Hanefî mezhebi fıkıh âlimi.
1021 (m. 1612) senesinde Meyyâfârikînde (Silvân)doğdu.
1088 (m. 1676) senesi Şevvâl ayının onikinci günü Şam’da vefat etti.
“Dürr-ül-muhtâr” kitabının müellifi ve Şam müffîsidir. İsmi, Muhammed bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Abdurrahmân bin Muhammed bin Cemâlüddîn bin Hasen bin Zeynel’âbidîn’dir. “Alâüddîn-i Hısnî” lakabı ile tanınırdı. Aslen Dımeşklidir (Şam). 1021 (m. 1612) senesinde, Dicle üzerinde bulunan, İbn-i Ömer bölgesi ile Meyyâfârikîn (Silvân) arasındaki Hısn-ı Keyfâ’da (Hasan-keyf’de) doğdu. Bu beldeye nisbetle “Haskefî” diye meşhûr oldu. Birçok âlimden ilim tahsîl etti. Önce babasından okudu. Sonra Şam hatîbi Muhammed Mehâsinî’den çok istifâde etti. Uzun zaman onun yanında kaldı. Bu hocası, kendisini çok severdi. Sahîh-i Buhârî okuturken, kendisine mu’îd asistan tayin etmişti. 1062 (m. 1652) senesinde, bu hocasından icâzet aldı. Bundan sonra Remle şehrine gitti. Orada Şeyh-ül-Hanefiyye denilen Hayreddîn-i Remlî’den fıkıh ilmini tahsîl etti. Sonra Kudüs’e geçti. Orada da Fahreddîn bin Zekeriyyâ el-Makdisî’den ilim öğrendi. 1067 (m. 1656) senesinde hacca gitti. Medîne-i münevverede Safiyyüddîn-i Kaşâşî’den ilim tahsîl etti. 10 Muharrem 1068 (m. 1657) târihinde, ondan icâzet (diploma) aldı. Haskefî bunlardan başka; Şam’da bulunan Mansûr bin Ali Sütûhî, Eyyûb-i Halvetî, Abdülbâkî el Hanefî’den de ilim öğrendi. Haskefî’den de, çok kimseler ilim tahsîl edip istifâde ettiler. Bunların en başta gelenleri; Şam fakîhi Müderris İsmâil bin Ali, Şeyh Dervîş-i Hulvânî, İsmâil bin Abdülbâkî el-Kâtib, Osman bin Hasen bin Hedâyât, Ömer bin Mustafa el-Vezzan gibi âlimler idi.
“Hülâsat-ül-eser” müellifi Muhıbbî diyor ki: “Allahü teâlâya hamd ederim ki; Haskefî, evinde “Tenvîr-ül-ebsâr” kitabını, Medrese-i Takviyye’de, “Tefsîr-i Beydâvî”yi ve Câmi-i Emevî’de “Sahîh-i Buhârî”yi okuturken ben de hazır bulundum. Kendisinin ilminden çok istifâde ettim.” Haskefî 1073 (m. 1663) senelerinde Anadolu’ya gitti. Osmanlı vezîri Fâzıl Ahmed Paşa, kendisine çok iltifât gösterip, ikrâm ve ihsânlarda bulundu. Onu Çakmakiyye Medresesi’ne müderris tayin etti. Haskefî, sonra bu vazîfeden vazgeçip, kendisine Şam müftîliğinin verilmesini taleb etti. Bu arzusuna kavuşup Şam müftîsi oldu. Vazifesine başlamak üzere Şam’a geldi. Beş sene bu vazîfede kaldı. Fetvâ husûsunda son derece ihtiyâtlı davranırdı. Verdiği fetvâlar arasında, sahih olmayan bir şeye rastlanmamıştır. Şemseddîn Muhammed bin Yahyâ el-Hebbâz (el-Batnînî) vefat edince, Câmi-i Dımeşk’ta hadîs-i şerîf dersi okutacak kimse kalmadı. Bunun üzerine Haskefî, müftîliği yanında bu vazîfeyi de yürüttü. Ders vermeye başladıktan sonra, kısa zamanda ismi her yerde duyulmaya başladı. Çok meşhûr oldu. Kendisini çekemeyenler, zamanının sultânına çeşitli şikâyetlerde bulundular. Bu sıralarda, Selîmiyye