Süleyman Çelebi

Süleyman Çelebi

Meşhûr Türkçe “Mevlid” kasîdesinin yazarı. Bursa’da doğdu. Kaynaklarda Süleymân Çelebi’nin doğum târihine dâir bir kayda tesadüf edilmedi. Ancak, Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i 60 yaşında yazdığı ve eserin 812 (m. 1409) senesinde bittiği, en eski olarak bilinen nüshasında mevcût bir beyte istinâd etmektedir. 825 (m. 1422) senesinde vefat ettiği bilindiğine göre, onun 752 (m. 1351) senesinde doğduğu neticesi çıkmaktadır. Sultan Birinci Murâd Hân’ın vezîrlerinden Ahmed Paşa’nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendi’nin torunudur. Mahmûd Bey, 738 (m. 1338) senesinde Sadr-ı a’zam Süleymân Paşa ile Rumeliye sal ile geçenlerdendir. Süleymân Çelebi, Bursa’da asrının ileri gelen âlimlerinden ilim tahsil etti. Büyük bir âlim olarak, Sultan Yıldırım Bâyezîd zamanında Dîvân-ı hümâyûn imâmı, sonra da Bursa’da onun inşâ ve ihyâ ettiği câminin imâmı oldu. Resûlullah efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem") olan muhabbeti, “Vesîlet-ün-necât” isimli Mevlid kasidesini yazmasına vesile oldu. Eserini yazmasının sebebi olarak gösterilen hâdise hakkında; “Künh-ül-ahbâr”, “Güldeste”, “Tezkire-i Latifi” ve başka kaynaklarda geniş bilgi vardır. Süleymân Çelebi’nin vefatı için düşürülen târih, “râhat-ı ervah”tır. Mezarı, Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir.

İyi bir tahsil gören Süleymân Çelebi, Bursa’daki Ulu Câmi’nin baş imâmlığına getirildi. Bu câmideki imâmlığı sırasında, birgün İranlı bir vâ’iz, va’z ve nasihat ederken, Bekâra sûresinin ikiyüzseksenbeşinci âyet-i kerîmesinin meâl-i şerîfini; “Biz Allahü teâlânın Peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırd etmeyiz (hepsine inanırız). “Duyduk ve itâat ettik” tefsîr ederken de, “Hazreti Muhammed ile Hazreti Îsâ arasında hiçbir farklılık, üstünlük yoktur” diye, kendi kafasına, bozuk inanışına göre tefsîr etti. Cemâat arasında bulunan bir kimse dayanamayıp, ayağa kalktı ve; “Ey câhil! Kendi kafana göre nasıl tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç Peygamberler “aleyhimüsselâm” arasında üstünlük farkı olmaz olur mu? Elbette Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yönünden fark yoktur demektir, üstünlükler, mertebeler yönünden değildir. Burada; “Birinin peygamberliğini kabul edip, diğerini kabul etmiyerek aralarında bir ayrılık gütmeyiz. Herbîrini kendi derecelerine göre peygamber olarak kabul ederiz” buyurulmaktadır. Bundan, derece ve faziletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Bunun isbâtı ise, yine Bekâra sûresinin ikiyüzelliüçüncü âyet-i kerîmesidir. Burada meâlen; “Bu (sûrede sözü geçen) peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldık” buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu iki âyet-i kerîme, bizim âlimlerimizin tefsîr ettiği gibi birbirlerini doğrulamaktadır. Hâlbuki, senin bozuk düşüncene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, hâşâ bu olamaz!” gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede İranlı vâ’iz, yanlış düşündüğünü kabul etti. Bütün bunlara şâhid olan Ulu Câmi baş imâmı Süleymân Çelebi, bu hâdiseden dolayı çok duygulanmış ve meşhûr Mevlid-i şerîfini yazmıştır. Mevlid-i şerîfinde, hep Ehl-i sünnet i’tikâdını anlatmıştır. Bu bozuk i’tikâdlı vâ’izin sözüne cevap olarak:

“Ölmeyüb Îsâ göğe bulduğu yol,

Ümmetinden olmak için idi, ol.”

 

beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” faziletlerini şöyle îzâh etmiştir:

 

“Dahî hem Mûsâ elindeki asâ,

Oldu O’nun izzetine ejderhâ.

