk dünyâsı için Fâtih günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisiyle mukâyese edilmesi zordur. O Türk milletine, bütün târihinin en harîkulâde ve en yaklaşılması gayr-i kâbil şâhsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderâtı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarîh bir şekilde işâretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sâhalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir. Ortaçağdan çıkarken insanları ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır.”
Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdir edilen iki mısrâlık basit şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângir hakında günümüze kadar binlerce kitap yazılmıştır.
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 7, s. 124-131
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"