Din naklidir! - Ramazan Mercan

Din naklidir! - Ramazan Mercan

DİN NAKLÎDİR, aklî değil.

Muhterem hocam,

Dînin aklî değil naklî olduğunu anlatan kompozisyonu yazmamı istemişsiniz. Sağ olun teveccüh göstermişsiniz. Ancak ben bu güne kadar hiç yazmadım. Pek de beceremem, ama yazmaya gayret ederim. İnşâallah faydalı olur.

Memleketimizde bir dînî   bir de fikri kaos bulunmaktadır. Bu kaosları kavramak ve anlayabimek için bazı hazırlıklar yapmak, bir altyapı kazanmak lâzım. Bu konuların kavranması bunların alt yapısını hazırlamakla olur.

Alt yapı nedir? Alt yapı, bir şeyi, bir konuyu kavramak için bundan öne bazı bilgiler, (ki biz bunlara ön bilgi diyoruz) edinmek lâzım. Meselâ, orta son sınıfta olan bir talebeye bir problem soruyorsunuz. Sorduğunuz problem integral ile çözülebilen bir problemdir. Orta sondaki bu talebe, matematikte ancak bir bilinmeyenli denklemlere kadar öğrenmiştir. integral bilmediği için bu problemi çözmesi mümkün değildir. Çözebilmesi için, bir bilinmeyenli denklemlerden sonra iki bilinmeyenli denklemler, üst dereceli denklemler, üslü-köklü kemiyetler, parametrik denklemler, trigonometrik denklemler, eşitsizlikler, polinomlar, türevler ve entegralleri öğrenmesi gerekir. İşte integrale gelinceye kadar olan bu basamaklar, integralin alt yapısıdır. Bu alt yapı olmadan integrali kavrayamaz.

Rahmetli babam sormuştu. Oğlum bu televizyon nasıl gösteriyor? Ankara’da konuşuyor, burada görünüyor, dinleniyor. Bu görüntüler, bu sesler Ankara’dan nasıl geliyor buraya?

Ben de gayri ihtiyari baba, sen bunu anlamazsın diye söyleyiverdim. Tabiî kızdı ve “Ulan ben kafasız mıyım, sen anlat anlat, anlarım ben” dedi. Babamı kırmamak için istemeyerek de olsa anlatmaya karar verdim. İyi de babam nasıl anlayacaktı anlattıklarımı? Zira babam ilkokul mezunu bile değildi. Üç aylık bir okuma yazma kursundan sonra çat pat ancak bir yazıyı okuyabiliyordu.

Ve ben anlatmaya başladım: Baba 220 voltluk cereyanı bağlarsın deyince, volt ne lan? dedi. Hayda, volt, amper, direnç, ohm, ohm kanunu, trafo, elektro manyetik dalga, dalga boyu, frekans, modilasyon, fotosel, sinisoidal eğri, e bu tabirleri, bu terimleri bilmeden televizyondaki görüntüyü nasıl izah edersiniz? Anlatsanız da zaten anlayamaz. Bu bilgiler de ancak bir lise mezununda olur. Tabiî biz böyle terimlerle konuşmaya başlayınca, garibim hiçbir şey anlamadı, kızdı. Zaten senin anlatmaya gönlün yoktu deyip yanımdan ayrıldı.

Alt yapıyla ilgili bir iki misal daha verelim.

Çoğumuz geometri okuduk. Bir çember çizelim (daire), birbirine dik iki çap çizelim (kiriş), 90 derece, 180 derece, 270 derece ve 360 derecelik açılar teşekkül eder. 90 derecelik açının sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant v.s.ni bulalım. 180, 270, 360 derecelerin de, sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant v.s.ni bulalım. Bu çembere trigonometride birim çember, birim daire diyoruz. Bu birim çemberi kavramadan, trigonometriyi kavramak mümkün mü? Tabiî ki değil. Bu birim çember kavranmadan, trigonometrik fonksiyonları kavramak mümkün mü? Değil tabii. İşte birim çember, trigonometrinin temelidir. Altyapısıdır.

Başka bir örnek te şöyledir. Bölük komutanı eğitim alanında eğitim yaptırmaktadır. Eğitim alanı demir yolu kenarındadır. O esnada tren geçmektedir. Bölük komutanı eğitimi durdurur. Bölüğü toplar ve başlar tren hakkında bilgi vermeye. İşte buna tren derler. Öndeki makine lokomotifdir. Arkadaki vagonlar yük vagonu, ondan sonrakiler yolcu vagonu, en sondaki yemek vagonudur, diye izahatta, açıklamalarda bulunur. Bu izahatın sonunda Çorumlu Mehmet, komutanım, iyi de öküz olmadan bu tren nasıl gidiyor? diye sorar.

Bölük komutanı, oğlum, bunun kazanı var. İçinde suyu var. Altında ateş yanar. Su ısınınca buhar olur. Buhar boruya geçer, buhar boruda pistonu geriye iter, piston tekerleği çevirir. Tren de böylece yürür diye biraz teferruatlıca anlatır ve Mehmed’e sorar: “Mehmet anladın mı?” Mehmet de: Ağzına sağlık komutanım. Çok gözel anladım da, yalınız ufak bir yerini anlamadım. Neresi Mehmet? Öküz olmadan nasıl gidiyor, yalınız orasını anlamadım, diğer taraflarını iyice anladım,der.

Eee Çorumlu Mehmed’in bu izahatı anlayacak alt yapısı var mı? Tabiî ki anlayamaz.

Askerlik yapanlar bilir. Siz askerlik yapmadınız ama lisede Milli Güvenlik dersi gördünüz. Ben de uzun müddet Milli Güvenlik derslerine girdim. Bu derste önce askerliğin tarifi yapılır. Daha sonra da disiplinin tarifiyapılır.

Disiplin nedir?

Disiplin; kanunlara, nizamlara, âmirlere mutlak bir itaat, astın ve üstün hukukuna riayettir. Ve disiplin, askerliğin temelidir. Disiplinin, bu tarifinin manası nedir? Manası; komutan ne derse baş üstüne demektir. Bunun lamı cimi yok. Evet komutana tam itaat. İyi de komutan yanlış emir vermişse ne olacak? Bu seni ilgilendirmez. Bu yanlışlıktan sen sorumlu değilsin. Komutanın emri yanlış diye (tabii sana göre bu yanlışlık) sen emre itaatsizlik yapamazsın.

Biz bu konuda genç teğmenler ile genç astsubaylarla hayli uğraşırdık. Bakmışsınız bu gençler, üstleriyle takışmışlar. Karşımıza alırız. Ne oldu Hasan? Komutanım, yanlış, mantıksız emir verdi. Ben de dayanamadım itiraz ettim.

Yavrum, kardeşim Hasan, askerlik demek, âmirine baş üstüne demektir. Senin âmirine itiraz hakkın yok, sen âmirini terbiye edemezsin. Kanun bu yetkiyi üst âmirlere vermiştir. Bak Hasan, elini vicdanına koy ve şöyle bir düşün; onbaşı çavuşa, çavuş teğmene, teğmen üsteğmene, üsteğmen yüzbaşıya itiraz etse ne olur? Şöyle bir düşün. Komutanım kaos olur. Haa, demek ki kaos olur. Evet komutanım kaos olur, anladım. Tamam şimdi oldu. Hasan işin püf noktasını kavradı, kalbi mutmain oldu bu hususta. İşte artık Hasan bundan sonra iyi bir asker olur. Yoksa yapamaz, bu işi götüremez, âmirlerine itiraz ederse, biz bir-iki sene Hasanla uğraşırız. Bu işe aklı yatıp tamam, itaat şart, askerlik bu dese, bitmiştir. Askerliği kavramıştır. Yok, iki sene sonunda Hasan hâlâ burnunun doğrultusuna gidiyorsa, hadi Hasan sana yolun açık olsun der, teskeresini verir, kışla dışına göndeririz.

Zira bu tutumuyla askerliğe (mesleğe) devamı mümkündeğildir.

Her işin mantığı vardır

Bir arkadaş, bir sohbette bana “Ramazan ağabey, sizin kışla girişinde yani nizamiyede şöyle bir yazı varmış. Buradan içeriye mantık girmez, diye yazıyormuş” dedi. Ben de tabiî, doğru, evet işin doğrusu da bu dedim. Ağabey olur mu? deyince, ben de, kardeşim, buruya Hasan’ın mantığı, Veli’nin mantığı, Mehmed’in mantığı girerse ne olur hiç düşündünüz mü? Kışlanın, askerliğin kendi mantığı var. Her ilmin, her müessesenin (kurumun) kendi mantığı var. Tıbbın mantığı ayrı, matematiğin mantığı ayrıdır. Dînin de kendi mantığı var.

Ben askerliğin avukatı değilim. Ancak sana bir misal vereyim, gerisini sen düşün, takdir et. Askerlik mantıklı mıdır, mantıksız mıdır?

Tek er eğitiminde en çok zorlandığımız ve güçlük çektiğimiz bir bölüm, bir eğitim var. Biz de zorlanırız, erler de zorlanır. “Yatmak kalkmak eğitimi”.

Yat kalk eğitimini yaptırırken, çok haşin davranırız. Çabuk yat, daha çabuk, olmadı daha çabuk diye ısrar ederiz. Ayrıca sağ eline sopayla vururuz. Yere yatırınca da “ayaklarını yere yapıştır der, ayaklarını çiğneriz, topuklarını yere yapıştır diye.

Evet niye böyle yaparız?

Efendim, makineli tüfeklerin dakikadaki atış miktarı 600, 900, 1200 mermidir. Biz bunun en asgarisi olan 600 mermi/dakikayı alalım. Bu tüfek dakikada 600 mermi atmakta. Saniyede kaç mermi atar? 600 mermi / 60 saniye = 10 mermi. Tamam mı, itirazın var mı? Yok.

Bu ne demek, bir deyince, bu tüfeğin ağzından (dırrrt.. diye) bir saniyede 10 mermi çıkıyor. Eğer sen bir saniye içinde yatarsan, sana isabet ihtimali nedir? 9-10 mermi. 1/2 saniyede yatarsan 4-5 mermi, 1/4 saniyede yatarsan 1-2 mermi isabet etme ihtimali var. İşte sen eğer bu yatış zamanını 1/4 saniyenin altına düşürmezsen, bu makineli tüfeğin ateşinden kurtulman mümkün değildir. Bu alışkanlığı kazandırmak için daha çabuk, daha çabuk diye bu alışkanlığı refleks hale getirmek zorundayız. Bu duruma göre, istediğin zaman diliminde yatmaktaserbestsin.

Sağ eline niye vururuz?

İstatistiklerde, muharebede kafadan (başından) vurulan er, asker çok az. Genellikle, ya sağ elinden, ya da topuklardan vurulur. Sebebi, er yatarken sağ elindeki tüfeği sol eline verip yatarken, sağ elini yukarı kaldırır. Bu esnada kurşunu sağ elinden yer. Anam diye yere yığılır. İşte elini kaldırmaması için “kaldırma elini” deyip birkaç defa vurdunuz mu, elini kaldırmama alışkanlığını kazanır. Artık ister kaldır, ister kaldırma elini, serbestsin!

Topuklarını çiğnemek niye?

