ÖNSÖZ
Umumiyetle akademisyenlerin kaleme aldığı eserlerin okunma dığı yahut sıkıcı geldiği, toplumumuzda genel bir kanı haline gelmiştir. Derinliğine yapılan ilmî araştırmaların o sahanın uzmanı olan kişilerin dışında kalanları çok da ilgilendirmeyeceği, nihayette bir müracaat eseri olarak kullanılacağı tabidir. Dolayısıyla insanımız sosyal bilimlerde ve hassaten tarih sahasında mesleğinin başına araştırıcı etiketi getiren (araştırıcı yazar, araştırıcı tarihçi vs.) yazarların daha popüler üsluplu eserlerine yönelmek zorunda bırakılmıştır. Onlar da tabi olarak mevzuyu daha cazibedar hale getirebilmek için ya bire bin katarak anlatmışlar, ilmilîkten uzak bir tarzda kaynak ve mehaz göstermeden ele almışlar ya da kullandığı eserleri hiçbir tenkide tâbi tutmadan bilgilerini mutlak doğru gibi nakletmişlerdir. Böylece zaman içerisinde doğru ve yanlış bilgiler, birbiri içerisine girmiş ve ayıklanamaz bir hale gelmiştir. Bu itibarla tarihimiz; konunun asıl uzmanları ile araştırıcı kimlikli popüler yazarları arasında sıkışıp kalmıştır diyebiliriz.
İşte Kayı serisi, böyle bir boşluğu doldurmak üzere yayımlanmaya başladı. Tamamen ilmî eserlerden ve konunun ana kaynaklarından her yaştan insanın zevkle okuyabileceğini ümit ettiğimiz açık bir dil ve akıcı, tatlı bir üslupla kaleme alındı. Önyargısız ve objektif bir biçimde okuyucunun değerlendirmesine sunuldu.
Kayı hakkında okuyucularımdan gelen tepkiler ve eserin kısa denecek bir zaman dilimi içinde üçüncü baskıyı yapması, bu arzunun yerine geldiğini gösteriyor. Gazeteci yazar Murat Başaran'ın eser hakkındaki yorumu bu yönde yapılan değerlendirmelerin bir hulâsâsı niteliğindedir. Şöyle ki:
...Biz kimiz?
“Bu soruyla halleşmek zorundayız.
Üstünde düşünmeden, sonucunu içimize sindirmeden yol alamayız.
Nasıl olacak?
Temel eğitimin yıllarca süren tarih alerjisine rağmen nasıl olacak?
Tabi olması gereken, okullarda çocuklarımıza, kim olduğumuzun ilmi, tarafsız, komplekssiz bir biçimde anlatılması, öğretilmesi.., Ama bu olamadı...
Osmanlı'yı aşağılamak, kötülemek veya yok saymak bir modaydı; gerçi geçti...
Merak sahiplerinin okuma ve öğrenme içgüdüsüyle kitaplara boğularak bir yerlere varmaları ayrı bir zahmet ve övgüye değer...
Ama bunu yapmasını herkesten bekleyebilir misiniz?
Onun için birkaç nesil eksikli, temelsiz ve çarpık bilgilerle yetişmek zorunda kaldı....
Şimdi bu problemi ortadan kaldıracak, önemli bir kitap var önümüzde...
Değerli bir ilim adamının Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil'in herkesin zevkle okuyabileceği ve anlayabileceği bir tarzda kaleme aldığı Kayı isimli roman tadındaki eser, hacminin aksine büyük bir boşluğu dolduruyor.
Birincil Kaynaklardan Osmanlı Tarihi üst başlığı ile yayınlanan kitap, Kayı yiğitleri Söğüt yolunda bölümüyle başlıyor ve Sultan Çelebi Mehmed'in şahsiyeti bölümüyle bitiyor.
Osmanlı tarihinin bu kesitini iki yüz sayfaya böyle bir ilmî ciddiyet ve edebî üslupla sığdırmak kolay değil ve onun için yazımın başlığını ilaç gibi kitap koydum.”
Sevgili Murat Başaran, değerlendirmesinin ötesinde okuyucuların fikrine tercüman olurcasına eserin tamamlanması yönünde bizi teşvik ve tahrik etmekten de geri durmamıştır.
Kayı I'de, Söğüt ve Domaniç'te başlayan ve adı Osmanlı olan hareketin mimarlarının planlı, programlı, disiplinli ve tedbirli hareketleri, insanî değerlere tam bağlı, saf itikat ve pak yaşayışları neticesinde bir asra varmadan gerçek bir dünya gücüne doğru giden muazzam başarılarının devamını bulacaksınız.
Sultan Çelebi Mehmed'in fetret devrinden çıkardığı ve hayatiyet kazandırdığı devlete, oğlu II. Murad Han zindeliğini ve itibarını yeniden verecektir. Bu arada Avrupa, Osmanlı'yı Rumeli'den söküp atmak üzere son bir hamle ile tekrar Haçlı seferlerini başlatacak ise de II. Murad Han, 1444'te Varna'da ve 1448'de Kosova'da karşısına çıkan orduları darmadağın edecektir.
II. Mehmed'le birlikte ise gaza aşkı artık bir cihan hükümdarlığı fikrine, İslam'ın sancağı altında birleşmiş bir dünya sevdasına yönelecektir. Nitekim 1453'te İstanbul'un fethi, onları bu arzularına götürecek kapıyı açmış oluyordu. Şimdi Fatih, bir zamanlar Roma imparatorluğunun hakim olduğu bütün toprakların varisi olduğunu açıkça ilan ediyordu. Bu itibarla o, Büyük Türk Sultanı ve Osmanlı Padişahı yanında III. Roma İmparatorluğu hakanı diye de selamlanı yordu.
