İki büyük merkezin (Osmanlı-İmâm-ı Rabbanî) birbirlerinden habersiz olması düşünülemezdi...
Ahmet Uçar
İlk kez ortaya konan arşiv vesikalarına göre Osmanlı yönetimi, bugüne kadar aralarında resmî bir alâka bulunmadığı zannedilen İmâm-ı Rabbânî ve onu temsil eden ailenin ve meşrebin misyonunu iyi kavramış görünüyor.
Nakşi meşâyihi tasavvufu "Allah'ın kitabı ve Resulullâh'ın sünneti üzere yaşamak, Hz. Peygamber ve ashabının yaşadığı sa'âdet asrını, maddî ve manevî olarak diri tutmak" olarak tanımlarlar. Günümüzde oryantalistler ya da modernist İslamcılar tarafından tasavvufa yüklenmek istenen kaynak, şekil ve metotla ilgili suçlamaların hepsi; hakiki tasavvufi metin ve kaynaklardan uzak kalmanın ya da meseleye kasıtlı yaklaşmanın bir sonucudur.
Dünyada müslümanların yaşadığı bir çok bölgede; irşat, tebliğ ve tecdit faaliyetlerinde öncü rolü oynayan Nakşi meşâyihi, Ehli sünnet çizgisindeki tavırları, bidat ve hurafeden uzak yaklaşımları, halk içinde Hakk'la birlikte düsturuna uygun, sade ve mütevazı hayatları ile her zaman takdir ve itibar görerek sabır ve metanetleri, mücadeleci ve kararlı şahsiyetleriyle bulundukları coğrafyaya ilim ve hakikat ışığı oldular.
Nakşibendiyye Anadolu'da
Resûlullâh'dan başlayan, devamlı ve kesintisiz bir silsileye sahip olan ve "Silsiletü'z-zeheb" (Altın silsile) olarak gönüllere kazınan bu yolun, Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend ile başlayan ikinci vetiresinde; özellikle Orta Asya'dan Orta Avrupa'ya uzanan geniş bir alanda etkisinin arttığı ve müntesiplerinin çoğaldığı görülmektedir. Anadolu'da ilk nesiller; Ubeydullah-ı Ahrâr'la (h.895-m.1490), bir başka deyişle, Fatih Sultan Mehmed Han döneminde görülecektir.
Yardım ve himmet
Fatih; İstanbul'u fethinin ardından şehre gelen Horasan ulemasına büyük bir alaka göstererek, Nakşi silsilesinden Ubeydullah-ı Ahrâr ve halifelerinden Abdurrahman Molla Cami (Ö.1492) ile mektuplaşacak kadar Nakşibendi muhiti ile irtibatını kuvvetlendirdi. Meşhur Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı Hoca Saadeddin Efendi; Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunlarından Hace Muhammed Kasım'a dayanarak Fatih'in Ubeydullah-ı Ahrâr'dan "yardım ve himmet" istediğini ortaya koymaktadır. Amasya Tarihînin yazarı Abdizade Hüseyin Hüsameddin, bu başlangıcı daha da geri götürerek; Ankara Savaşı'nın hemen sonrasında; 1404-1405'te Amasya'da, Şah-ı Nakşibend'in halifelerinden Hace Rükneddin Mahmûd Buhari'nin Mehmed Çelebi Tekkesini açtığını yazar. Muhtemelen tekke, Şah-ı Nakşibend'e yakınlığı ile bilinen Timur'un Anadolu seferinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Vahdet-i şuhûd
Ancak Anadolu'da Nakşibendiliğin ciddi ve kalıcı tesiri, Simavlı Molla Abdullah-ı İlâhi (ö.1490) ile başlar. İstanbul Zeyrek Medresesi talebesi iken, Alaaddin-i Tûsi ile birlikte Horasan'a giden Molla İlâhi; Ubeydullah-ı Ahrâr'ın halifesi olarak, Seyyid Ahmed el Buhari (ö.1516) ile birlikte Anadolu'ya döner. Kendisi Anadolu'da Simav ve çevresinde irşat faaliyetlerini yürütürken, halifesi Ahmed Buhari de, Vefa Zaviyesine yerleşerek İstanbul'da ilk ciddi Nakşibendi muhitini oluşturur. İkinci Bayezid dönemin de ortaya çıkan Şah Kulu isyanı ve Şiilik tehlikesi üzerine, Kazasker Manisalı Çelebinin davetiyle İstanbul'a gelen ve Zeyrek Medresesine yerleşen Molla İlâhi, İstanbul'daki ulema arasında neşv ü neva bulan vahdet-i vücud görüşüne karşı, vahdet-i şuhudu savunarak, özellikle Ayasofya Camiinde yaptığı sohbetlerle ciddi bir tesir sahası oluşturur.
