Kazvini

On üçüncü asırda yetişen astronomi, coğrafya ve tıp âlimi. İsmi, Zekeriyyâ bin Muhammed bin Mahmûd el-Kûfî el-Kazvînî, künyesi Ebû Yahyâ’dır. 1208 senesinde İran’ın kuzeyinde Rest ile Tahran arasında bulunan Kazvin şehrinde doğdu. Kazvînî’nin nesebi, dört hak mezhep imâmından biri olan İmâm-ı Mâlik bin Enes’e dayanır.

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Kazvînî, tahsil için Irak’a gitti ve dînî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. İbn-i Arabî ile tanışıp, sohbetlerinde bulundu. Bir süre sonra Vâsıt ve Halle şehirlerine kâdı tâyin edildi. İsâbetli hüküm vermek husûsunda pek mâhirdi. Bu sebepten sözü delil olup, îtibâr edilirdi. Moğollar Bağdat’ı işgâl edinceye kadar bu makâmda kaldı. Onlar şehre girince, Şam’a geçti ve 1283 senesinde vefât etti.

Kazvînî, din ve fen ilimlerinde mütehassıstı. Fen ilimlerinde yazdığı eserler çok meşhur oldu. Asrındaki bütün ilimleri muhtelif kaynaklardan incelemiş, bunlar hakkında günümüz ilim adamlarını hayrette bırakacak tahliller yapmıştır. Kazvînî çok çalışkan, gayretli olduğundan tenbellik ve gevşekliği aslâ kabul etmez ve böylelerini hiç sevmezdi. Gerekli sebepleri hazır hâle getirip, deney yapmaya çok önem verirdi. Aynı zamanda din ilimlerinde mütehassıs olduğu için, tabiî ilimlerle ilgili ortaya koyduğu meselelere, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden de delil getirirdi.

Ayrıca, botanik sâhasında asrının söz sâhibi âlimlerinden olması, devrinde, âlimler arasında Aşşâb diye bilinmesine yol açtı. Çünkü tıpta kullanılan bitkilerin husûsiyetlerini çok iyi bilirdi. Zamânında, bir botanikçi aynı zamanda tabip, bir tabip ise botanikçiydi. Kazvînî, bitki çeşitleri ve bunların faydalarını araştırmaya çok önem verdi. İbn-i Sînâ’nın Kânûn ve Şifâ isimli eserlerinden faydalandı. Bitkileri ağaçlar ve ağaç olmayanlar diye ikiye ayırdı. Yaptığı bu sınıflandırma, bugünkü botanikçilerden farklı değildi. Bu konudaki açıklaması şöyledir: “Ağaçlar, gövdeli bitkilerdir. Ağaçların bir kısmı meyveli, bir kısmı meyvesizdir. Meyvesiz ağaçlarda bitkinin ana maddesi tamâmen ağacın kendisine sarf olunmuştur. Ekinler ve baklalar gibi bitkiler, gövdesiz bitkilerdendir. Allahü teâlâ bitkilerin yetiştiği ölü toprakları canlandırır. Bitkilerden yeşil yapraklar, pembe çiçekler çıkarır. Allahü teâlâ bunları ölülerin diriltilmesine, kırıntı hâline gelmiş olan kemiklerin tekrar eski hâline getirilmesine delil göstermektedir.”

Kazvînî’nin söz sâhibi olduğu ilimlerden biri de astronomiydi. Güneş ve ay tutulmalarını doğru şekilde îzâh etti. Ona göre; ay tutulmasının sebebi, dünyânın, ay ile güneşin arasına girmesidir. O zaman güneş ışığının yere düşmesinden bir mahrût (koni) teşekkül eder. Ayın hepsi mahrûtun içine düştüğünde ay tutulması tam olarak meydâna gelir. Yâni, güneşin ışığı ayın bize karşı olan yüzüne ulaşamaz. O zaman ayın o yüzü kararır. Eğer sâdece ayın bir kısmı mahrûtun içine girerse, kısmî aytutulması olur. Güneş tutulması ise, ayın, güneş ile dünyâ arasına girmesiyle meydana gelir. Güneş tutulması, ay tutulması gibi uzun sürmez. Güneş tutulması bâzı beldelerde görülüp bâzısında görülmez.”

İyi bir kozmografyacı olan Kazvînî, zelzelenin meydana gelişini de şöyle îzâh etti: “Bilginlerin söylediklerine göre, dumanlar ve buharlar yer altında birikirler. Buharlar, yerden dışarı çıkmak istediğinde, şâyet bulunduğu yer sert ise ve çıkacağı bir delik yoksa, o bölgede sarsıntı meydana gelir. Bu tıpkı hummalı bir kimsenin vücûdunun titremesine benzer. Hummalı kimsenin vücûdundan çıkan ifrâzât sebebiyle, humma şiddetlendiğinde, hummalının bedeni titrer ve sarsılır. Vücûdunda şiddetli harâret meydana gelir. Bu kokuşmuş ifrâzât, vücûd delîklerinden çıkınca vücut sâkinleşir. İşte vücûdunbu sarsıntısı, zelzele sebebiyle yerin sarsılması gibidir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.” Onun bu îzâhı yirminci asrın ilim adamlarını bile hayrette bırakmıştır.

Kazvînî dağların teşekkülünü ilmî bir şekilde araştırarak, bu sâhadaki ilmî kudretini ortaya koyan ihtimâller ve görüşler bildirmiştir. Dağların, ovaların meydana gelişi hakkında şu bilgileri vermektedir: “Su, çamurla karışıp, çamur yapışkan bir hâl alıp, uzun müddet güneş altında kalınca taş hâline gelir.