Makineli tüfeği mevziye sokarken iyice yere doğru gömeriz ki, mermiler yeri yalayarak gitsin de erlerin topuklarına vursun diye. Onun için topuklarını yere yapıştırırsa, mermilerin isabetinden en az şekilde etkilensin. Bu duruma göre topuklarını ister yapıştır, ister yapıştırma.

İşte bu alışkanlıkları kazandırmak için bir ter dökeceğiz. Zira eğitimde ter dökmeyen, muharebede kan döker, kendi kanını döker.

Askerlikte mantık var mı? “Komutanlar derdi ki bize, talimnameler (askeri kitaplar) kanla yazılmıştır.”

Matematiğin mantığı:

Matematiği nasıl öğreniriz? Önce sayılar; 1, 2, 3, … 100. Sonra 4 işlem (toplama, çıkarma, çarpma, bölme), sonra ondalık sayılar, sonra bayağı kesirler, cebirsel ifadeler, sonra denklemler, (1, 2 bilinmeyenli), üslü-köklü kemiyetler, yüksek dereceli denklemler, sonra parametrik denklemler, fonksiyonlar, polinomlar, eşitsizlik, türevler, entegraller, limitler. Kabaca sıra bu. Peki 4 işlemi bilmeyen bir kimse, dört işlemden sonraki matematik konularını kavraması, öğrenmesi mümkün mü? Mümkün değil. Dört işlem matematiğin temelidir. İnsan vücudundaki su gibidir. İnsanvücudunun % 65-70’i sudur. Dört işlem de öyle.

Evet alt yapı ile ilgili bu örneklerden sonra, esas konumuza geçebiliriz. Memleketimizdeki bu dînî ve fikrî kaosu nasıl kavrayacağız. Bu kaosları kavrayabilmek için bu konularla ilgili alt yapımızı nasıl hazırlayacağız? Alt yapıyı nasıl tarif etmiştik; bir şeyi kavrayabilmek, anlayabilmek için, bu şeyden, bu konudan önce bazı şeyleri bilmek lâzım, demiştik.

İşte memleketimizdeki bu dînî ve fikrî kaosu kavrayabilmek için:

Bu milletin, kültürünü, sosyal yapısını biraz bilmeliyiz.

Kültürünü kavrayabilmek için biraz Osmanlıyı bilmemiz lâzım.

Osmanlıyı tanıyabilmek için bu milletin dîni olan İslâmiyet’i, ilmihâl bazında (seviyesinde) bilmemiz lâzım.

Artı, yakın tarih hakkında biraz bilgi sahibi olmalıyız. Hiç olmazsa Tanzimat’tan bu tarafadoğru.

Tanzimat dönemini ana hatlarıyla iyi bilmemiz lâzım.

Tanzimat dönemini kavrayabilmek için, Tanzimat’ın mimarı sayılan Mustafa Reşit Paşa ve kadrosunu bilmemiz, tanımamız lâzım.

Jön Türkler hakkında biraz özetbilgi

İttihat ve Terakki’yi çok çok iyi tanımamız lâzım.

İttihat ve Terkki’yi tanıyabilmek için Ziya Gökalp’i tanımamız lâzım. Zira Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’nin fikirbabasıdır.

Ziya Gökalp’i tanıyabilmek için, mensup olduğu (bağlı olduğu) bir felsefe ekolü olan Emil Dürkheim’in felsefesini özet olarak, ana hatlarıyla bilmeklâzım.

CHP’yi (Cumhuriyet Halk Partisi) tanımak, bilmek lâzım. Hem de çok iyi kavramak lazım CHP’yi. CHP sıradan bir parti değildir. Bir fikir kulübüdür. İttihat ve Terakki’nin devamıdır, kurulduğundan beri hep iktidarda olmuştur. Fiilen iktidarda olmadığı zaman daha çok iktidarda olmuştur. Bir ağırlığı, bir etkinliği vardır. Sağ hükümetlere nefes aldırtmamıştır. Hâlâ da öyledir. İktidarları çok hırpalamaktadır. İktidar CHP’nin hakkıdır. Devleti yönetmek (yani iktidar olmak) CHP’nin hakkıdır. İki seçim sürecini beraber yaşadık. Reisicumhur seçimlerinde gördük. 184, 367 rakamları sizlere bir şey (çok şey) hatırlatmaktadır.

Osmanlının yıkılışı hakkında özet bilgi.

İstiklâl Savaşı ve T.C.’nin kuruluşu.

Lozan Antlaşması ile ilgili kısa öz malûmat.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar olan CHP döneminin (siyasetinin) özeti.

Güç odakları, çok önceden de vardı, şimdi de var bunlar.

Siyonizm

Masonluk

Yahudiler veYahudilik

Sabataizm

Emperyalizm

DindeReform

Bu başlıklar hakkında biraz malûmat sahibi olursak, kafamız analitik düşünmeye başlar. Ve olayları (siyasi, fikrî, dînî) birbirine bağlamayı, yorumlamayı ve bir sonuç çıkarmayı becerebilirsiniz. Aksi takdirde, yapacağınız muhabbet, geyik muhabbeti olur.

Mümkün olsa da bu başlıktarın her birisi üzerinde birer saat konuşsak. Ama buna ne sizin, ne de benim vaktim müsait. Bu başlıklarla ilgili birer kitap okusanız 15 kitap eder, 3’er kitap okusanız 45 kitap eder. Şu derslerin arasında bu kitapları okumak kolay da değil. Ben lise sonda iken masonlukla ilgili bir kitap okumuştum (Gizli Devlet Kitabı). Merak ettim; bir kitap, bir daha derken teğmenliğimin sonuna kadar masonlukla ilgili ne kadar kitap bulduysam okudum. Aşağı yukarı 100’e yakın kitap oldu. Yazık olmuş. Vaktimi almış. 100 kitap dile kolay. Pişman oldum. Fakat eğer şu Rehber Ansiklopedisi elime geçseydi, bu kadar kitabı okumama gerek kalmazdı. Zira bu konularla ilgili bütün malûmat (bilgi) bu ansiklopedide mevcut. Her madde 5-10 sahife yazılmış. Kısa öz, komprime, fındık gibi malûmat. Rehber’deki malûmat bana yeterliydi.Size de tavsiye ederim.Şöyle istirahat ederken, dinlenmek için günde birer madde okusanız, 150-200 sayfalık malûmatla güzel bir bakış açısı kazanırsınız.

Yazık oldu dedim 100 kitabı okumakla. Gereksizdi. Zira bir konu için 100 kitap. Ben masonlukla ilgili doktora yapacaktım. Her kitap ortalama 300 sayfa olsa, 100kitap 30.000 sayfa eder. Yazık. Zaman kaybı. Ben eğer her sayfa yerine bir İngilizce kelime öğrenseydim 30.000 kelimelik bir İngilizcem, bir ikinci batı dilim olurdu. Övünmek gibi olmasın ama bu suretle bir batı dilimin olduğunu da böylece söylemiş oluyorum. Evet. Almanca’dan bir Almanca öğretmenliği diplomam var. Ama ne yazık ki Almancayı konuşamıyorum. Ama gramerim çok güzel. Bir Alman benim kadar gramer bilmez. Her ne ise, Rehber Ansiklopedisi’ni tavsiye ederim.

Şimdi size bu maddelerden bir ikisinden bahsedeyim, gerisini siz tamamlarsınız.

Emil Dürkheim’in felsefesi

Emil Dürkheim’in felsefesinden kısaca bahsedelim. Emil Dürkheim diyor ki: Dinler bu güne kadar toplumu idare etti. Fakat, artık toplum gelişti. Kendi kanunlarını kendisi yapıp kendini idare eder. Dinler sosyal hayattan çekilsin. Dinler, fert (birey) ile inandığı şey arasında kalsın. Zaten dinler de sosyal kökenlidir. Sosyal kökenli ne demek? Kim söyleyecek? Her neyse sizi yormayayım. Sosyal kökenli demek, “Hâşâ din, kitap, vahiy, peygamber, ahiret diye bir şey yok. Din psikolojik bir hadisedir. İnsan bir tehlike ile karşılaştığı zaman, kendisinden daha güçlü bir şeye, bir kimseye sığınma ihtiyacı hisseder. İşte o sığındığı şey, onun Allahıdır, ilahıdır. Allah inancı böyle doğmuştur.

Peygamberler (peygamberlik) nedir, kimdir? Peygamberler mi, ha bunlar çok zeki insanlar, filozof insanlar, karizmatik bilge insanlar, diğer insanlardan farklı özellikleri olan bilge insanlar, lider insanlar, toplumun meselelerine kafa yorup bu meselelere çözüm getiren (bulan) insanlardır. Ürettikleri bu çözüm yollarının toplum tarafından kabul görmesi için, kendilerinin peygamber olduğunu söylerler (yani hâşâ yalan söylerler) veya kendilerini diğer insanlardan farklı üstün gördükleri için kendilerinin peygamber olduklarına kendileri inanırlar ve kendilerini kurtarıcı görürler.”

Emil Dürkheim devam ediyor; “fakat ne olursa olsun toplumun ve kişilerin inançlarına saygılı olmak lâzım. Zira inançlı toplumu, inançlı kişileri idare etmek kolaydır. İnançsız toplumun idaresi zordur.”

İşte kısaca Emil Dürkheim’in felsefesi budur. Ziya Gökalp bu felsefeyi benimsemiş ve almıştır. Fakat bu felsefenin tamamını değil de, işine geleni almıştır. İsmini unuttum bir sosyolog der ki, Ziya, Emil Dürkheim’a ihanet etmiştir. Zira Emil Dürkheim’ın felsefesinin birinci kısmını aldı, ikinci kısmımı almadı. Yani dinler sosyal kökenlidir kısmını aldı, fakat dinlere, inançlara saygılı olmak kısmını almadı. Bilakis din düşmanı oldu. Fakat bu din düşmanlığını açıkça beyan etmedi. Çok kurnaz davrandı. Reform yolunu seçti. Öyle ya, doğrudan doğruya ben inanmıyorum, siz de inanmayın dese, büyük bir reaksiyonla karşılaşacağını bilir. Bunlar zeki insanlardı. Peki ne dedi? Tabiî efendim dinlere, inançlara saygımız var. Hele İslâmiyet’e sonsuz saygımız var. İslâmiyet olan dînimiz, çok mükemmel, mantıkî, aklî, ekmel bir dindir. Fakat bu güzel dînimizi, cahil hocalar, din düşmanları (hele hele kendisi değil) hurafeler katarak bozmuşlar. Biz dînimizi bu hurafelerden temizleyip, rafine edip, size dîninizi asıl kaynağından öğreteceğiz. İnsanın aklına da hoş geliyor bu ifadeler. Devam ediyor. Sonra din demek, akıl demek, mantık demektir, arkadaşlar. Hasan Hoca konuşuyor, anlatıyor. Dinleyeceksin, anlattıkları aklına, mantığına yatıyorsa, aklını sarıyorsa, sana aklî, mantıkî geliyorsa, anlattıkları doğrudur. Yoksa aklına mantığına pek yatmıyorsa, bilgi yanlıştır, kaldır at. İnanma, saçmadır, doğru değildir.Bu izah insana ilk etapta da hoş gelebilir. Ve insan şöylede diyebilir, “hee yahu bizim köyde bir hoca vardı, hep buna benzer mantıksız şeyler anlatırdı” (menkıbeler, kerametler anlattıysa).