 

Çok temennî kıldılar Hakdan bunlar,

Kim Muhammed ümmetinden olalar.

 

Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur,

Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.

 

Zira efdalliğe ol elyak durur,

Anı öyle bilmeyen ahmak durur.”

 

Süleymân Çelebi, Mevlid’inde; Allahü teâlânın mutlak irâdesini, yoktan var ettiğini ve Hazreti Muhammed’in “sallallahü aleyhi ve sellem” hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsalsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir mü’minin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Hazreti Muhammed’in “sallallahü aleyhi ve sellem” diğer peygamherlere olan bütün üstünlükleri, en güzel kelimeler ve en veciz ifâdelerle anlatılmıştır.

Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Hazreti Peygamber’in doğumu), risâlet (Peygamberliğin bildirilişi), mi’râc (Göklere çıkışı, Cennet’i ve Cehennem’i görmesi), rıhlet (Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefatı) ve dua bölümlerinden ibârettir.

Söze Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile başlayan Süleymân Çelebi, Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar bütün dedeleri olan Peygamberlerin alınlarında nûr parladığını ve bu nûrun Muhammed aleyhisselâma intikâl ettiğini anlatır. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğuşuna geniş bir yer ayırarak, O doğarken annesinin neler duyup, neler gördüğünü, bu ânda bütün varlıkların engin bir neş’e içinde kaldıklarını, bütün zerrelerin O’nu büyük neş’e içinde karşıladığını söyler. Mevlid’de bundan sonra, Muhammed aleyhisselâma peygamberliğinin nasıl bildirildiğini ve mi’râc hâdisesinin nasıl olduğunu anlatır. Derin üzüntü içinde yazdığı rıhlet ve daha sonra dua ile Mevlid’ini bitirir. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”; her varlığın yaratılış sebebi, bütün yaratılmışların en şereflisi ve O’nu bütün Peygamberlere üstün kılan Allahü teâlâya şükürler etmektedir.

Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlüğü vardır. Mevlid, mesnevî şeklinden ziyâde, kaside şeklinde tertîblenmiştir. Bazı yerlere gazel parçaları da ilâve edilmiştir. Aruz vezni ile yazılmış, (fâilâtün, fâilâtün, fâilün) kalıbı kullanılmıştır. Yalnız bir yerde (Mef’ûlü, fâilâtü mefâîlü failün) kalıbına yer verilmiştir.

Kâfiyeler güzel ve sağlamdır. Süleymân Çelebi, Mevlid’in mısralarının mükemmel olması için çok titizlik göstermiş, bu sebeple Mevlid, üstün san’at sahibi dîvân şâirlerince dahî sevilip beğenilmiştir.

Mevlid’de hem hâdiselerin, hem de düşüncelerin anlatıldığı yerlerde, en kısa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatım şekli kullanılmıştır. Mevlid’de, hemen her türlü söz ve ifâde san’atına rastlanır. Ençok cinas, teşbih ve tekrîr gibi san’atlara önem verilmiştir. Bölümlerin ve kitabın bütünlüğüne titizlik gösterildiği kadar, her mısra’ın ayrı ayrı güzelliği de gözden kaçmamaktadır.

Mevlid, lirizm (içlilik) ve öğreticiliği (didaktizmi) iyice kaynaştırmış bir şiir kitabıdır. Kuruluktan uzak olduğu gibi, sırf coşkunluktan da ibâret değildir. Görünüşte kolay, fakat denendiğinde benzerinin yazılmasının çok zor olduğu görülür.

İran edebiyatında Mevlid türünde bir eser yazılmamıştır. Mevlid, Hazreti Muhammed’i “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ve sena ederek, müslümanların gönlünde O’nun sevgisini harekete geçirdiğinden ve dîne bağlılıklarını arttırdığından, bunu okumak ve dinlemek nafile ibâdet olup, çok sevâbtır. Ancak İslâmiyetin haram ve yasak ettiği şekillerde ve şarkı söyler gibi veya çalgı aletleriyle beraber okunması yasaklanmıştır.