müderrisi Allâme Ebû Bekr bin Abdurrahmân el-Kürdî vefat etmişti. Şam Kâdı’l-kudâtı Mevlâ Abdullah bin Muhammed et-Tavîl, kendi naibi (yardımcısı) Hümâm Ahmed bin Muhammed el-Mihmândârî’nin, bu vazîfeye tayin edilmesini teklif etti. Fakat Selîmiyye müderrisliği Haskefî’ye, Mihmândârî’ye de müftîlik vazifesi verildi. Câmi-i Dımeşk’ta hadîs-i şerîf derslerini okutma vazifesi de, Şemseddîn Muhammed bin Muhammed el-Aysî’ye verildi. Haskefî, bir müddet Selîmiyye Medresesi’nde kaldı. Sonra tekrar Anadolu’ya gelip, Şeyhülislâm Yahyâ Minkârî ile buluştu. Durumunu ona anlattı. O da, kendisini Kâre ve Aclûn kadılıklarına tayin etti ve Emevî Câmii’ndeki hadîs-i şerîf deslerini okutmak vazîfesini de ona iâde etti. Fakat o günlerde Vezîr Fâzıl Ahmed Paşa, Girit Adasını muhasara etmişti. Onunla Girit’e giden Haskefî, vezîrden çok izzet ve ikrâm gördü. Kandiye şehri fethedilince, vezîr tarafından, Sultan dördüncü Mehmed Hân Câmii’nde, fetih hutbesini okuması için vazifelendirildi. Bundan sonra daha çok meşhûr olan Haskefî, Hama kadılığına tayin edildi. Şam’a gelip bir müddet ders okuttu. Şam Nakîb-ül-eşrâfı Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn bin Hamza vefat edince, onun yerine Takviyye Medresesi’ne tayin edildi. Bir müddet sonra tekrar Anadolu’ya geldi. Saydâ kadılığı da kendisine ilâveten verildi. Sonra Şam’a döndü. Vefatına kadar ders okutmak sûretiyle herkese faydalı oldu.
1088 (m. 1676) senesi Şevvâl ayının onikinci günü Şam’da vefat etti. Bâb-üs-sagîr kabristanına defnedildi. Vefatından önceki hâlleri, onun sonunun güzelliğini gösteren birer işârettir. Şöyle ki; vefat senesinde, Sahîh-i Buhârî dersine başladığı günden itibâren, dersinin evvelinde ve sonunda hergün Fâtiha-yı şerîfeyi okuyor ve Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek rûh-u şerîflerine hediye ediyordu. Dersin sonuna geldiği bundan anlaşılıyordu. Haskefî, Ramazân-ı şerîf ayının 29. gününde dersini sona erdirdiğinde, Buhârî’yi şerîfteki Fâtiha sûresi tefsîrinin de sonuna gelmişti. Yine, Ramazân-ı şerîf bayramının ikinci günü Cuma idi. Haskefî, o gün câmide hazır olup, büyük bir cemaata va’z ve nasîhatta bulundu. Konuşmasında, Bekâra sûresinin tefsîrini ve Sahîh-i Buhârî’den umûma âit olan şefâat ile ilgili bilgileri anlattı. Ders tamamlandığında, sözlerini şöyle bitirdi: “Ey Allah’ın kulları! Sizlere şunları tavsiye ediyorum: Allah’dan korkunuz! “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tayyibesini çok söyleyiniz. Usanmadan bunu sık sık tekrar ediniz. Ben sizlerden bunu istiyorum. Yoksa benim; fazîletimi, ilim ve ibâdetimi, şân ve şöhretimi yaymanızı istemiyorum. Benim maksadım, yalnız bu mübârek kelimeyi söylemenizi teşvik etmektir.” Bu nasîhattan sonra, hazır bulunanlarla vedâlaşarak evine gitti. Bundan sonra on gün kadar tesbih ve tehlîl ile meşgul oldu. Bu hâlde iken vefat etti.