Sizi öyle bir inançsızlık, tehlikeli bir çukura, hem de hiç hissettirmeden düşür ki, farkına bile varamazsınız. Nedir bu tehlike; ha siz bu esnada böyle düşünmekle dini, inancı, inkâr etme diye bir düşünceniz yok. Siz bu çukura farkına varmadan düştünüz. Dîni, akla, mantığa bağladınız. Dînin naklî değil, aklî olduğuna (hiç farkına varmadan) inandırıldınız. Ve akla bağlandınız. Dînin naklî olduğu temel direğiniz, farkında olmadan yıkıldı veya yıktılar. Ve aklınıza bağlandınız. Dîn-i islâmı aklınıza göre yorumlamaya, her dînî hadiseyi sorgulamaya başladınız. Nakilden sessiz sedasız ayrıldınız. İşte şimdiki manzara bu inancın neticesi. Vatandaş bir vaaz dinliyor. Sonra diyor ki, yok arkadaş bu benim aklıma yatmadı, böyle mantıksız şey olurmu?

İşte Ziya Gökalp’in tezgâhından geçen insanlar iki gruba ayrıldı. Bir kısmı samimi dinsiz oldu. Bir kısmı da akıl müslümanı oldu. Dîni kendi aklına göre yorumladı. Kendi yorumunu İslâmiyet, din diye kabul etti. Evet bu günkü manzara maalesef bu.

İşte Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki mensuplarını bu felsefe ile yetiştirdi. Beyinlerini yıkadı. Bu beyni yıkanan İttihat ve Terakki mensupları, Osmanlı’nın idaresine el koydu. Yani idareye geçtiler. Hükümet oldular. Bu zihniyet, Cumhuriyet döneminin de idarecisidir. Ziya Gökalp, T.C.’nin yeni kültürünün oluşmasında yapılan kültür faaliyetleri arasında, batı klasiklerinin, Yunan klasiklerinin tercüme heyetinin başkanı oldu. Ve bu felsefe, yani Emil Dürkheim’in felsefesi, yani POZİTİVİZM yeni kuşağın temel inancı haline getirilmeye çalışıldı. Bu felsefe hiç çaktırmadan ilkokuldan itibaren üniversite dahil, tahsil hayatı boyunca işlendi. Çok kurnaz eğitim-öğretim programları bu felsefenin ışığı altında hazırlandı. Hâlâ bu tahribat devam etmektedir.

Demek ki, zamanımızdaki bu dînî kaos, herkesin İslâmiyet’i kendi aklına uyarak yorumlamasından, kendi aklını esas alıp kendi anlayışını İslâmiyet olarak algılamasından kaynaklanmaktadır. Yani dînin NAKLÎ değil, Aklî oluşunu düşünmesinden, dolayısıyla kendi aklına göre yorum yapmasından kaynaklanıyor. O zaman bize düşen görev; dîni doğru bir şekilde öğrenmek lâzım. Peki dîni (İslâmiyeti) doğru bir şekilde nasıl öğreneceğiz?

Başlangıçta her ilmin bir mantığı vardır. Matematiğin mantığı 4 işlem, trigonometrinin dayanağı birim çemberin kavranmasında. Askerliğin mantığı, disiplinin askerliğin temelinin olduğunda, yani komutana baş üstüne demekte olduğunu anlatmıştık. Bunları kavramayanın, anlamayanın, kabullenmeyenin, matematiği, trigonometriyi, askerliği kavrayamayacağını anlatmıştık. İşte bu durumlara göre İslâmiyet’in NAKLÎ olduğunu anlamayan kimsenin, İslâmiyet’i doğru bir şekilde öğrenmesi mümkün değildir. O halde Naklî ne demek, din naklîdir, aklî değildir ne demek, bunun üzerinde duralım.

 

Din aklî değildir, naklîdir:

Aklî ne demek: Aklî, akılla ilgili demek. Resmî, resmiyetle devletle ilgili demek; kimyevî ne demek; kimyayla ilgili demek. Askerî, askerlikle ilgili demek. Millî, milletle ilgili demek.

Aklî, akılla ilgili demek olunca; yani hocam, dînin akılla, aklın dinle ilgisi yok mu? Olmaz olur mu canım. Dînî sorumluluk ne zaman başlar, âkil baliğ olunca, ne zaman biter; insan ölünce veya deli olunca.

Demek ki din akıllılara hitab eder, deli dinden sorumlu mudur? Tabiî ki değil.

Aklın dindeki yeri neresidir, nereye kadardır? Aklı olan kimselerin bir de düşünme, tefekkür mecburiyeti var. Buraya bir nokta koyalım.

Eylemsizlik momenti diye bir fizik kaidesi okuduk lisede hatırlarsanız. Ne idi o da Hasan? Neyse yorulma ben söyleyeyim. “Duran bir cisme bir kuvvet etki etmezse, hareket etmez. Hareket halinde olan bir cismi bir kuvvet etki etmezse, durmaz.” Buna eylemsizlik momenti diyoruz. Bu prensibe göre insan tefekkür eder, düşünür. Dünya dönüyor, Ay dönüyor, hareket ediyor. Güneş, öyle. Ağaçlar çiçek açıyor, yaprak, meyve, tekrar yaprak dökümü ve çıplaklık, Kış. Sular hareket ediyor, bulutlar keza. Bunları hareket ettiren şuurlu bir güç var. Acaba bu güç kimdir, nerededir? İşte akıl ancak bu gücün farkına varır. Ama nasıl bir güçtür, kimdir, özellikleri nelerdir, anlaması mümkün değildir. Çünkü akıl sınırlıdır. Beş duyu gibi kapasitesi sınırlıdır. Meselâ kulak 15 frekansın altındaki sesleri alamadığı, duyamadığı gibi, 25 bin frekansın üstündeki sesleri de alamaz, duyamaz. Keza göz belli bir küçüklükten sonraki cisimleri göremez. Burun da öyle, dil de öyle, kapasitelerisınırlıdır.

İşte akla bu sınırdan sonra bir rehber lâzım. Bu rehber de Allahü teâlânın peygamberleridir. Cenâb-ı Hak peygamberleri vasıtasıyle kendini haber vermekte: Ey benim kulum, aradığın güç Benim. İsmim Allahü teâlâdır. Özelliklerim şudur, diye. Demek ki, insan aklı tek başına bir rehber olmadan doğru yolu bulabilseydi, cenâb-ı Hakkın peygamberleri göndermesine gerek kalmazdı. O zaman bizim dînimizi doğru bir şekilde öğrenebilmemiz, ancak naklen gelen bilgileri takip edersek mümkün olur. Öyle ise dînimiz nakil yoluyla bize nasıl gelmiştir, ona bir gözatalım.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi Peygamberimiz olan hazret-i Muhammed’e “sallallahü aleyhi ve sellem” göndermiştir. Kur’ân-ı kerîmin muhatabı O’dur. Ben değil, sen değil. Biz Kur’ân-ı kerîmin en direkt muhatabıyız. Direkt değil. Direkt sorumlu Peygamberimizdir “aleyhissalâtü vesselâm”.

Peygamberimiz, Kur’ân-ı kerîmi vahiy yoluyla aldı, öğrendi, mânâsını anladı. Allahü teâlânın ne demek istediğini anladı ve Eshâb-ı kirâma anlattı. Ey eshâbım, cenâb-ı Hak bizden şunu istiyor:

1.     Şöyle îmân edeceğiz, îmân bu.

2.     Şunlaremirler,

3.     Bunlar dayasaklar.

İşte Kur’ân-ı kerîmin mânâsı budur. İşte Peygamberimizin bu anladığı İslâmiyet’tir. Esas olan Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmden anladığıdır. Yoksa senin benim anladığı değildir. Eshâb-ı kirâma anlattı ve islâmın nasıl uygulanacağını onlara öğretti.

Eshâb-ı kirâm Peygamberimizin anlattığı, öğrettiği bu İslâmiyet’i Tabi’îne anlattı (nakletti). Tabi’în, Tebe-i tabi’îne anlattı (nakletti). Tebe-i tabi’în kendisinden sonraki kimselere anlattı (nakletti). Neyi (hangi İslâmiyeti) anlattı (nakletti)? Resûlullahın anlattığı islâmı anlattılar. Böylece birbirlerine naklede ede bize kadar geldi. Biz de sizlere, siz de sizden sonra gelenlere nakledeceksiniz (anlatacaksınız). Tersten alalım; meselâ Ebüssüûd Efendi ki, Osmanlı şeyhülislâmlarındandır; Hasan Efendi’ye islâmiyeti anlattı. Ebüssüûd Efendi’ye soruyoruz, Hocam, siz Hasan Efendi’ye islâmiyeti anlatmışsınız. Neye göre anlattınız? Efendim ben Hocam Mehmed Efendi’den duyduklarımı anlattım. Mehmed Efendi’ye soruyoruz; siz kimden anlattınız. Efendim, ben hocam Ali Efendi’den öğrendiklerimden, böylece sorarak, giderek Tebe-i tabi’în, İmâm-ı a’zam hazretleri ki, Tabi’îndendi; Eshâb-ı kirâm ve Resûlullah “sallallahü aleyhi ve selleme” ve Kur’ân-ı kerîme gideriz.

İşte Resûlullahtan bu tarafa nakledilerek gelen bu İslâmiyet’e biz naklî İslâm diyoruz. Bu nakil caddesiyle bize gelen İslâmiyet, naklî islâmdır. Bu islâma biz Ehl-i sünnet islâmı (Ehl-i sünnet yolu) diyoruz, yani Resûlullahın anlattığı İslâmiyet naklen gelmiştir.

Peygamberimiz Kur’ân-ı kerîmin tamamını Eshâb-ı kirâma tefsîr etti, anlattı. Mânâsının ne olduğunu, Allahü teâlânın kullarından ne yapmalarını istediğini Peygamberimiz anlattı. Senin bir âyet-i kerîmeyi alıp, acaba cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede ne demek istiyor diye kendi aklına göre bunu mânâlandırmana gerek de yok, izin de yok. Zaten salâhiyetli değilsin. Bunun mânâsı açıklanmış. Amerika’yı yeniden keşfe kalkışmak lüzumsuzdur.

İşte ana hatlarıyla İslâm’ın bize gelişi böyledir.

Bunu biraz açalım. Peygamberimiz Kur’ân-ı kerîmi Eshâb-ı kirâmına açıkladıktan sonra Eshâb-ı kirâm Kur’ân-ı kerîmi anladı. Böylece birinci kaynak Kur’ân-ı kerîm, ikinci kaynak da Hadîs-i şerîfler oldu. Başka bir ifade ile Kur’ân-ı kerîm birinci kaynak, Hadîs-i şerîfler ikinci kaynak oldu.

Eshâb-ı kirâmın ve bundan sonraki asırda gelen müctehidlerin bir  problemi çözerken sonunda çıkardıkları hüküm aynı ise buna İcmâ (İcma-i ümmet) yani söz birliği denir. Bu söz birliği de üçüncü ana kaynaktır dînimizde.

Dördüncü kaynağımız Kıyâs-ı fukahâ. Müctehid âlimler Kur’ân-ı kerîmden, Hadîs-i şerîflerden ve İcmâ’dan çıkardıkları hükümlerdir. Bunu nasıl yapıyorlar? Kıyas yoluyla yapıyorlar. Bir işin haram veya helâl olduğunu anlamak için bu problemi çözerken, bu problem bundan önce çözülmüş problemlerin hangisine benziyor, mukayese yaparak, karşılaştırarak, ha şu çözülmüş probleme (meseleye) benziyor deyip, bu problemi çözülmüş problemin delillerine göre karar veripçözüyorlar.