Büyük ilgi
Nakşi silsilesinden Mahmud-ı İncir Fagnevi (ö.1315)'nin torunu olan Emir Ahmed Buhari, Fatih civarında Emir Buhari Dergahını yaptırdı. Sultan İkinci Bayezid de bu dergâha bir mescit ve hücre (oda) ilave ettirdi. İstanbul'da büyük alaka celp eden bu büyük veli, meydana gelen izdiham karşısında, Ayvansaray ve Edirnekapı haricine iki yeni tekke daha yaptırmak durumunda kaldı. Onun halifeleri, Anadolu'nun her tarafına Nakşiliği yavaş yavaş neşrettiler. Lamii Çelebi, Bursa ve çevresinde; Halife-i Hamidî, Eğirdir ve çevresinde; damadı Mahmûd Çelebi İstanbul'da onun faaliyetlerini genişleterek sürdürdüler. Hakim Çelebi tıpta; Lamii Çelebi ise telif (kitap yazımı) sahasında meşhur oldular. Şair Bakiden Kastamonulu Şeyh Şaban-ı Veli'ye ve Kanuni'nin şehzadelerine kadar hocalık yapan ve Sultan İkinci Bayezid ve Üçüncü Murad başta olmak üzere tüm Osmanlı sultanlarının sevgisini kazanan Nakşibendiler, Osmanlı yönetiminden büyük ilgi ve teşvik görerek, irşat ve irfan faaliyetlerine devam ettiler. Ayrıca 1516 da vefat eden Ahmed Buhari'nin cenazesini, devrin şeyhülislamı Zembilli Alî Efendinin kıldırdığı da bilinmektedir.
Rüya ve keramet
Özellikle İran'da Şah İsmail'in baskı ve şiddetinden Anadolu'ya hicret eden; çoğu Ubeydullah-ı Ahrar'ın halifesi bir çok Nakşi meşayihi, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman'dan büyük bir ilgi ve muhabbet gördüler. Bunlar arasında özellikle Bitlis'e yerleşen Şeyh Ebu Said bin Sunullah (ö.1572) ile Konya Akşehir'e yerleşen Baba Nimetullah Nahcuvani (ö. 1514) sayılabilir. 1543 ya da 1553'lerde Buhara'dan İstanbul'a gelen Ahmed Buhari (ö.1586), Unkapanı'nın Yeşiltulumba semtinde kurduğu tekkesinde irşat faaliyetlerinde bulundu. Tasavvuf tarihçisi Hüseyin Vassaf'a göre 1815'te İkinci Mahmud'a rüyasında "Beni bulunduğum mezbeleden kurtar" diyerek beyan-ı hal eylemiş ve Kapanîlerden (Sabatayistlerden) birinin evinin altında bulunan kabri, kendisine müracat edilen Nakşi meşayihinden Mısırlı Mustafa Efendinin murakabesi sonucu "naaş-ı şerifleri ter ü taze, yalnız kefenleri sararmış" olarak bulunmuştur.
Müceddidiyye
İmâm-ı Rabbani ve halifeleri vasıtası ile Hindistan'ın her tarafına yayılan Müceddidiyye; Türkistan, Anadolu, Suriye, Arabistan, Sumatra ve Bosna başta olmak üzere İslâm dünyasının her tarafında sür'atle yayılarak, özellikle tasavvufa alâka duyan ulema arasında önemli bir nüfuz kazandı.
