Âriflerin kutbu İbn-i Arabi - Ahmet Sırrı Arvas

Allahü teâlânın bazı kulları vardır ki kılıç gibidirler, ama ne iştir bilinmez birileri gelip gelip onlara çarpar... Ve çarpılırlar. Hitabeti ile tanınan bir Mekke âlimi Kâbe-i muazzamada tavaf ederken cemaat ayağa kalkar, yolundan açılırlar. Ancak kendisiyle ilgilenmeyen bir ihramlıya (ibn-i Arabîdir) fena takar, onu çok ayıplar. O gün bir camide vaazı vardır, kürsüye çıkar. "Aziz cemaat" diye bir giriş yapar o kadar. Hayret, sular seller gibi konuşan ünlü hatip adını bile hatırlayamaz. Hadi gel de çıldırma! Nasıl fena olur, ter topuklarından akar. Per perişan evine gider "Yâ Rabbî! Ne gibi bir kusur işledim de bunlar başıma geldi" diyerek ağlar. Rüyâsında Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini görünce hatasını anlar. Derhal sokaklara çıkıp arar ama bulamaz. Ümitsiz bir halde otururken kapısı çalınır. Büyük veli eşikte görünür, kucaklaşıp helalleşirler ve zihni eskisi gibi işlemeye başlar. Bir gün filazofun teki Peygamberlerin mucizelerini hafife alır. Sadece aklına güvenir "ateşin İbrâhim aleyhisselâmı neden yakmadığını" bir türlü anlayamaz. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ortada bulunan mangalı alıp, filozofun eteğine döker, korlaşan közleri avuçlar. Adama bu kadarı da yeter, Hakka teslim olur, aklını kenara koyar.

İbn-i Arabî'nin eserleri (özellikle Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye) zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf anlayabilir. Nitekim bu Allah dostu "eser telif etmek gibi bir çabası olmadığını, öyle emir aldığı için yazdığını" açıklar. Bu arada "bizi tanıyamayanlar eserlerimizi okumasınlar" diye ikazda bulunurlar. Şeyh-ül ekber, zenginlerin başüstünde tutulduğu, insanların parası kadar itibar gördükleri günlerde ortaya çıkıp yüzlerine haykırır: "Sizin taptıklarınız ayağımın altında!.."

Osmanlının farkı

Bunun üzerine insanlar ondan soğur, selamını bile almaz olurlar. Yapayalnız vefat eder, naaşını Kasiyun dağına kaldırır, kabrini çöplük yaparlar. (H.638) Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin hizmetçisi efendisinin haksızlığa uğradığına inanır ve gece gündüz ağlar. Bir gece kapısı açılır, hazret sağlığındaki hâliyle gelir onu kucaklar. "Ağlama ama" der, "bak beni seviyorsan!" Osmanlı uleması bu gönül ehline bir başka gözle bakar, "İza dehaleşşini ilâşşın, zahara kabr-i Muhyiddin" (Sin şına girdiği zaman Muhyiddin'in kabri ve muradı ortaya çıkar) sözünü anlamaya çalışırlar. Aradan uzuuun yıllar geçer, sin (Selim) şına (Şam'a) girer. Yavuz Sultan Selim Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin kabrini arayıp sorar. Ancak yerini bileni bulamaz. Genç Sultan o gece rüyasında Muhyiddin-i Arabî hazretlerini görür: "Ya Selim! Yıllardır seni bekliyorum. Hoş geldin, safalar getirdin. İnşaallah Mısır'dan zaferlerle döneceksin. Yarın sabah siyah atına bin, o seni bize getirir. Beni hâk-i mezelleten (çöplükten) kurtar. Yürü işin rast gitsin" buyururlar. Yavuz denileni yapar. Asil hayvan tembihlenmiş gibi, Salihiyye Mahallesi'ne varır ve bir çöplükte durup eşinmeye başlar. Derhal kazar ve Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin nurlu naaşına ulaşırlar. Yavuz, Mısır'ın fethinden sonra, tekrar Şam'a gelir ve Şeyh'in kabri üstüne bir türbe, yanına ise cami ile aşevi yaptırır. Külliyeyi bir cuma günü dualarla açarlar. Sıra gelir esrarı çözmeye! Sultan, şehir eşrafına ısrarla sorar:

"Şamlılar bu hakareti niye yaptılar?"

-Sizin taptıklarınız ayağımın altında, dediği için

-Hadise nerede geçti?

-Filan yerde.

Kazın bakalım! Kazarlar ve bir miktar "para" çıkar. Yavuz Sultan Selim taşı gediğine koyar. "Büyük veli paraya tapınmayın demek istemiş. Muhatapları anlayamamışlar."

Âlimi âlim anlar

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri daha o yıllarda telgrafla haberleşmenin mantığını ortaya koyar, Edison gibi başkalarının buluşlarına sahip çıkan bir haris bile ona "üstâdım" demekten kendini alamaz. Yine Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethedeceğini keşfeder ve bu sırrı ehline fısıldar. Biliyor musunuz, dört mezhebin âlimleri de, Muhyiddîn-i Arabî'yi medheder, ona asla toz kondurmazlar. İmâm-ı Şa'rânî, Şeyh Abdülganî Nablüsî ve Arif-i billah Seyyid Mustafa Bekrî, onun için ayrı birer kitap yazarlar. Yine Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ, İbn-i Hacer Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid Abdülkâdir Ayderûsî, Necmüddîn Fîrûzâbâdî ondan sitayişle bahs açarlar. Mesela İbn-i Kemâl Paşa, "Ey insanlar" der, "biliniz ki; Şeyh-i âzam, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibn-i Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbelere ve garip hârikalara sâhip bir âlimdir. Talebeleri, âlimler, fâzıllar indinde makbuldürler. İbn-i Arabî'yi inkâr eden hatâ eder. Hatâsında ısrâr eden sapkınlığa düşer. Sultânın onları edeblendirmesi lâzımdır, zîrâ, onlar iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak zorundadırlar."

Kitaplarla dost Muhyiddîn-i Arabî hazretleri bir gece Server-i kâinatı (sallallahü aleyhi ve selem) görür. Peygamber efendimiz Füsûs-ül-Hikem kitabını uzatır ve "bunu al ve insanlara anlat" buyururlar. Bu mânevî işâret üzerine adı geçen kitabı satır satır (ne eksik, ne de fazla) yazar. Sonra gelen âlimler, bu eserin kırktan fazla şerhini yaparlar. Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi kitapları çok sever, "kitap dirileri anlatır, ölenleri konuşturur" buyurur, "nerede öyle dost ki, ancak sen uyuyunca uyur, sen istersen konuşur, sırrını saklar, emanetini korur. O halis yoldaş ve aranan komşudur."

Ahmet Sırrı Arvas

İz Bırakanlar - Türkiye Gazetesi

18.05.2005