İşte dînimizin dört kaynağı böyle teşekkül etmiş olur. Demek ki biz dînimizi bu dört kaynaktan gelen bilgilerden öğreneceğiz. İyi de bu dört kaynak bizim için değildir. Bu dört kaynak, müctehid âlimler içindir. Tabiî bu arada müctehid kime denir, müctehidin özellikleri nelerdir, ictihad nedir, kaç çeşit müctehid var, mezheb nedir, niye dört mezhep? Niye bir değil, niye on değil? Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi ve hepsi mezheb sahibi idi. Bunların mezhebleri nerede, gibi konuları da bu arada kısaca bilmek lâzım.

Evet ne demiştik, bu dört kaynak müctehidler içindir. Biz bu dört kaynaktan direkt olarak dînimizi öğrenemeyiz. Neden? Zira bu dört kaynak çok yüksektir. Bizim bu dört kaynağı anlamamız mümkün değil. Neden, zira bizim alt yapımız buna müsait değil. Peki ne yapacağız?

Âlimler bu dört kaynağı, kendilerinden biraz aşağıda (bilgi sahibi) olan kimselerin anlaması için biraz açıklamışlar. Bu açıklamalara fıkıh kitabı diyoruz. Fıkıh kitaplarını da bizim (biz avamın) anlamamız zor. Neden? Bizim, fıkıh kitaplarını da anlayacak alt yapımız yok. Fıkıh kitaplarını anlamak için medresede bazı dersler okuyup, belli bir seviyede bilgi sahibi olmak lâzım. Ben medrese okumadım. Bilmem okuyanınız var mı? Hasan senin medrese tahsilin var mı? Yok. Ha anlaşıldı, demek ki, içimizde fıkıh kitaplarını anlayacak kadar alt yapısı olan kimse yok. Peki ne yapacağız?

Âlimler bu fıkıh kitaplarını biraz daha açıklayıp biz avamın anlayacağı şekilde derece derece kitaplar yazdılar. Bu kitaplara İlmihâl kitapları diyoruz. Biz ancak bu ilmihâl kitaplarından öğrenebiliriz dînimizi. Meselâ Mızraklı İlmihâl kitabı, meşhurdur. Dedelerimizin, nenelerimizin yastık altı kitabıdır. Osmanlının her evinde mutlaka bulunurdu. İnsanın okuma yazması olmasa dahi, biri bu kitabı okusa, hemen hemen herkes dînini kendine yetecek kadar bu ilmihâlden öğrenir.

Demek ki biz dînimizi, bize göre yazılmış bir ilmihâl kitabından öğrenebiliriz. Bu en mühim prensiptir, işin püf noktasıdır. Direkt fıkıh kitabından, hele hele direkt tefsîrden, mealden, hadîs-i şerîfden, ictihadlardan değil, İLMİHÂLLERDEN öğrenebiliriz. Neden? Zira bizim, direkt dört kaynaktan, fıkıh kitaplarından öğrenmeye alt yapımız müsait değil. İşte size baştan beri alt yapının önemini anlatan misaller vermem, onları anlatmama sebep budur.

Peki madem ki biz dînimizi bir ilmihâl kitabından öğrenebileceğimize göre, burada, bu durum muvacehesinde, yani bu durum karşısında izahlarıma dayanarak bana bir soru sormanız lâzım. Ya siz sorun, ya da ben namınıza sorayım. Eğer dikkatli dinlediyseniz rahatlıkla sorarsınız. Evet Hasan, sen her halde niyetlisin sormaya. Evet dinliyorum.

Hangi ilmihâl? Evet, bravo. Tabiî ki soracaksınız. Ben öyle el pençe divan pek hoşlanmam. Bana sordunuz. Ben de hiçbir şey düşünmeden çok rahatlıkla derim ki, diyorum ki; Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye. Şimdi Hasan şöyle düşünüyor: “Anlaşıldı, Ramazan ağabey şimdiye kadar ki konuşmaları, bize illâ da bu kitabı tavsiye etmek, hatta empoze etmek, bizi yönlendirmek için yaptı. Bizi mürid yapacak kendine, kendisi de şeyh. Gençler hiç, hiç ama böyle bir düşüncem yok. Ben pek yemin etmem. Yemin edilecek bir durum olursa, “emin ol veya emin olun” derim. Zira sık sık yemin etmenin pek hoş olmadığını biliyorum. Ama bu durum muvacehesinde (karşısında) “Hem vallahi, hem billâhi, hem tallâhi” diye yemin ederim ki, böyle bir niyetim yok. En sevmediğim şey insanları şartlandırmak, beynini yıkamak. Bana sorduğunuz için tavsiye ediyorum sadece. Siz bilirsiniz. Benim bütün endişem, sizin direkt olarak dört kaynaktan İslâmı öğrenmenizin yanlış olacağını bildiğim için, sizi ilmihâllere yönlendirmek. Fakat illâ da bu kitap (ilmihâl demiyorum), yeter ki direkt tefsîr, meal, hadîs-i şerîflere yönelmeyin.

Yine bu durum muvacehesinde, bu ilmihâli tavsiye ettiğime göre bana bir soru daha sormanız gerekiyor. Bekliyorum. Evet, evet ha “Neden?” Tabiî ya, neden, hele bir sor hikmet-i sebebini.

Evet, neden bu ilmihâl?

Efendim, eğer dikkatlice dinlediyseniz, bu sorunun cevabını da verebilirsiniz. Evet, evet bekliyorum… Anlaşıldı izah edeyim; ne demiştik, ilmihâl kitapları fıkıh kitaplarından derlenir, hazırlanır. Bizim mezhebimizde birkaç ilmihâl kitabı var. Bunlara bakacaksınız, neresine; kaynakçalarına. Hangisinin kaynakçasında daha fazla kaynak kitabı varsa, onu tercih edeceksiniz. Ben bu ilmihâlleri bir araya getirdim ve baktım. Tam İlmihâl’de en fazla. Onun için tavsiye ettim bunu.

Şöyle de diyebiliriz: Bu ilmihâldeki bilgiler NAKLÎ’dir. İslâm âlimlerinin kitaplarından alınmıştır. Naklen gelen bilgilerden derlenmiştir. Kafadan yazılmamıştır. Fakat yine söylüyorum, ille de bu demiyorum. Sorduğunuz için tavsiye ediyorum. Bütün endişem, direkt Kur’ân-ı kerîme, meâle, tefsîre sarılıp kendimize göre yorum yaparak, kendi aklınızın dînini öğrenmeyin. Yanlış olur. Hatta îmânınız tehlikeye, hem çok büyük bir tehlikeye düşer. Nedir o? “Kim ki Kur’ân-ı kerîmi kendi aklına göre manalandırırsa, küfre gider” diye Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğunu İslâm âlimleri söylemekte. Size özetlediğim şu malumat (bilgi) bu ilmihâldendir. Bu naklettiğim bilgileri her müslümanın çok güzel, daha kitabî bir şekilde öğrenmesi gerekmektedir. Bu ilmihâli okursanız dikkat edeceğiniz bir noktayı hatırlatayım. Bu ilmihâlin 25. 26. ve 27. maddelerini çok dikkatli okumalısınız. Zira size anlattığım bu bilgiler, bu maddelerde çok güzel, derli toplu, genişçe anlatılmış. Hem de bu üç maddeyi anlamazsanız, İslâmı da doğru bir şekilde öğrenmeniz, kavramanız mümkün değil. Bu maddelerde ayrıca, biraz evvel de söylediğim gibi, mezheb, ictihad, müctehid, müctehid bir âlimde bulunması gereken özellikler, dînin naklî oluşu, bizim neden tefsîri, meâli anlayamayacağımızı, neden dört mezheb? Mezhebler nasıl oluşmuş, niye tek mezheb değil, niye on değil gibi konular çok güzel izah edilmiştir. Bu maddeleri okursanız, bilgileriniz kitabîleşir, pekişir ve başkalarına da anlatma imkânı doğar. Zira her, müslümanın kendi çapında “emr-i ma’rûf” görevini namaz kılmak gibi yapması farz-ı ayndır. Bu vazifenizi de yapma imkânınakavuşursunuz.

Bu izahlara rağmen hâlâ kafanızdaki şu soru gelip gitmekte; “Ben niye Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayayım?” Evet haklısınız. Sizi kınamıyorum, zira ben bu soruyu çok sordum kendime. Şöyle bir misal verirsek, bu konu daha güzel anlaşılır gibi geliyor bana. Ha şimdi aklıma geldi, bu misali vermeden size canlı bir misal olan ve başımdan geçen bir hadiseyi anlatayım. Hem biraz dinlenmiş olursunuz, hem de konumuzun daha da (daha güzel) anlaşılmasına yardımcı olur.

Bir hatıra

Ben niye Kur’an-ı Kerimi okuyup anlamayayım

Sene 1969. Yer Tokat Eğitim Alayı. Ben o senelerde genç bir üsteğmenim. Alay S3’üyüm. Yani Eğitim işlerini planlayan, programlarını yapan şubenin sorumlusuyum.

Tümen komutanı geldi. Teftişini yaptı ve öğle yemeği için subay gazinosuna indik, gittik. Tümen komutanı şöyle, çelebi, rahat, sempatik birisi. Güzel Fransızcası var. Argosunu da biliyormuş. Ataşelik yapmış, okumayı seven birisi. Konuşmaya başladı:

Arkadaşlar, ömür kısa. Bu hayatı bilerek yaşayın. Hafız-ı Kur’ân gibi yalnız askeri talimnamelerle yetinmeyin. Şöyle dünyaya başka pencerelerden de bakın. Meselâ şu bardak. Bir teknisyen kadar olmasa da, bu bardak nasıl yapılır, biraz bilgi sahibi olun. Şu radyo, bir teknisyen kadar olmasa bile nedir ve hangi prensibe göre çalışır biraz bilgi sahibi olun, dedi. Sonra ilave etti. Velhasıl bu ömrü bilerek yaşayın, zira ben Ba’sü ba’del mevte (yani âhıret hayatına) inanmam, dedi. Ben şaşırdım. Adam âhıret hayatını inkâr ediyor. Gazinoda teğmenler, üsteğmenler, yüzbaşılar pür dikkat dinliyorlar.

El kaldırdım; Komutanım, özür dilerim, Ba’sü ba’del mevte inanmadığınızı söylediniz. Bu bizim inançlarımız arasındaki ba’sü ba’del mevt mi, yoksa başka bir şey mi kast ettiniz? diye sordum. Haa… arkadaşlar, aranızda mütedeyyin arkadaşlar bulunabilir. Ben ona inanırım, fakat benim demek istediğim, bir insan ölür, tekrar dünyaya insan olarak gelmez, bir tilki ölür, tekrar dünyaya tilki olarak gelmez, bir kertenkele ölür, tekrar dünyaya kertenkele olarak gelmez, diye bir izahatta bulundu. (Çevir kaz yanmasın.) Ve dînini konulardan açıldı. Zaten askerde olsun sivilde olsun, dînî konular genellikle içki masalarında konuşulur. Nasıl olur, haydin şerefe deyip kadehler kaldırılır. O arada içki içmeyen bir iki kimse vardır. Bu dikkat çeker, hemen bu gençlere, kartolozlar yanaşırlar, Hasan niye içmiyorsun, diye yüzüne bakınca, “Komutanım Hasan içmez” denilince, Oğlum Hasan niye bu haram, ben de biliyorum, ama kime haram; adam meyhaneye gidiyor, iki 70’liği deviriyor. Ondan sonra Heeyt… deyip mahalleyi, apartmanı ayağa kaldırıyor. Tabiî ki bu durumda haram. Ama sen eve gelmişsin, yemeği yediniz. Koltuğa oturdunuz gelin kızımızla. Televizyonda da sevdiğiniz bir dizi var. Şöyle günün yorgunluğunu, stresini atmak için şöyle iki parmak viskiyi efendice içmek, kimseye zarar vermeden, ne olur? Haram olur? Tövbe, bu bir nimet. Bu nimetten kendini mahrum etmek akıl kârı oğlum? Teğmenine bir bira getir, diye içkiyebaşlatılır.