Talebesi Muhibbî, onun hakkında diyor ki: “Haskefî, âlim, muhaddîs, fakîh bir zât idi. Ezberledikleri ve rivâyetleri çoktu. Hitâbeti, fesâhati, takrîri ve tahrîri çok güzeldi.”
Alâüddîn-i Haskefî, Hanefî fıkhında ve diğer ilimlerde eseri bulunan büyük bir âlimdir. Eserlerinin en meşhûru, “Ed-Dürr-ül-muhtâr fî şerhi Tenvîr-ül-ebsâr” adındaki fıkıh kitabıdır. Bu şerhe, İbn-i Âbidîn hazretleri tarafından, “Redd-ül-muhtâr aled-Dürr-ül-muhtâr” adında bir hâşiye yazılmıştı. “Tenvîr-ül-ebsâr” kitabı, 1004 (m. 1595) senesinde 65 yaşında iken vefat eden, Şeyhülislâm Muhammed bin Abdullah Timurtâşî’nin kaleme aldığı güzel bir eserdir. Bu eseri, musannif kendisi şerh ettiği gibi, âlimlerden birçoğu ve bu meyânda Şam müftîsi Alâüddîn-i Haskefî de şerh etmiştir.
Diğer eserleri de şunlardır:
1- Dürr-ül-müntekâ,
2- Usûl-i fıkıhtan “Menâr” şerhi,
3- Nahivden “Katr-un-nedâ” şerhi,
4- Muhtasar-ı fetâvâ-i sûfiyye,
5- Sahîh-i Buhârî’ye ta’lîk,
6- Bekâra sûresinden İsrâ sûresine kadar Tefsîr-i Beydâvî’ye ta’lîk,
7- “Dürer” hâşiyesi. Ayrıca çeşitli risâle ve makâleleri de vardır.
Haskefî’nin fazîlet ve irfânının yüksekliğini, hocaları ile zamanının büyük âlimleri dahî medhetmişlerdir. Hocası Hayreddîn-i Remlî, verdiği icâzetnâmede; “Bana öyle suâller sormaya başladı ki, bunlardan, onun rivâyet husûsundaki kemâlini ve melekesinin genişliğini anladım. Kendisine kısa cevap verdim. Daha a’lâsını istedi. Ziyâde ettim. O daha da, ziyâde istedi...” demektedir.
Alâüddîn-i Haskefî, fıkıh kitaplarının en meşhûrlarından olan, “Ed-Dürr-ül-muhtâr” adındaki eserinin “Mukaddime”sinde şöyle demektedir: “... Bundan sonra, lutf-i hafî sâhibinin rahmetine muhtaç olan şu fakîr (Muhammed Alâüddîn Haskefî) der ki; “Tenvîr-ül-ebsâr ve Câmi’ul-bihâr” adlı eserin şerhi olan “Hazâin-ül-esrâr ve Bedâi’ul-efkâr”ın birinci cüz’ünü yazmağa başlayınca, bu kitabın büyük bir cild olacağını tahmin ettim. Bunun üzerine, niyetimi değiştirip onu kısaltmaya yöneldim. Kısa, sahîh, mazbut ve bu husûstaki bütün kitaplardan üstün olan kitaba, “Ed-Dürr-ül-muhtâr fî şerhi Tenvîr-ül-ebsâr” adını verdim. Ömrüme yemîn olsun ki, bu eserle, bu ilmin bahçelerinin çiçekleri açmış, ırmakları akmış oldu. Şaşılacak mes’elelerinden tahkîk meyveleri devşirilir. Garîb mes’eleleri, fikirleri hayrette bırakan tetkik zâhireleridir. “Tenvîr-ül-ebsâr”, üstâdımızın üstâdı Şeyhülislâm Muhammed bin Abdullah Timurtâşî’nin eseridir. Bu zât, hanefî âlimlerinden olup, Gazze’lidir. Müteahhirîn (sonra gelen) âlimlerinin en üstünlerinin sığınağıdır. Ben bu kitabı, üstâdımız Şeyh Abdünnebî el-Halîlî’den naklediyorum. O da Mûsânnif’den (Timurtâşî’den), o da Mısırlı İbn-i Nüceym’den, o da senedi ile mezhebin imâmı, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’den, o da senedi ile Mustafâ-i muhtâr Peygamber efendimizden "sallallahü aleyhi ve sellem", o da Cibrîl’den "aleyhisselâm" ve o da Vâhid-i Kahhâr olan Allahü teâlâdan nakletmiştir.