Mevlid gecesi, dînimizin kıymet verdiği bir gecedir. Mevlid, Arabcada doğum zamanı demektir. Kamerî takvimdeki aylardan Rebî’ul-evvel ayının onbirinci ve onikinci günleri arasındaki geceye Mevlid gecesi denir. Çünkü bu gece, dünyâdaki bütün insanlara en son Peygamber olarak gönderilen Hazreti Muhammed Mustafâ’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” doğduğu gecedir. İslâmiyette bu gece, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir.

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, nübüvvetten (peygamberliğinin bildirilmesinden) sonra, her yıl bu geceye ehemmiyet verirdi. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberlerinin doğum gününü bayram yaparlardı. Bugün de, bütün müslümanların bayramı, neş’e ve sevinç günüdür. Dünyânın her yerindeki müslümanlar, bu mübârek gecede, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdet ederek, mevlid okuyarak Allahü teâlâya yalvarırlar. Birbirlerini ziyâret ederek hediyeleşirler. Bu gece, Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. Bu gecede, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” doğum zamanı görülen hâlleri okumak, dinlemek, öğrenmek, dinimizce makbûl ve mu’teber olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” kendileri de bunları anlatırlardı. Eshâb-ı Kirâm da bir yerde toplanıp okurlar, bu hâlleri anlatırlardı.

Allâme Zahîrüddîn bin Ca’fer diyor ki: “Mevlid cem’iyyeti yapmak, dînimizin güzel saydığı şeylerdendir. Sâlihleri toplayıp; salevât okumak, fakirleri doyurmak, her zaman sevâbtır. Fakat bunlara haram karıştırmak, çalgı, şarkı, raks gibi şeyler yapmak büyük günah olur.”

Büyük âlim allâme İbn-i Battâh, el yazısı ile olan fetvâsında diyor ki: “Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp caiz olan şeyleri yedirmek ve caiz olan şeyleri okutup dinletmek ve sâlih kimseleri giydirmek, bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak caizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız fakirler için yapmak şart değildir. Fakat, muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur.”

İmâm-ı Celâlüddîn Abdurrahmân bin Abdilmelik Kettânî diyor ki: “Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullahın varlığı, vefatından sonra, O’na tâbi olanlar için kurtuluş vesîlesidir. O’nun doğumu için sevinmek, Cehennem azâbının azalmasına sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebep olur. Mevlid gününün fazîleti, Cuma günü gibidir. Cuma günü, Cehennem azâbının durdurulduğu hadîs-i şerîfde bildirildi. Bunun gibi, mevlid gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, davet olunan ziyâfetlere gitmelidir.”

Mevlid merasimi, daha kaide haline gelmeden önce, Mekke-i mükerremede Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğduğu ev ziyâret edilirdi. Mevlid merasimlerini ilk defa uygulayan tes’îd eden hükümdâr, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin eniştesi olan Erbil Sultânı Ebû Sa’îd el-Muzaffer Kükbûrî’dir. Merasim başlamadan önce, hazırlıklar yapılırdı. İslâm ülkelerinden pekçok âlimler davet edilir, Rebî’ul-evvel ayı başlarında Sultân’ın huzûrunda toplanmış olurlardı. Şehrin sokakları süslenir, her taraftan gelen insanlarla şehir dolup taşardı. Herkese günlerce Sultan tarafından yemekler yedirilir, fakirlere sadakalar dağıtılırdı. Öksüzler, yetimler, evlendirilirdi. Mevlid gecesi akşam namazından sonra, Sultân’ın da bulunduğu büyük fener alayları düzenlenir, büyük bir kürsünün önünde toplanırlar, zamanın en büyük âlimleri va’z-ü nasîhat eder ve Resûlullah efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” anlatırlardı. Sonra Sultan Ebû Sa’îd Muzaffer, âlimleri, şanlarına uygun giydirir, çok kıymetli hediyeler verirdi. Sultan, bu gece için binlerce kese altın harcardı. Herkes bu gece bayram yapardı.