Bu komutan nasıl fetva veriyor, neye göre, akla göre. İçki niye haram, sarhoş ettiği için, eee.. biz sarhoş oluyor muyuz, hayır. Öyleyse niye haram olsun (hâşâ), diye aklî bir yorumla kendi dînî anlayışına göre konuşuyor. Akıl müslümanı demiştik ya, işte canlı bir örnek.

İşte paşamız da dînî konularda fetvalar vererek, aklî izahlar yaparak sohbetine devam etti. Ben bu arada süaller soruyorum, cevaplandırıyor. Benim süaller hoşuna da gidiyordu. Öyle ya, bu süalleri sorması bu üsteğmenin kendisini pür dikkat dinlediğinin bir göstergesiydi. Sohbet böyle sorulu cevaplı pür neşe devam ederken, benim sorular onu bunaltmaya başladı ve bir ara, “Üsteğmenim, sana birsoru;

-             Buyur komutanım,

-             İğne (enjeksiyon) orucu bozar mı?

-             Evet komutanım, bozar.

-             Ha, işte yanlışlık burada, sana bir soru daha.

-             Buyurun komutanım.

-             Bunun Kur’ân-ı kerîmde yerini gösterebilir misin? dedi.

Ve koltuğuna yaslanıp cigarasını keyifle tüttürmeye başladı. Sempatik bir tavırla, neşeli ve halinden memnun, keyifli bir eda ile üsteğmeni köşeye sıkıştırmanın hazzını, tadını, keyfini, lezzetini yaşıyordu. Şimdi bütün gözler bende. Üsteğmen bu sorunun altından nasıl kalkacak diye merakla banabakıyorlardı.

Yahu ben âlim miyim, nerden bileceğim iğnenin orucu bozup bozmayacağının Kur’ân-ı kerîmdeki yerini. Düşünürken Allahtan aklıma geliverdi;

-      Komutanım, sorunuza bir soru ile cevap verebilir miyim?

-      Evet buyurun Üsteğmenim. (Nasıl olsa Üsteğmen cevap veremeyecek, öyle ya.)

-      Komutanım, malumunuz bizim bir iç hizmet kanunumuz var. Bu kanunda şöyle bir maddemiz var: Âmir astına emir verir iken astında emrini beğenmediğine dair bir emare sezerse, bu emre itaatsizliktir ve cezayı müstelzimdir.” (Manası şu: Ben Teğmen Ali’ye bir emir verdim. Ali bu emri dinlerken, sanki bu emir pek hoşuna gitmedi. Sanki pek beğenmedi gibi geldi bana. İşte Teğmen Ali böyle bir tavır sergilerse ki ben böyle algılarsam, Teğmen Ali suç işlemiş olur. Ne ise manası pek mühim değil.)

-      Komutanım, malumunuz bütün kanunların kaynağı, dayanağı Anayasa’dır. İç Hizmet Kanununun da kaynağı, dayanağı Anayasa olduğuna göre, İç Hizmet Kanunun’dan biraz önce okuduğum o maddenin Anayasa’daki yerini acaba zat-ı âliniz bize gösterebilirler mi? diye sordum.

Nasıl ama sorum? Evet Komutan kıvranmaya başladı. Şöyle bir iki yutkundu. Bütün gözler Komutan’da. Nihayet imdadına yine ben yetiştim, ve “Komutanım evet siz de gösteremezsiniz, Alay Komutanı da ben de. Zira malumunuz Anayasa genel hükümler içerir (verir). Bu kanunu tedvin eden (yani hazırlayan) uzman kişiler bu İç Hizmet Kanununun maddelerini, dolayısıyla sorduğumuz bu maddeyi Anayasa’nın ilgili maddelerine, şerhlerine dayandırmışlardır. Bizim bunu bilmemize gerek yok. Biz sadece bu kanuna uymaklamükellefiz.

İşte Kur’ân-ı Kerîm de genel hükümler verir. Sonra, dinimizde kaynak yalnız Kur’ân-ı kerîm değildir. Malumunuz Kur’ân-ı kerîm, Hadîs-i şerîf, İcma-i ümmet ve Kıyas-ı fukaha (yani ictihad) olmak üzere dinimizin kaynağı dörttür. Bu konuda dinde uzman kişiler ki biz bunlara müctehid âlimler diyoruz, iğnenin orucu bozup bozmayacağını bu dört kaynaktan birine veya şerhlerine dayandırmışlardır. Bizim bunun (bu gibi hükümlerin) kaynağını, dayanağını bilmemize gerek yok. Bunları bu âlimler bilir. Biz sadece bu hükümlere uymakla mükellefiz, sorumluyuz. Deyince, Komutan, tabiî canım, İslamiyet güzel bir din, ben Suudi Arabistan’da bulundum ataşe olarak. Kur’ân-ı kerîmi tetkik ettim. Mesela hazret-i Muhammed beş vakit namazı emretmiş. Amabugün, duşlar var, spor salonları var, beş vakit namaz kılmak gerekir mi, iki-üç vakit mi olur; oruç mesela bir ay tutmak gerekli, onbeş gün olması düşünülebilir mi? Velhasıl bir reform lâzım, namaz 5 mi olur daha çok mu olur, daha az olur; oruç keza 15 gün olur yoksa üç ay olur ben bilemem, ilgililer düşünsün. Fakat bir reform şart bukonularda.

Haa… Hazret-i Muhammed beş vakit namazı emretti diyor Komutan. Bu söz üzerinde biraz durmamız lâzım. Bir kere beş vakit namazı cenâb-ı Hak emretti. Ama Komutan hazret-i Muhammed emretti diyor. Niye? Çünkü bunların peygamberlere inancı bizim inancımız gibi değildir. Bunlar bu reformcular, Emil Dürkheim’in felsefesine göre inanıyorlar. Kur’ân-ı kerîm hazret-i Muhammed’in kalbine gelen ilhamlar veya kendi düşünceleri, felsefesidir diyorlar. Namazı niçin emretti; efendim Arablar pisti, uyuşuktu. Biraz temizlik öğrensinler, temizlensinler diye abdest diye bir şey uydurdu. Uyuşukluktan kurtulmaları için de namaz diye bir şey söyledi ki biraz yatıp kalksınlar.

Komutan artık reformist fikirlerini sayıp dökmeye başlamıştı. Zira artık iş çığırından çıkmış takke düşmüş, kel görünmüş hesabı. Bu reformist ifadelerde biraz ileri gidince Komutan’a: “Komutanım sözlerinizi, toplum, ilim, teknoloji geliştikçe İslâmın bu emir ve yasakları teker teker ortadan kalkacaktır, şeklinde anlayabilir miyiz?” Cevabı çok kızgınca oldu. Evet, dedi ve konuşma bitti. Derin bir sessizlik, ürkütücü bir sessizlik, buz gibi bir hava. Tarif edemem orada olmanızı isterdim ki o tabloyu görseydiniz.

Biraz sonra saatine bakıp, Alay Komutanı’na hitab ederek Avni Bey vakit ilerledi, gitmemiz lâzım, deyip ayağa kalktı. Tabiî biz de, hepimiz ayağa kalktık. Hepimize hitaben: Arkadaşlar, okuyun, okuyun, fakat sapık ideolojilere saplanmayın, deyipgitti…

Demek ki biz direkt olarak dînimizin dört kaynağı olan Kur’ân-ı kerîm, Hadîs-i şerîfler, İcma-i ümmet ve Kıyâs-ı fukahâdan bir şey anlamamız, daha doğrusu dînimizi öğrenmemiz mümkün değildir. Zira buna alt yapımız, bilgimiz müsait değildir.

Biz ancak dînimizi, bulunduğumuz mezhebin ilmihâl kitaplarından öğrenebiliriz.

Aklınızda kalması ve bunun biraz daha açıklık kazanması için şöyle bir misal geldi aklıma.

Hasan Ağa bakkal dükkânı açacakmış. Oğlu (tahsilli oğlu) aman demiş baba Anayasa’ya uygun olsun, demiş. Hasan Ağa garib de eline bir Anayasa geçirmiş. Sayfalarını çeviriyormuş. Hacı arkadaşı Hasan Ağa’ya “Hayırdır hacı. Bu Anayasa ne?” diye sorunca durumu anlatmış. Hacı arkadaşı bu durumlardan biraz haberdarmış ki, “Aman Hasan Ağa, bizim anayasaya-babayasaya aklımız ermez. Biz köylü adamlarız. Sen bunu dükkân açmış olan Ramazan Ağa’ya git sor. O bu işleri bilir. Tabiî Ramazan Ağa bu işin nasıl olacağını ilgilerden öğrenmiş olduğu için, hazır bilgiyi Hasan Ağa’ya aktarıp yeni bir bakkal dükkânıaçılmış.

Hepiniz Anayasa’ya uygun olarak üniversiteye kayıtlısınız. Anayasa’nın hangi maddesine göre yaptırdınız bu kayıtları? Bilmiyorsunuz. Bilmenize de gerek yok. İlgili makamlara müracaat edip kaydınızı yaptırdınız.

Gençler, sizi hayli yordum. Eğer tahammülünüz varsa sizi şöyle 20-30 dakika kadar daha meşgul edeceğim. Memleketi, devleti, bizi kim idare ediyor? Ama bunu iyice kavrayabilmek için, şu size saydığım 10-15 başlık hakkında biraz malumat sahibi olunca bunu kavramanız daha dolay olur. Ama ben şöyle özet bir malumat vereyim.

Bu milleti kim idare ediyor?

Sözümüze başlamadan önce bu konuyla ilgili olarak eski Genel Kurmay başkanlarımızdan Cevdet Sunay Paşa’nın bir itirafını paylaşalım sizinle.

Bu milleti kimin idare ettiği konusundaki bir sohbette demişti ki Cevdet Sunay, “Efendim, bu milletin Genel Kurmay Başkanlığını yaptım, Cumhurbaşkanlığını yaptım, fakat bu milleti kimin idare ettiğini bir türlü öğrenemedim.”

Hakikaten öyle, kim idare ediyor bizi? Bu konuda çeşitli görüşler var. Hayli karışık. Bizi Sabataistler idare ediyor diyebiliriz. Sabataist ne demek? Bilen var mı? Evet dönmeler. Peki bu dönmeler kim, nedir budönmeler?

Efendim, sene 1600’ler, yer İzmir. Dönem, tarihten de anlaşılacağı gibi Osmanlı dönemi. İzmir’de bir haham var. Haham, malum Yahudilerin din adamı. Ahunt Şiilerin, papaz Hıristiyanların, hoca, molla da Müslümanların din adamı.