Nitekim kerpiç, bir müddet güneşte kalınca sertleşip tuğla hâlini alır. Tuğla bir nevi taştır, fakat ondan yumuşaktır. Bilginler dağların, su, çamur ve netîcede güneş ışını tesirinden meydana geldiğini, zelzeleler sebebiyle yerin bir kısmının çöktüğü bir kısmının ise, yüksek kalarak yukarda bahsedilen şekilde güneş altında taşlaştığını söylemişlerdir. Rüzgârlar da toprağı bir yerden başka bir yere sürükleyip tepeler meydana getirmişlerdir. Sonra bahsedilen şekilde taşlaşan tepelerden dağlar meydâna gelmiştir.”

Yer kabuğu üzerinde geniş araştırmalar yapan Kazvînî, çalışmaları sırasında mühendislerin benzerini yapmaktan âciz kaldığı, arının petek yapışını; kışın yağmur ve kar sularının yerin içinde birikip, yazın muhtelif kaynaklardan çıkışını da incelemiştir. Eserinde yer ilimlerinin pek çoğundan; altın, gümüş, kurşun, demir, bakır, kibrit, civâ ve daha başka maddelerin teşekkülünden de bahsetmiştir. Altının yumuşak dağlarda; demir, kurşun gümüş ve bakırın, yumuşak toprakla karışık vaziyette bulunan taşlar içinde; civânın, sulu arâzilerde; tuzların, bozkır yerlerde; petrolün, yağlı arazilerde bulunduğunu söylemiştir.

Kazvînî, insanın teşekkülü, ana rahmindeki yavrunun durumu, doğum, insan anatomisi ve âzâları ile hayvanlar hakkında da araştırmalar yapmıştır.

Eserleri:

Zekeriyyâ Kazvînî’nin eserlerinden ikisi zamânımıza kadar gelmiştir. En önemli eseri, Acâib-ül-Mahlûkât ve Garâib-ul-Mevcûdât’tır. Bu eser, kozmografya kitabı olup, iki kısımdır. Birinci kısım; astronomiden bahsedilip, gökyüzü hakkında bilgiler vermektedir. Burada geniş bir önsözden sonra ay, güneş ve yıldızlar anlatılmakta, daha sonra meleklerden bahsedilmektedir. Bu kısma ayrıca takvimle ilgili bir konu da eklenmiştir. Yine bu bölümde, yaratılıştan söz edilirken, yeryüzünün altı günde yaratılması açıklanmaktadır. İkinci bölümde; yeryüzüne âit olaylardan, dünyânın küre biçiminde meydana gelişinden bahsedilmektedir. Burada; hava, su, hayvanlar, bitkiler, mâdenler ve insan anlatılmaktadır. Bu kısımda coğrafî bilgiler de yer almakta, başlıca dağlar, adalar, deniz, nehir ve kuyular da anlatılmaktadır.

Eserin birbirinden çok farklı yazma nüshaları bulunmaktadır. Eser, ortaçağ sonlarında oldukça rağbet görmüş, başta Türkçe ve Farsça olmak üzere çeşitli dillere tercüme edilmiştir. Türkçeye ilk tercümesi Çelebi Sultan Mehmed zamânında Rükneddîn Ahmed tarafından yapılmıştır. İkinci defâ Kânûnî Sultan Süleymân zamânında, Sürûri-i Kadîm tercüme etmiştir. Ayrıca Eyyûb bin Halîl ve İsmâil Paşa tarafından yapılan Türkçe tercümeleri de bulunmaktadır.

Kazvînî’nin ikinci önemli eseri, Âsâr-ul-Bilâd ve Ahbâr-ul-İbâd’dır. Eser, üç mukaddime ile başlamaktadır. Birinci mukaddime, şehirler ve köyler kurmak ihtiyâcına dâirdir. İkinci mukaddime, beldelerin husûsiyetleri ile ilgilidir. Bu mukaddime iki kısma ayrılmıştır: Birincisinde beldelerin, sâkinleri üzerindeki tesirleri; ikincisinde ise beldelerin bitkiler ve hayvanlar üzerindeki tesirlerini ele almıştır. Üçüncü mukaddime; yeryüzündeki bölgelere dâirdir. Bu kısımda, buralarda yaşamış geçmiş milletlerden, evliyâ, ulemâ, şâirler, sultanlar, vezirler ve daha başkalarından bahsetmiştir.

Eserin yazmaları, Petersburg Kütüphânesinde ve Oxford’da bulunmaktadır. Eserin coğrafya ile ilgili kısmı Abdürreşîd Bakuvî tarafından Telhîs-ül-Âsâr ve Acâib-ül-Melik-il-Kahhâr adıyla yayınlanmıştır. Bunlardan başka; 1) Kitâb-ül-Ekâlîm, 2) Kitâb-ül-Büldân, 3) Kitâbü Mürevvic-üz-Zeheb ve Meâdin-ül-Cevher, 4) Kitâb-ün fî Nizâm-il-Kevn, 5) Kitâb-ün fî San’at-il-Erd adlı eserleri de vardır.

Kazvînî’nin yazdığı eserler, asırlarca ilim adamlarının mürâcaat kaynağı oldu. Eserlerinde, tecrübe ve gözlemi esas almıştır. Bu sebeple ortaya koyduğu netîceler tamâmen ilmî usûllere dayanmaktadır. Onun vazgeçilmez birer ilim kaynağı olan eserlerinin asıl kıymeti de buradan gelmektedir.