Nitekim birçok yollarla, büyük âlimlerden naklen bize verilen icâzetnâmemizde de beyân olunmuştur...”
Haskefî’nin “Dürr-ül-muhtâr” adındaki kitabına en güzel hâşiyeyi yazan İbn-i Âbidîn, bu husûsta buyuruyor ki: “Tenvîr-ül-ebsâr şerhi olan “Dürr-ül-muhtâr”, her beldeye yayılmış olup, çok şehirlerde bulunmaktadır. Bu kitap, şöhrette, günün ortasındaki güneşten daha üstündür. O, aramağa değer bir eserdir. Onun ayağına gidilir. Çünkü o, Hanefî mezhebinde açılmış altın çığırdır. Gerçekten diğer mufassal (geniş, açık) kitapların ihtivâ etmediği, açık şekilde kısaltılmış fer’î (fıkıh) mes’eleleri, sahîh kabul edilmiş kavilleri içine almaktadır. Fikrin eli, böyle bir kumaş daha dokumuş değildir.”
“Dürr-ül-muhtâr” kitabından seçmeler:
“Hazret-i Ali buyurdu ki: “Fazîlet, ancak ilim ehline mahsûstur. Çünkü onlar, doğru yoldadır. Hidâyet arayana yol gösterirler. Herkesin kadr-ü kıymeti, başarısına göredir. Câhiller, ilim ehline düşmandırlar. İmdi sen, ilim elde etmeye bak! ilmin ebediyyen câhili olma! İnsanlar ölü, ilim ehli diridirler. (Zîrâ câhillerin hiçbir faydaları yoktur. Onlar, nebat yetiştirmeyen çorak toprağa benzerler. Allahü teâlâ meâlen; “Yoksa, ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine verdiğimiz nûrla insanlar içinde yürüyen kimse, karanlıklar içinde olan gibi midir?” buyurmuştur. Ölüden murâd câhil, dirilmekten murâd ilim verilmesidir. Karanlıklar içinde yüzen de câhildir)”
“İlim, her fazîlete vesîledir. İlim, köleyi sultânlar meclisine yükseltir. “Ulemâ olmasaydı, ümerâ helâk olmuşdu” denilmiştir. Şâir de; “İlim, erbâbı için azli mümkün olmayan bir sultândır. Gerçek emîr odur ki, azledildiği zaman dahî emîr kalır. Sultânın velâyeti elinden gidince, fazîleti saltanatında kalır” demiştir. Çünkü ilmin saltanatı ilâhîdir. Kulların, onu azle güçleri yetmez. Hadîs-i şerîfte;
“Hikmet, kişinin şerefine şeref katar, köleyi yükselterek sultanlar meclisine oturtur.” buyuruldu. Peygamber efendimiz "sallallahu aleyhi ve sellem" bununla, ilmin dünyâ menfaatlarına işâret etmişlerdir. Ma’lûmdur ki, âhıret daha hayırlı ve bâkîdir.”
“Her mü’mine önce lâzım olan şey; îmânı, farzları ve haramları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, müslümanlık olamaz, îmân elde tutulamaz. Hak borçları ve kul borçları ödenilemez. Niyet ve ahlâk düzeltilemez, temizlenemez. Düzgün niyet edilmedikçe, hiçbir farz kabul olmaz. Bir hadîs-i şerîfte: “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbtır.” buyuruldu.”