İzmir’deki hahamın adı Sabatay Sevi. Çok güçlü bir haham. Kabala felsefesini (Kabalizm yani Yahudilerin, mistisizmi, tasavvufu) iyi bilen bir haham.

Malum Yahudiler Roma döneminde bir yaramazlıkları sebebiyle dünyanın her tarafına sürüldüler, yurtlarından oldular. Romalılar tarafından. Tabiî yurtlarından sürüldükleri için herkes üzgün. Ağlıyorlar, sızlıyorlar. Ee kolay değil sürgün olmak. Bu durumda başlarındaki hahamlar diyor ki Yahudilere, hiç üzülmeyin, Tevrat’ta yazıyor; ileride bize bir Mesih gelecek ve bizi tekrar toprağımız olan Filistin’e geri getirip devletimizi kuracağız. Siz yeter ki gittiğiniz yerlerde, çalışın, çalışkan olun, para kazanın, çocuklarınıza muhakkak dilini ve dînini öğretin. Asla dinlerini, dillerini unutmasınlar. İşte Yahudiler bu durumda dünyanın her tarafına dağıldılar. Çalışkan, uyanık insanlar. Gittikleri yerlerde ekonomi, ticaret, nerede ise bunlardan sorulur hale gelmişti. İlim adamları (Freud, Einstein, Marks), devlet adamları yetişti ve idarelerde söz sahibi, başbakan bile oldular. Bakan oldular. Disrael (İngiltere başbakanı), Kissinger (USA Dışişleri Bakanı).

Haham Sabatay Sevi, gelecek olan MESİH (Kurtarıcı) üzerine hayli kafa yorar. Ve bir gün, gelmesi beklenen bu Mesih herhalde ben olsam gerek diye düşünür. Nihayet kararını verir. Evet bu kişi, bu Mesih benim der. Ve Mesihliğini ilan eder. Yahudiler de zaten bir beklenti içindeydiler. Mesih’in geldiğini duyunca, hurra… Sabatay Sevi’nin etrafından toplanı verirler, büyük kısmı. Diğer hahamlar müşterileri azalınca, biraz da kıskanırlar, tabiî İzmir Valisi Hasan Paşa, Mehmet Paşa kim ise şikayete giderler.

Hasan Paşa’ya “Efendim Sabatay Sevi Mesihliğini ilan etti. Biz Yahudi kulları arasında fitne çıkarmakta, bölücülük yapmaktadır. Buna bir çare bulun diye şikayette bulunurlar. Valimiz Hasan Paşa şaşırır, ne yapacağını, ne cevap vereceğini bilemez, tereddüt eder. İstanbul’a Bâb-ı âlî’ye sorar. Bâb-ı âlî “Devlete karşı aykırı bir tutumu, davranışı var diye sorunca, hayır sadece Mesih olduğunu, vad edilen Mesih olduğunu söylüyor, der. Bunun üzerine Bâb-ı âlî, o zaman bu kendi meseleleridir. Biz devlet olarak kimsenin din işlerine karışmayız. Kendileri anlaşsınlar, diye cevapverir.

Vali şikayetçi hahamları çağırır. Bu işin kendilerinin bir iç meselesi olduğunu, kendilerinin halletmesi gerektiğini söyler. Söyler de, Sabatay Sevi’nin faaliyetlerini de takip altına (kontrol altına) alır.

Sabatay Sevi ilerliyen toplantı ve faaliyetlerinde bir gün yarenlerine, çok kısa bir zamanda dünyanın en büyük imparatorluğu (ki Osmanlıdır tabiî) yıkılacak ve bizim devletimiz Filistin’de kurulacak, diye müjdeler. Hatta ilk etapta, kağıt üzerinde kendisi dünya devletini kurar. Dünyayı 16 bölgeye (devlete) ayırır. Her bir devlete devlet başkanı tayin eder.

Vali Paşamız bu çalışmalardan, Sabatay Sevi’nin bu müjdelerinden haberdar olunca, bu haberi hemen Bâb-ı âlî’ye (İstanbul’a) bildirir. İstanbul işi ciddiye alır ve Sabatay Sevi’nin hemen derdest İstanbul’a gönderilmesini ister.

Evet Sabatay Sevi İstanbul’dadır. Nasıl olduysa bir fırsatını bulur ve Bâb-ı âlî’de Yahudi bir arkadaşıyla görüşür. Sabatay Sevi nasıl davranılması gerektiğini, ne yapmak lazım geldiğini arkadaşıyla konuşurken, arkadaşı “Sabatay kuzum, senin işin yaştır. Osmanlı’nın bu konuda hiç tavizi yoktur. Bu durumlarda, yani devletle uğraşanlar, devlete isyana yeltenenlere acımaz, kim olursa olsun. Çocuklarını bile gözden çıkarmışlardır.”

Peki ne yapacağız, diye Sabatay sorunca, arkadaşım sen en iyisi, belki kurtarırsın, Müslüman olduğunu söyle, özür dile. Yaptığın işin yanlış olduğunu beyan et. Pişman olduğunu belirt. E… Müslüman olunca, malum cenâb-ı Hak bütün günahları affeder. Bu durum karşısında sen de belki affa uğrar idamdan kurtulursun diye Sabatay Sevi’ye tavsiyede bulunur. Bu teklif Sabatay’ın aklına yatar.

Birkaç gün sonra Sabatay mahkemenin huzurundadır. Padişah kafes arkasında mahkemeyi takip etmekte. Rivayetlere göre Sabatay içeri girer: “Esselâmü aleyküm ve rahmetullah” der ve başındaki fotürü yere atar, bir de güzelce çiğner. Arkasından da “Eşhedü enlâ… “ diyerek Kelimeyi şehadet getirir. Müslüman olduğunu, yaptıklarından, pişmanlık duyduğunu, tövbe ettiğini söyleyerek affedilmesini ister. 

Mahkeme heyeti büyük bir şaşkınlık içerisindedir. Olan olmuştur. Mahkemenin yapacağı bir iş kalmamıştır. Cenâb-ı Hakkın kabul ettiği bir tövbeyi, elbette insanlar da kabul etmek zorundadır. Sabatay’a yeni bir isim verilir. Tahmin ediyorum Mehmet olsa gerek. Mahkeme heyetinden birisi Sabatay dışarı çıktıktan sonra: Ben bu zatın kalben pek Müslüman olduğuna inanmıyorum ama, ne yapalım ki İslâm zahire göre hüküm verir. Kalbini yarıp bakacak halimiz yok, der.

Sabatay böylece Müslüman olur ve serbest kalır. Tabiî Sabatay Müslüman olunca ona tabi olan yani onun tarikatına giren taraftarları, sevenleri de Müslüman olurlar. İşte bunlara Sabataist, dönme, diyoruz. İşte Sabataistlerin hikâyesi kısaca böyle.

Serbest kalan Sabatay bir müddet İstanbul’da kalır. İstanbul’daki Yahudilerle toplantılar yapar. Bâb-ı âlî bu toplantılardaki maksadının ne olduğunu sorunca onlara Müslüman olmaları için tavsiyelerde bulunduğunu söyler. Hükümet tabiî ki faaliyetlerini kontrol etmektedir.

Toplantılarından birisinde “Biz Müslüman olduysak da Yahudi devletimiz muhakkak kurulacaktır, hiç merak etmeyiniz” diye ağzından tehlikeli bir söz kaçırır. Hatta bununla ilgili bir iki de mektubu yakalanınca Arnavutluğa sürülür. Orada ölünceye kadar mecburi iskana tabi kılınır. Tabiî Sabatay Arnavutluğa gidince diğer Sabataistler de peşinden gider. Çoğu Selanik olmak üzere yakın vilayetlere uygun ilçelere dağılırlar. Haham Sabatay Sevi’ye irtibatları devam eder ve bir müddet sonraölür.

Nihayet Osmanlı yıkılır. Lozan antlaşması, sınırların değişmesi. Ve Yunanistan’la yeni T.C. Devleti arasında nüfus mübadelesi. Yani Türkiye’deki Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslüman Türkler ve diğer Müslüman unsurlar Türkiye’ye.

Prof. Ekrem Buğra Ekinci’nin ifadesine göre Selanik ve civarında 50 bin Sabataist aile vardır. Yunan devleti bu Müslüman Sabataistlerin (dönmelerin) de Türkiye’ye göç etmesini söylerler. Fakat bu Sabataistler Yunanistan’dan pek ayrılmak istemezler. Zira düzenlerini kurmuşlar. Ticareti iyi bilirler. Zengindirler. Hayat standartları iyidir. Dünyayı iyi tanırlar. Çocuklarını iyi yetiştirirler. Paraları vardır, onun için tahsillerini, Avrupa ve Amerika’darahatlıklayaparlar.Onuniçinburahatlarınıbozmakistemezler.Yunanmakamlarına 25 bin aile dilekçe verirler. Ne diye; “Efendim, biz her ne kadar Müslüman isek de (Müslüman görünüyorsak da) biz Yahudiyiz. Bize dokunmayın. Biz buralardan memnunuz” derler. Fakat Yunan makamları, “Nüfusunuzda Müslüman yazıyor. Derhal Türkiye’ye diye kesin tavırlarını koyarlar ortaya. Bunun üzerine mecbur kalırlar Türkiye’ye gelmeye. Çoğu İstanbul’a ve bir kısmı da İzmir’e yerleşmek üzere Türkiye’ye gelirler. Paralı, yani zengindirler. Ticareti iyi biliyorlardı. Dünyayı tanıyorlardı. Tahsilli idiler. Yabancı dil biliyorlardı, en az bir-iki tane. Evet Türkiye’ye geldiler ve bizim ticaretimizin temelini attılar, yani ticari faaliyetleri başlattılar. Ee.. bizim de işimize geldi. Ticaretimiz kuruldu. Memlekete para girdi, iş sahası açıldı.

Sene 1924. T.C. yeni kurulmuş. Memleketin ticareti, hayatı allak bullak olmuş. Ticaretten anlayan yok. Bunun için Sabataistlerin memleketimize gelişi bir bakımdan da iyi oldu. Fakat madalyonun bir de öbür yüzü var. Öyle derler.

(Nedir bu madalyonun öbür yüzü, hikâyesini bilmiyorum.)

Neden madalyonun öbür yüzü. İşte dananın kuyruğu burada kopuyor. Balkan Harbi,Birinci Dünya Harbi, Çanakkale Harbi, Kurtuluş Savaşı ve Osmanlının girdiği buharplerde memlekette erkek kalmadı. Tarlalarda ihtiyar neneler, dedeler ve gençgaripkadınlarımız var. Tam bilmiyorum ama 4 milyona yakın asker (delikanlı) kaybettik buharplerde. Çanakkale harbinde hele!.. Harb Okulu’nda Harb Tarihi dersinde Çanakkalemuharebesini işlerken hocalar söylemişti; Tahsilli (üniversiteli, mezun) 8 binin üzerindegencimiz (yedek subay olarak) şehit oldu. Onun için Çanakkale Harbi’ne Yedek SubayMuharebesi de denir. Memlekette fakirlik, ekonomi sıfır. Tahsilli kimse hiç denecek kadaraz. Müdür, öğretmen, idareci, bankacı, kısacası bürokrat yok. Büyük bir bürokrat açığı var.