Müceddidiyye, Osmanlı ülkesine ilk kez İmâm-ı Rabbaninin oğlu ve Nakşibendi silsilesinden Muhammed Masum döneminde, halifelerinden Muhammed Muradı Buhari ve Yekdest Hace Ahmed Cürcani tarafından getirildi.
'Şeyh Murad el-Özbeki en-Nakşibendi" adı ile bilinen Murad-ı Buhari, Keşmir ya da Kâbil'li olup üç yaşında iken felç oldu. Bu haliyle Asya'nın pek çok yerini dolaştı. Önce Hindistan'a giderek Muhammed Masum'un halifesi oldu. Daha sonra Bağdat, Kahire, Şam ve Hicaz'a gitti. 1681'de İstanbul'da Eyüp Sultan civarında irşat faaliyetlerine başladı. Bir süre Çorlulu Ali Paşa'nın kıskançlığı sebebiyle Bursa da yaşamak zorunda kalsa da tekrar İstanbul'a dönerek Haliç kıyısında Çarşamba muhitinde yaptırdığı kendi adı ile anılan tekkede, Müceddidiye'nin müessisi oldu. Lâlizade Şeyh Abdülbaki ve Bursalı Karababazade İbrahim Efendi gibi halifeleri yanında onun dergâh faaliyetlerini daha sonraki meşayihten Şeyh Yahya Efendi ve Muhammed Nuri Şemseddin Efendi-Mekasit'üt-Talibin müellifi- gibi önemli zatlar devam ettirdi. Ayrıca Bosna'da Nakşibendiliğin müessisi Hüseyin Baba Zukiç, Murad-ı Buhari Tekkesi'nde yetişti.
Osmanlı ülkesinde Müceddidiyye'nin bir başka müessisi ise, Muhammed Masum'un halifelerinden Yekdest Ahmed Cürcani (ö.1707)'ydi. Müridleri yüz binleri aşan Muhammed Masum'un en önemli halifelerindendir. Buhara da Cüryan kasabasında doğdu. 1685'te ticaret için Hindistan'a giderken yolda haramiler tarafından sağ eli kesildi. Bundan dolayı adına Yekdest deniliyordu. Daha sonra Serhend'e gidip hilafet aldıktan sonra tebliğ için Mekke-i Mükerreme'ye gönderildi. İstanbul'a gelmemekle birlikte İstanbul'da beş halifesi vardı: Eğri Kapılı Şeyh Hattat Hacı Muhammed Rasim Efendi (Galatasaray'da hoca), Şeyh Murtaza Efendi (Eyüp Sultanda), Kırımî Ahmed, Tokadi Muhammed Emin Efendi, Ebu Abdullah Muhammed es-Semerkandî (Üsküdar'da Şemsi Paşa da şeyh). Ayrıca Şam'da Süleyman-ı Kürdî, Medine-i Münevvere de Abdürrahim-i Buhari ve Beyrut'ta Abdülganî Nablusi de diğer meşhur halifelerindendir.
Devrin en meşhuru
Şüphesiz, Yekdest Hace Ahmed Cürcani'nin İstanbul'daki en verimli halefi, onun halifesi Ahmed-i Kiriminin vefatı ile yerine geçen Tokatlı Şeyh Muhammed Efendi'dir. Meşhur bir müderris olan ve Mekke-i Mükerreme'de Hace Ahmed'den bizzat hilafet alan Tokatlı Şeyh Muhammed Emin, devrinin en meşhur muhaddis ve müfessirlerindendi. Tasavvuf tarihçisi Hüseyin Vassaf "Herhangi bir mecliste ilmen ve irfanen herkese galip idi. Kadı ve Keşşaf tefsirlerini ezberden okutuverirdi. Hadiste mütebahhir idi." diyerek onun ne derece büyük bir âlim olduğunu aktarır. İrşad'üs-Salikin, Tuhfet'üt-Tüllâb, Hüsna-i Tarikat, Risale-i Ruhiye, Siyaneti Dervişan, Âdabı Nakşibendiyye adlı pek çok kitabı vardır. Tokatlı Şeyh Muhammed Emin Efendinin en meşhur halifesi ise, Mektubat-ı Şerifin ilk Türkçe tercümesini de yapan Müstakimzade Şeyh Süleyman Sadüddin Efendi (ö.1787)'ydi. Tuhfe-i Hattatin, Devha-i Meşayıh-ı Kibar, Silsile-i Nakşibendiyye, Hülasat'ün-Hediyye başta olmak üzere yüz kırk iki adet kitap yazmıştır.