Diğer taraftan Fatih'i, İstanbul'u fethetmekle birlikte aşkına kavuşmuş maşuk gibi artık payitahtta gününü gün edecek, zevk ü safa sürecek diye bekleyenler kısa sürede yanıldıklarını görecekti. Zira onun asıl aşkının ilayı kelimetullah yani Cenab-ı Hakkın ismi şerifini cihana yaymak olduğu gerçeği bir kez daha zihinlere kazınacaktı.
Nitekim onun otuz yılı bulan saltanat döneminde, fetih dalgası Sırbistan, Arnavutluk, Mora, Bosna, Hersek, Eflak, Boğdan, Kırım, Dalmaçya ve Hırvatistan ülkelerini sardı ve yuttu. Batılıların bel bağladığı Akkoyunlu Uzun Hasan'ın kudretli devleti, bir pençede in kıraza verildi. Trabzon Rum imparatorluğu, İsfendiyar ve Karaman beyliklerine son verilerek Anadolu birliği büyük ölçüde kuruldu. Çağının en büyük deniz gücüne sahip devletlerinden Venedik'in unvanı, yerle bir edildi. Artık Venedik şehrinin kulelerinden Osmanlı akıncılarının yaktığı ateşler korkuyla karışık bir gıptayla izlenir olmuştu. Ve Fatih 1481'de, ahfadına her bakımdan muazzam bir devlet bırakarak hayata gözlerini kapadı.
Ünlü mütefekkirlerimizden Ahmet Hamdi Tanpınar; "bir vatanı olmak, hür ve müstakil yaşamak, tarihine sahip çıkmak bir takım mükellefiyetlerle kabil olan nimetlerdir" der.
Kayı I ve II'yi okurken Osmanlı'yı bir dünya gücü haline getiren ecdadımızın, bu mükellefiyetleri eksiksiz yerine getirdiklerine şahit olacaksınız.
Zira yaşadığımız bu vatanın kurulmasında ve bize kadar intikalinde Osmanlıların fedakarlıklarını anlamak ve anlatabilmek gerçekten güç. Samimi bir gayret, tertemiz bir inanç ve muhteşem bir azim ve fedakarlık söz konusu.
Bütün bunların yanı sıra bu güzide vatanı teslim edecekleri nesilleri de hiçbir zaman unutmuyorlar. Bu itibarla ilme ve eğitime verilen değer her şeyin üzerinde. İstanbul'u sadece bir başkent değil dünyanın en büyük ilim merkezi kılma hamleleri fetihle birlikte kendini gösteriyor.
Osman Gazi'nin "insanı yaşat ki devlet yaşasın" düsturuna tam ve gönülden yaklaşım. İnsanı her türlü dini, ahlaki ve ilmi değerlerle donatma birinci idealleri olunca, neticede bir devlet azametinde, devlet ciddiyetinde ve devlet haşmetinde nesiller ortaya çıkıyor ve dünyaya refah ve mutluluk dolu asırları yaşatmaya devam ediyorlar.
Diğer taraftan Kayı'nın cihan hakimiyetine doğru yürüdüğü yolda çektiği çile, ıstırap, meşakkat ve gösterdiği gayrete ise değerli bilim adamı Prof. Dr. Hasan Seçen dikkati çekmekte ve şu enfes yorumu getirmektedir:
Kayı'yı okuyan okuyucu altı yüz yıllık bir devletin kurucusu Kayı yiğitlerinin zihin dünyasını daha yakından keşfediyor. O insanların devleti yaşatma aşklarını, bilgelikle birleşmiş kahramanlıklarını ahde vefalarını, adalet duygularını, hangi ırk ve dinden olursa olsun insanlara karşı duydukları merhamet ve şefkatlerini, cömertliklerini, zalime aman vermeyen bu insanların bir alim veya bir derviş karşısındaki tevazularını daha yakından öğreniyor. İlmî bir eser olmasına rağmen, Tarık Buğra'nın Osmancık'ı, Kemal Tahir'in Devlet Ana'sı, Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun Konak, Çatı, Üçler, Yediler, Kırklar'ı tadında edebî bir üslupla hazırlanan Kayı'yı kütüphanemde hep muhafaza edeceğim. Kayı'yı bir kere okudum, ama yine okuyacağım.
Yaşama ve olumsuzluklara karşı direnme gücümün tükendiğini hissettiğim zamanlarda, kendime ve çevreme güvenimi yitirmeye başladığım zamanlarda, iç ve dış dünyadaki gailelerin galip gelip kalbimin katılaştığını hissettiğim zamanlarda ve gözyaşı rahmettir mübarek sözüne muhatap olmak için ağlamak istediğim zamanlar da Kayı'yı okuyacağım...
Okuyucularımı Kayı II ile baş başa bırakıyorum.
Eseri titizlikle yayına hazırlayan kıymetli dostum Abdulkerim Şaşmaz'a, sanat yönetmeni Emine Karabulut'a, tashihlerinde yardımcı olan değerli dostlarım Mustafa Kıbrıslı ve Ramazan Mercan beylere, Ademder’in yönetici ve çalışanlarına ve çalışmalarım sırasında teşvik ve destekleri ile her zaman yanımda olan kıymetli eşime ve sevgili çocuklarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Mart 2006, İstanbul
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"