Sabataistler 50 bin aile civarında demiştik. Her ailede iki çocuk olsa 100 bin çocuk (yani tahsilli genç) demek. Ee onların babaları anneleri de var. Hepsi olmasa da nereden baksan 70-80 bin tahsilli eleman. Avrupa’da Amerika’da okumuş. Dünyayı tanıyor. Birkaç yabancı dili var. Türkçeyi biliyorlar. İşte bu Sabataist tahsilli kesim müdür oldu. Banka müdürü oldu. Öğretim elemanı oldu üniversitelerde. Velhasıl yeni bürokrasiyi bu kimseler oluşturdu. Hem de çekirdek kadro. En mühim mevkilerde. Ticaret ellerinde. İdare ellerinde. Yahu hocam nasıl olur? Niye olmasın, Müslüman olmuş. Vatandaşın. Müslümanlık yalnız Türklere mi mahsus. Senin ceddin Şamanist değil miydi? Ee.. o zaman niye yani. İtirazın niye? İşine gelirse. Hakikatbu.

İşte arkadaşlar, manzara bu. Bu adamlar en mahrem mevkileri zamanında ele geçirdiler. Hocam bunların hepsi hain mi? Öyle bir şey demedim. Fakat ne yaptıklarını belki açıkça göremeyiz. Ama yapılanlardan bir şeyler sezmek lazım. Nasıl? İşte bu nasıl çok mühim bir nasıl.

Efendim, Anayasamızda şöyle bir madde var: “Bir kimse başkalarını rahatsız etmemek şartı ile dînî ibadetlerini, dînî âyinlerini icra etmekte serbesttir. Hiç kimse inancını açıklamaya zorlanamaz. Hiç kimse inancından dolayı kınanamaz.” Bu maddeye göre bir kimse şöyle şuraya bir sandalye koyar. Etrafında üç tur attıktan sonra bir-iki de ters takla (perende) atar. Yahu kardeşim hayırdır, merak ettim ne yapıyorsun diye sorunca “Ben ibadet yapıyorum” dese, hiçbir şekilde gülmeye, kınamaya, sorgulamaya hakkın yok. Karışamazsın.

Sen bu maddeye göre çocuğuna istersen (17 yaşına kadar kanunî vasisi, velisisin). Kur’an-ı kerîm öğretirsin, istersen İncil öğretirsin. Senin bu anayasal hakkındır. Burası anlaşıldı mı, anlaşıldı.

Peki, Ecevit-Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli Koalisyonu Hükümeti çıkardığı bir kanunla ilk öğretimi (önce beş yıl idi, şimdi sekiz yıl) bitirmeyen bir çocuğa Kur’ân-ı kerîm öğretmeyi yasak etti. Ve hâlâ bu kanun yürürlükte. Resmen Kur’ân-ı kerîm öğretmek hâlâ yasak ilkokulu bitirmeyen çocuklara.

Kardeşim, Anayasal hakkımı elimden aldı bu kanun. Kişi hak ve özgürlükleri nerede? Bu kanun Anayasa’ya ters. Ee ters. Ne olmuş yani. Düzelt bakalım elinden geliyorsa, gücün yetiyorsa. Yahu nerede Anayasa hukukçuları, nerede insan haklarını koruma dernekleri, hayvan haklarını koruyan bu canlı severler? Bu insanların hakkı olan inanç özgürlüğü için niçin ortaya çıkmazlar. Bu ilim adamları hakkında aklınıza hiçbir şey gelmiyor mu? Nasıl ilim adamları bunlar? Bu arada şunu sorabilirsiniz. Peki hocam bunlar ölmüyor mu? İyi de, ben de size sorayım; bunların hanımları, kadınları doğurmuyor mu? Kadınları kısır olsaydı şimdiye kadar kökleri, nesilleri kesilirdi. Hâlâ mevcut olduklarına göre bunların da kadınları doğuruyor.

Arkadaşlar, şu anda iki liseleri var. Şişli Terakki ve Işık Lisesi. Bir de Işık Üniversiteleri var. Bu liselere hep Sabataistlerin çocukları alınır. Çok küçük bir kontenjan da Sabataistlerin dışındaki çocuklara tahsis edilmiş. Ancak bunları yeterlilik sınavına tabi tutarak hemen hemen hiç birini almamaktadırlar. Liselerinin çok güçlü laboratuarları var. Güçlü hocalar, güçlü dersler. Tabiî buradan mezun olan bu gençler Boğaziçi, İTÜ, Bilkent gibi üniversitelere girmekte, bir kısmı bu üniversitelerde öğretim üyesi, diğerleri de devlet kademelerinde bürokrat olarak görev almakta. Böylece üniversite ve bürokrasideki ağırlıklarını, etkinliklerini devam ettirerek, devlet argümanlarını kullanarak gizli saltanatlarını devam ettirmektedirler.

Kısaca durum bu. Tablo bu. Harita bu. Şimdi bu durum muvacehesinde yani bu duruma göre, bu durum karşısında yapılacak bir şey kalmadı, bizler bitmişiz, her şey onların kontrolünde. Bu, hiç de iç açıcı bir tablo değil, diye düşünebilirsiniz. Belki ilk etapta haklısınız. Biz ne yapabiliriz ki artık diye geçiyor içinizden. Evet haklısınız. Fakat ümitsizlik yok. Mühim olan önce bu tabloyu teşhis etmeniz. Bunların farkına varmanız. Hastalık teşhis edildikten sonra ilacı bulmak kolay. Peki ne yapalım, reçete nedir?

İlk önce ne bilmemiz, ne öğrenmemiz lâzım onu tesbit etmeliyiz. Kendimizi yetiştirmeden, kendimizi kurtarmadan, kendimizi kalkındırmadan memleketi kurtarmaya, memleketi kalkındırmaya kalkışmayalım. Zaten hiç birini yapamayız. Önce kendimizi. Bu konuda eski parlamenterlerimizden merhum Kamuran İnan Bey’in bir itirafını paylaşalım.

Kamuran Bey’in birkaç kitapçığı var tavsiye ederim. Bu kitapçıklarında der ki: “Liseli yıllarımda bütün dünyayı kurtarmayı, düzene sokmayı düşünürdüm. Üniversiteyi bitirince dünyayı kurtarmaya gücümün kafi gelmediğinin farkına vardım. Hiç olmazsa Türkiye’yi kurtarmayı hedefledim. Ve politikaya atıldım. Bakan oldum. Bakan olunca da Türkiye’yi kurtaramayacağımı anladım. Şimdi kendimi kurtarmakla meşgulüm.”

Demek ki önce kendimizi kurtarırsak, kendimizi kalkındırırsak memleketin kalkınmasına, kurtarılmasına katkıda bulunuruz. Onun için önce dînimizi doğru bir şekilde kendimize yetecek kadar öğrenmeliyiz. Kur’ân-ı kerîm okumasını mutlaka öğrenmeliyiz. Saydığım başlıklarla ilgili malumatı kısa zamanda elde etmeliyiz. Çorba parasını çıkaracak bir iş sahibi olmalıyız. Onun için derslere iyi çalışıp okulu bir an önce bitirip, askerlikten sonra hemen evlenmeliyiz. Uygun bir evlilik tabiî. Evlilik çok mühim. Hayatınızda dönüm noktasıdır. İş hayatınızda aile hayatınızda başarınızın yolu, iyi, uygun bir evlilikten geçer. Bir Çin atasözü geldi aklıma. Der ki Çinliler: Bir insanın işinde, hayatında başarılı olmasının üç temel şartı vardır.

a.     İşini sevmek

b.     Sıhhatli olmak

c.     Hanımıyla iyi geçinmek.

Evet evlilik, hanım çok mühim. Huzuru evde arayacaksınız. Dışarıda değil.  İşten eve dönüyorsunuz. Yorgunsunuz. Şöyle eve gideyim, divana uzanıp şöyle bir yorgunluk kahvesi içeyim diye hayal kurarak eve doğru gidiyorsunuz. Kapıda hanımın güler yüzüyle karşılaşmayı tahayyül ederken, dahi ilk etapta; neredeydin, niye geç kaldın, diye cadaloz bir yüzle karşılaştınız. İşte şimdi yoruldunuz. İş yorgunluğunu unuttunuz. Huysuz kadının soğuk, mendebur, çirkinleşmiş, gerilmiş, azarlayan yüzüyle karşılaşınca, esas yorgunlukla karşılaşırsınız. İşte şimdi yoruldunuz. Esas yorgunluk bu. Cenâb-ı Hak huysuz kadının şerrinden muhafaza buyursun. En güzel hanım dahi olsa, şu anda sizin için en çirkin hanım olur. Kaç yaş ihtiyarlarsınız. Denemek lâzım!

Öğrendiklerimizle samimi bir şekilde yaşamak. Ciddi ve samimi olmalı. Yani öğrendiklerimizle, İslâm ahlâkıyla hareket etmek.

Şu anda Hasan’ın aklından geçenleri tahmin ediyorum. Diyor ki;

a.       Memlekete kötülük yapanları öldürelim. Doğru, en kestirme yol. Benim tabanca atışım iyidir. Bir yarışmada tümen üçüncüsüydüm. Tüfekte de çok iddialıyım. Şurada on kişiyiz. Üç ay sonra hepinizi keskin nişancı olarak yetiştiririm evvel Allah. Sonra, öldürülecek kimseleri tesbit. Onar kişi halletsek, yüz kişi temizlendi. Bir müddet sonra bir yüz kişi daha. İyi de hangi birini öldüreceksiniz, Cemaleddin Efgani’yi, Abduhu, Seyit Kutubu vesaire. Cemaleddin bir tane değil ki, bir sürü. Seyit Kutub bir sürü. Hayır bu yol çıkar yol değildir. Bunugeçelim.

b.      Şu öğrendiklerimizi mümkün olsa da TRT’yle birden bütün Türkiye’ye bir anlatabilsek. Mümkün mü, değil. Peki radyodan, mümkün değil. Peki kendi ilimizin yerel TV veya radyosundan o da olmaz. Mahallemizin sakinlerini toplasak kimse dinlemez. Akrabalarımızı toplayıp önce bir ziyafet, arkasından muhterem amcalarım, dayılarım, kuzenlerim v.s. bu toplantımızın maksadı işte v.s. Hadi ulan sümüklü deyip kimse dinlemez. Ee peki ne yapacağız? Demek ki, gizli bir dernek kurup, kötüleri öldürmek. Topluca insanlara çeşitli şekilde, çeşitli vesilelerle doğruyu, doğruları anlatmak mümkün değil.

O zaman biraz evvel söylediğim gibi, önce kendimizi yetiştirmek, öğrendiklerimizle yaşamak, iyi bir evlilik. Hanımın şöyle sağını solunu traş edip düzeltmek, örnek bir insan olmak. Zira bizim kültürümüzde “Lisan-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır” diye bir kaidemiz var.