Hicaz'da ilk Nakşi şeyhleri
Mekke-i Mükerreme'de irşat faaliyetlerini yürüten ilk Nakşi şeyhlerinden birisi, Muhammed Masumun halifelerinden Yekdest Hâce Ahmet Cürcani (ö.1707)'ydi. Ancak Osmanlı ülkesinin çeşitli merkezlerinde kurulan Hindî, Özbek ve Buhari tekkelerine mensup çok sayıda Nakşi meşayihi, her yıl Kabe'yi hac için Hicaz'a gelmekte, bunlardan bir kısmı aylarca mukaddes diyarlarda kalma yolunu tercih etmekteydi. Nakşi meşayihinden Şah Muhammed Nur'un halifelerinden Şeyh Hafız İmdadullah-i Hindi (ö.1843), altmış yıl Mekke-i Mükerreme'de irşat faaliyetinde bulundu. Ayrıca Şeyh Şemseddin Can-ı Canan'ın halifelerinden Hindli Kara Seyyah Hacı Ahmed Efendi ve Abdullah-ı Dehlevi'nin halifelerinden Şeyh Muhammed Can en-Nakşibendi (ö.1850) de uzun süre Hicaz'da vazife yaptılar. Ayrıca Nakşiliğin Halidiye kolundan ve Mevlana Halid-i Bağdadi'nin meşhur halifelerinden Seyyid Abdullah, Seyyid Taha-i Hakkari ve Abdullah-ı Mekki, - Mekke'de yıllarca Halidiye dergahını yönetti - Halidiye'yi Anadolu, Suriye, Irak ve Tataristan'da devam ettiren onlarca halife yetiştirdiler.
İlk vesikalar
İmâm-ı Rabbânî-Nakşibendi geleneği ile ilgili olsun olmasın-bütün meşreplerce hürmet ve muhabbetle anılan bir İslâm büyüğü ve mutasavvıfıdır. Onun eserleri -özellikle Mektubat-ı Şerif- Türkiye'de birçok Müslüman tarafından baştacı edilmektedir. Ancak şu ana kadar Osmanlı yönetimi ile İmâm-ı Rabbânî ailesi arasındaki ilişkiler yeterince incelenmedi. Bizim burada üzerinde duracağımız ve Osmanlı yönetiminin, İmâm-ı Rabbânî ve evlatlarına bakışını ortaya koyan arşiv vesikaları ilk kez gün yüzüne çıkıyorlar.