“Toprak ve sudan biri temiz ise, karışımları olan çamur temiz olur. Fetvâ da böyledir.”
“Oğlunu sünnet ettirmek mühim sünnettir. İslâmiyetin şiârıdır... Çocuğun sünnet olma yaşı belli değildir. Yedi ile oniki yaş arası en iyidir.”
“Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz var idi. Hepsinin kıldığı, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Namaz, dua demektir. İslâmiyetin emrettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz (salât) ismi verilmiştir. Mükellef (ya’nî, âkil ve baliğ olan her müslümanın, hergün beş vakit namazı kılması farz-ı ayn’dır. Farz olduğu, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Mi’râc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mi’râc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmiyedinci gecesinde idi. Mi’râcdan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı.”
“Misâfirin, dört rek’at farzlar yerine, iki rek’at kılması lâzımdır. Mi’râc gecesi, akşam namazı üç rek’at, öteki namazlar iki rek’at farz oldu. Medîne-i münevverede ikinci emirle, sabah ve akşamdan başkası dört rek’ata çıkarıldı. Hicretin dördüncü yılında bunlar, misâfir için, yine ikiye indirildi. Misâfir olmayan (mukîm) kimse için, öğle, ikindi ve yatsı farzları dört rek’at kaldı. Misâfirin bunları dört kılması günah olur. Mukîm oluncaya kadar, bunları iki rek’at kılar.”
İmâm-ı Nesefî “Kâfi” kitabında buyuruyor ki: “Bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, ondört secde âyetini (ezberden, ayakta) okuyup herbirinden sonra, hemen secde ederse, Allahü teâlâ, o kimseyi o dert ve belâdan korur. Son secdeden kalkınca, ayakta ellerini ileri uzatır. Kendini ve bütün müslümanların dünyâ ve dinlerine gelen belâdan, sıkıntıdan kurtulmaları, korunmaları, için dua eder.”
Câmilerin efdâli Kâ’be-i muazzama, sonra bunun etrâfındaki (Mescid-i Haram), sonra Medîne-i münevveredeki (Mescid-i Nebî)’dir. Sonra, Kudüs’deki (Mescid-i Aksâ), sonra, Medîne-i münevvere şehri yanındaki (Kubâ) mescididir. Mescid-i Nebî’nin yüz zrâ’ eni, yüz zrâ’ boyu vardı. Bir zrâ’ yarım metredir. Sonra, zamanla genişletildi. Şimdiki hâlinde de efdâldir.”
Farz namazı, özrü olmadan, vakti geçtikten sonra kılmak, ya’nî kazâya bırakmak haramdır.”
Namazı, özürsüz (ya’nî dînimizin gösterdiği sebep olmadan) vaktinden sonra kılmak, büyük günahdır. Bu günah, kazâ edince af olmuyor. Kazâ ettikten sonra, ayrıca tövbe veya hac etmek de lâzımdır. Kazâ edince, yalnız namazı kılmamak günahı af olur. Kazâ kılmadan tövbe edilince, terk günahı af olmadığı gibi, te’hîr günahı da af olmaz. Çünkü, tövbenin kabul olması için günahdan sıyrılmak şarttır.”
Tecemmül etmek, ya’nî güzel elbise giymek müstehabdır. Helâl şeylerle zînetlenmek mübâhdır. İmâm-ı a’zam Ebu Hanife, dörtyüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. Talebelerine güzel giyinmelerini emrederdi. İmâm-ı Muhammed, güzel elbise giyerdi. İmâm-ı a’zam buyurdu ki; “İmâm-ı Ömer’in yamalı hırka giymesi, Emîr-ül-mü’minîn olduğu içindi. Güzel giyinseydi, me’mûrları da güzel giyinirler, fakirleri, milletten zulüm ile mal alırlardı. Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giyerdi.
Kaynaklar
1) Hulâsat-ül-eser; cild-4, sh. 63, 65
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 984
3) Redd-ül-muhtâr (Mukaddime)
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"