Sonra eş, dost, uygun akraba, okul arkadaşı, çocukluk arkadaşı, arkadaşlarımızın çocukları. Bunlarla imkân nisbetinde meşgul olmak. Ha en önce söylememiz lâzım, hanımdan sonra esas meşgul olacağımız öncelikle kendi çocuklarımız. (Evet mum dibine ışık vermez.) Öğretmen isek öğrencilerimizle, iş yerinde personelimizle. Velhasıl kiminle, ne zaman, nerede, nasıl konuşacağız. Nasıl faydalı olacağız, kafamızda bu olacak. Zira bu yaptıklarımız emr-i ma’rûftur. Dînimizin emri ve herkese farz-ı ayndır. Zira herkese kendi çapında emr-i ma’rûf yapmak farzdır, beş vakit namaz gibi. İşte böyle bir kişi, iki, üç kişi, ne yapabilirsek. Yapabileceğimiz, tesbit edip ona göre hareket edeceğiz. Hocam ben konuşamam, iyi kardeşim adama bir çay içir, bir bahane ile bir kitap ver. Ben kitap da veremem. O zaman vereceğin kitapları Hasan’a ver o dağıtsın.

Hasan şimdi de her halde şöyle diyecek: Oho hocam bir kişi ben, bir kişi Mehmet. Bu çalışmayla nereye varırız? Evet bu hizmeti küçümsemiyor ama azımsıyor. Daha çok, daha çabuk bir şeyler yapalım diyor Hasan. Hasan doğru söylüyorsun, bizim çapımız, imkânımız bu. Şartlar bu. Şöyle, yapılacakları yapalım. Bizim elimizden gelen bu şimdilik. Sen bu kadarcık hizmeti azımsıyorsun. Hasan, sana bir şey soracağım. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliği tebliğ edildiği zaman ne yaptı, nasıl yaptı? Hemen yüksek bir yere çıkıp Ey Arab kavmi, Ben Allahü teâlânın Peygamberiyim. Yolunuz yanlış. Putlara tapılmaz. Gelin benim dînime girin mi dedi? Hayır, ne yaptı? En yakınından sevdiği kimselerden başladı davete. Öyle değil mi? Allahü teâlânın Peygamberi böyle davranırsa, biz ne oluyoruz, gücümüz ne, haddimizi, ne yapabileceğimizi iyi bilelim. Ve Peygamberimiz ağır ağır, sabırla tebliğlerine devam etti. Metot bu. Peygamberimiz güzel ahlâkları ile, davranışları ile, örnek hayatları, samimi tavırları ile insanların sevgisini kazandılar ve hedefeulaştılar.

Evet Hasan, daha çabuk daha çok olsun, yaptığın faaliyeti azımsıyorsun, (bir-iki kişiyle nereye varırız diye) ama şunu da unutma ki koca koca binalar, apartmanlar tek tek tuğlalardan olur.

Kısaca özetlersek

Memleketimizin haritasını iyi öğreneceğiz. Köprüler, yollar, barajlar, dağlar, dereler nerelerde. Kim nerede. Bu saydığımız 10-15 ana başlıktaki konular haritanın neresinde. Bu haritayı bilmezsek gitmek istediğimiz hedeflere gidemeden, ya bir derin çukura, ya karanlık, karbondioksidi bol bir mağaraya, ya bir uçuruma gider hayatımızdan oluruz. Biz genciz, tedbirli olup hizmet edeceğiz. Haritayı iyice okumaya başlayıp yoladevam.

Ümitsizlik yok. Zira Allahü teâlâdan ancak kâfirler ümid keserler. Beni sabırla dinlediniz. Sizleri yordum. Yorulmadan da bir şey elde edilmiyor. Müdürünüz her halde bizlere bir şey ikram edecek anlaşılan. Arkadaşlar, serbest soru varsa hem çayları içelim, hem de soruları konuşalım. Teşekkür ederim.

Ramazan Mercan

1995, İstanbul

 

 

 

Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, 1. Kısım 25. Madde

Kur'ân-ı Kerim nedir? Kur'ân Tercemeleri

Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Şi’rler birer nazmdır. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur’ân-ı kerîm olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmişdir. Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed “aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuşdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile, dili ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, üçüncü cild, yemîn bahsinde buyuruyor ki, ((Feth-ul-kadîr) kitâbında da denildiği gibi, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımakdadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir). Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüşdür. Tevrât, İncîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir def’ada inmişdi. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının, üçüncü cildi, yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi alel’âlemîn)de ve Zerkânînin (Mevâhib) şerhı, beşinci cildinde uzun yazılıdır.

Cebrâîl “aleyhisselâm” her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip, temâmını okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur’ân-ı kerîmi temâmen ezberlemişdi. Ba’zıları da, ba’zı kısmları ezberlemiş, birçok kısmlarını yazmışlardı.

Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete teşrîf etdiği sene, halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf) veyâ (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde olduğuna sözbirliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh”, hicretin yirmibeşinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı dâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Mısr, Bağdâd [Kûfe], Yemen, Mekke ve Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmışdır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.

Kur’ân-ı kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236 dan az veyâ dahâ çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmişdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de geniş bilgi vardır.

Her şâ’irin, nazm yapmak kâbiliyyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkifin ve Nâbînin şi’rlerini iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed Âkifin, son yazdığı bir şi’rini götürüp, bu, Nâbînin şi’ridir desek, bu şi’ri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Mehmed Âkifin, tabî’at-ı şi’riyyelerini iyi bilirim. Bu şi’r Nâbînin değil, Mehmed Âkifindir) demez mi? Elbette der. İki Türk şâ’irinin türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecribe ile de isbât edilmişdir ve her zemân edilebilir. Şöyle ki, bir arab şâ’iri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur’ândan haberi olmıyan, arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutdurulmuşdur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve (Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san’at dahâ yüksek) demişdir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde (Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma’nâ içinde, ma’nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok) demişdir.

Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şi’rin, kendi diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.

Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünki, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ açıklayarak, muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur’ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, ba’zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı.

Meselâ Ömer “radıyallahü anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birşey anlatdığını gördü.

Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim) dediler. Çünki, dâimâ, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallahü anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir sâat dinledim, birşey anlıyamadım) dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer “radıyallahü anhümâ”, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok dahâ yüksekdi. Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (... Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir).]

Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden, herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. (Mevâkib)(Tibyân) ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir tercemedir. Konyalı Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve terceme kitâbları, birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım şübheler, i’tirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, islâmiyyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veyâ şübhe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papas var. Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, m. 1956 baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî’ mezârlığının ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile yanlış yazmışlardır.

Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmışdır. Kur’ân tercemesi diye yazılan kitâblar, doğru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.

Kur’ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünki bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor. Okunan, Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yığını olacağı m. 1986 baskılı (El-muallim) mecmû’asında da uzun yazılıdır. Meselâ, ehad yerine ehat derse, nemâz fâsid oluyor.

Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitâbları (türkçe Kur’ân) diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıtdıkları görülüyor. (Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun nemâz kılmadığı, oruc tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu, müslimânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, radyoda, barlarda Beethovenin 9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin şi’rlerini niçin almanca, italyanca, fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri türkçeye terceme etmiyorlar. Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethovenin, Şopenin eseri denilemiyor. İşte müslimânlar da, bu tercemelerden Kur’ân-ı kerîmin zevkıni alamaz, rûhlarını besliyemez.

Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de neşr edilen, (Kur’ân-ı kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem H.Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma’nâlara da terceme değil, meâl demek uygundur. Kur’ânın yalnız ma’nâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, nemâzda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif ma’nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli ma’nâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma’nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi terceme etmek başka, tercemeyi Kur’ân yerine koymağa kalkışmak başkadır). Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu i’tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen terceme etmek yerine, arabca aslından anlaşılan ma’nâ ve meâli türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur’ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl olarak tercemesi mümkindir. Bir dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her iki dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur’ân tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025 [m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye terceme edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri vardır. Ancak çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur’ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir. Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ’ ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitâblarından öğrenilir).

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, İstanbulda, Bâyezîd umûmî kütübhânesi, şeyh-ül-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân tercemesi, Kur’ân değildir.

Çünki Kur’ân, ma’lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı zâil olmakdadır. Bir şi’r terceme edilince, şi’r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin (Ezkâr) kitâbının şerhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn Ukaylî Behnesî şâfi’î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir. Behnes, Mısr-ı vüstâda bir kasabadır.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed aleyhisselâma, bu Kur’ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma’nâların toplamı Kur’ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur’ân diyen müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye çevrilirse, Kur’ân açıklaması denir. Ma’nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur’ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur’ân denmez.

(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve ma’nâyı değişdirmiyen, fekat ba’zı kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladığına benzemiyen Kur’ân-ı kerîme (Kırâet-i şâzze) denir. Bunu nemâzda da, başka yerde de okumak câiz değildir, günâhdır. Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçı okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak, ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.

Kur’ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân denmez. Bunlara, Kur’ân-ı kerîmin meâli, ya’nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur’ân diye okunamaz. Bunları, Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Ma’nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.

Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur’ân okuyunuz, yabancı dil olan arabca Kur’ânı okumayınız demek, müslimân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerekdir.

İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile terceme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı. Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur’ânı okumak harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Böyle yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya’nî ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de, (Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda, nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini değişdirmek harâmdır.

Çünki, âyetlerin sırası kat’î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini değişdirerek okumak, yazmak mekrûh olmuşdur. Kur’ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz).

(Mevdû’ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir. Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma’nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma’nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.

Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:

1 — Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.

2 — Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.

3 — Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.

4 — Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.

5 — Nefse ve şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).

 

Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, 1. Kısım 26. Madde

İctihâd hatâları. İmâm-ı a'zamın büyüklüğü

Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:

Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir. Ya’nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün bakımından çeşidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma’nâları açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.

Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile meydâna çıkarılabilir.

Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. [Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]

Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir.

Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün müslimânların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.

Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.

[Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların zemânında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi’yârlar hâzırlamamışlar, diğer dahâ kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]

İmâm-ı Şâfi’î hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) demişdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a’zamın “radıyallahü anh” ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a’zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret sanır.

Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.

[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir.

Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de, (İcmâ’-ı ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana tâbi’ olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]

Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer’ıyye) denir. Bunların dışında kalan herşey bid’atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir. Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilmler, ma’rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya’nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi’âda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid’at sâhibi), ya’nî] sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan, kâmil insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi’î idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.] 

Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, 1. Kısım 27. Madde

İctihâd ne demekdir? Müctehid kime denir?

Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes’elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma’nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere, ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı işârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek, Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma’nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab’ edilmişdir.

Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re’yler dağılıp, bid’atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. (Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların (Zındık) ve islâm düşmanı oldukları anlaşılır. İslâm düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.

İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulmuş olan İngiliz İmperatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve Afrikada kırk memleketi kültür emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgâl ederek, ingiliz sömürgesi yapdı. İğrenç ingiliz politikası gereği olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme kanlı bir şeklde basdırıldı. İslâm dînini öğreten bütün medrese ve mektebleri de kapatdılar. Halka doğru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı şehîd etdiği, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin dinsiz yetişmesi için de İslâm dînini öğreten kitâbları imhâ etdiler.

1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, İngiltere, Hindistanın ilhâkını îlân ederken, Midhat Pâşanın desteğini dahâ önceden garantilemişdi. Çünki, Midhat Pâşa, meşhûr İskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz hükûmeti tarafından ingiliz ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe sokmuş ve Sultân Abdül’azîz Hânı da şehîd etdirmişdi.

Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların işbirliği sâyesinde; “Fen bilgisi din adamına lâzım olmaz!” iftirâsında bulunarak, medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm edilen din adamlarını, “Fen bilgilerinden anlamadıkları” gerekçesi ile, câhillik ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden soğutdular.