İlk belgemiz Sultan Abdülmecid dönemine ait olup, 4 Eylül 1860 tarihlidir (Bkz. Belge-1) Hicaz'a Harem-i Şerif Müdüriyeti'ne yazılan bu uzunca yazıda özetle şöyle deniliyor:
"İmâm-ı Rabbânî kuddise sırrıhü's-samedani hazretlerinin temiz soyundan ve Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin büyük halifelerinden olup doksan kadar müridi ve ailesiyle Medine-i Münevvere'ye hicret etmiş bulunan Şeyh Masum Efendi hazretlerinin ailesi ve dervişlerinin nafaka ve ihtiyaçları için gerekli yiyeceğin tahsisi, Harem-i Şerifi Hz. Nebevi Evkafından ihtiyacı karşılayabilecek hususi bir hanenin verilmesi. Maliye Nezaretinden de aylık 2500 kuruş maaş tahsisi Meclis-i Vâlâ ve Hass-ı Vükelâca kararlaştırılmıştır." Ancak, Hazret-i Nebevî Evkafı Ruznameci Maiyeti evveli Ahmed Efendi, İstanbul'a gelerek bu kadar kalabalık nüfusa bu evleri verince vakfın kira bedelinden mahrum kalacağını, buranın kiralarının iyi gelir getirdiğini belirterek, Şeyh Masum ve mensuplarına kiralık yeni evler bulunmasını ya da bu evlerin kirasının ödenmesini talep etmişti. 25 Eylül 1860'ta Mekke-i Mükereme'ye yazılan ikinci bir yazıda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunları Muhammed Masum hazretlerine Haremi Şerif Evkafı ndan bir adet hanenin 'Meşihata mahsus" olarak verilmesi istenmiş, ayrıca Harem-i Şerif müdürüne ayrıntılı bir cevap gönderildiği belirtilmişti.
Şeyhü'l-harem-i Hazret-i Nebevîye ve bi't-tasarruf Harem-i şerîf Müdîrine
İmâm-ı Rabbânî kuddise sırrihu's-samedânî hazretlerinin sülâle-i tâhirelerinden ve Abdullâh-ı Dehlevî hazretlerinin ekâbir hulefâsından olub Dehli'den doksan kadar ta'allukât ve mürîdânı ile Medîne-i Münevvere'ye hicret etmiş olan reşâ-detlü Şeyh Mâsûmî Efendi hazretlerine müte'allıkât ve dervîşânının infâkına vefâ edecek mikdâr hıntanın tahsisiyle beraber Harem-i Şerîf-i Hazret-i Nebevi Evkâf-ı celîlesi müsakkafâtından hâllerine cesbân bir hanenin Meşîhat'e mahsus olmak üzere Ptâsı ve Mâliye hazîne-i celîlesinden şehriy-ye iki bin beş yüz guruş dahi ma'âş tahsîsi hakkında Meclisi Vâlâ ve Hâss-ı Vükelâ kararı ve müteallik buyurulan irâde-i seniyye-i cenâb-ı pâdişâhî mantûk-ı âlîsi üzre iktizâsının icrası Mâliye ve Evkâf-ı hümâyûn nezâret-i celilerine havale ve iş'âr kılınmış olmasıyla müracaat olunan kuyâda ve li maslahaten Dersa'âdet'e gelmiş olan Hazîne-i celîle-i Hazret-i Nebevi rûznâmçe ma'iyyet-i evveli Ahmed Efendi'nin ifâdesine nazaran ınusakkafât-ı mezkûreden bilâ îcâr kimesneye hâne virilmemesi iktizâ-yı nizâmından bulunduğı ve işbu hanelerden muhtasar ve mazbut iken her biri haylice ziyâde icâre ile bi'l-îcâr hazîne-i celîle-i mezkûreye teslîm olınub zuhurat masârifâtına karşılık varidat kayd olınmakda olmasından dolayı vâridât-ı mezkûreye halel gelmemek üzre bunlardan me-şîhat-i mezbûreye tahsis olunacak cesîm bir hâne bulunur ise icâre-i seneviyyesinin tensîb olunan mahalden Ptâsı îcâb ide-ceği anlatmış ise de ber mûceb-i irâde-i seniyye tahsîs olunmak üzre evvel-emrde musakkafât-ı mezkûreden şeyh-i mü-şârun ileyh hazretlerinin iskânları içün öyle cesîm ve münâ-sib bir hâne bulunduğı hâlde icâre-i seneviyyesi nedir keyfiy-yetin ve olmadığı sûretde ne veçhile tesviye olınmak lâzım geleceğinin ve zikr olman meşîhate tahsisinde dahi mesâğ-ı şer'î olub olmayacağının isti'lâmı ile cevâbı vürûdında İcâbına bakılmak ve ol vakte kadar müşârun ileyh hazretleri mekansız kalmamak üzre ikâmetlerine muktezî bir bâb hanenin muvakkaten hemân tedârük
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"