Osmanlılarda da mevlid gecesine çok hürmet gösterilir, kıymet verilirdi. O gün Sultan Ahmed Câmii’nde okunacak mevlid-i şerîfe, daha önceki günlerde başta pâdişâh, sadr-ı a’zam, vezirler, şeyhülislâm, İstanbul kadısı, devletin ileri gelen erkânı, âlimler, evliyâ davet edilirdi. Mevlid gününde devlet erkânı resmî kıyâfetlerle câmide toplanırlar ve kendileri için ayrılan yerlere otururlardı. Diğer vazîfeli devlet erkânı da atlarına binerek, sarayın büyük kapısında bir düzen içinde bekleyip, pâdişâhı karşılarlar ve câmiye kadar refakat ederlerdi. Şeyh-ül-İslâm ve sadr-ı a’zamın önlerine, teşrîfatçıbaşı ve kesedar, getirdikleri buhurdanlıkları koyarlar, bu sırada câmide Kur’ân-ı kerîm tilâvet edilirdi (okunurdu). Pâdişâh gelirken, hünkâr mahfilinin penceresi açılır. Bunu gören herkes ayağa kalkar, hürmetle eğilirlerdi. Sonra herkes yerine oturunca, âlimler kürsüye çıkıp va’z ve nasihat ederler, bu arada buhurlar ikram edilir, cemâatin önlerine şekerler bırakılırdı. Va’z bitince, vâ’iz efendiye samur kürkler, kıymetli elbiseler giydirilir, sonra bir mevlidhân kürsüye çıkardı. O da bir miktar okuyup iner ve ona da hil’atlar, kıymetli elbiseler ihsân edilir, ikinci mevlidhân da bir miktar okurdu. Sonra Hicaz’dan Resûlullah efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” torunlarından gelen mektûp, müjdecibaşı tarafından sadr-ı a’zama takdim edilir, o da reîs-ül-küttâba verir ve pâdişâha arz edilirdi. Mektûp huzûrda okunur ve müjdecibaşına, reîs-ül-küttâba hil’atler giydirilirdi. Sonra Medîne-i münevvereden gelen hurmalar dağıtılır, hurmayı getiren ağaya ihsânlarda bulunulurdu. Üçüncü mevlidhân da kürsüye çıkınca, sadr-ı a’zamın, şeyh-ül-İslâmın, vezirlerin, ulemânın önlerine şeker dolu tabaklar koyulur, mevlid bittikten sonra tabaklar kaldırılır, pâdişâh saraya dönerdi. Bunun arkasından cemâat de önlerine bırakılan şekerleri alarak dağılırdı.

Süleymân Çelebi hazretleri, “Vesîlet-ün-necât” ismini verdiği Mevlid’ine Arabî olarak bir önsöz yazarak, şöyle buyurmaktadır: “Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın ismiyle başlarım. Muhammed aleyhisselâmı bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve en azîzi yapan, makâm-ı Mahmûd ile şefaat hakkını vererek O’nu bütün Peygamberlerden üstün kılan, İsmini onun ismiyle yanyana yazarak, hasedci şeytanın burnunu sürtüp, O’nun şânını yücelten Allahü teâlâya hamd-ü-senâlar olsun. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın indinde çok makbûldür. Allahü teâlânın melekleri O’nun yardımcılarıdır. Ağaçlar, toprak ve taşlar, O’nunla konuştular. O’nu “sallallahü aleyhi ve sellem” sevenler dünyâda ve âhırette sevilip kurtulurlar. O’na düşman olanlar kovulup, Cehennem’e atılırlar. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd ederim. Şeriki ve benzeri olmayan, mekândan münezzeh bulunan Allahü teâlânın bir olduğuna şehâdet ederim. O, herkesin kendisine muhtaç olduğu, ibâdet ettiği ve yöneldiği Allahü teâlâdır. O, şânı yüce, kullarını merhametle bağışlayandır. Güzel ahlâk ve cömertlik gibi pekçok meziyetleri ortaya çıkaran, va’d edilen kıyâmet gününde, her tarafta şefaati kabul edilir bir şefaatçi olan Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın kulu, resûlü ve habîbi olduğuna şehâdet ederim. Allahü teâlâ, O’na seçilmişlerin en üstünleri olan temiz âline ve Eshâb-ı kirâmına sonsuz rahmet etsin.”

Süleymân Çelebi hazretlerinin “Vesîlet-ün-necât” isimli Mevlid kitabı, muhtelif nüshaları karşılaştırılıp, mümkün olduğu kadar sadeleştirilerek ve bazı bölümleri de kısaltılmak sûretiyle aşağıya yazılmıştır.

 

I. BÖLÜM

Münâcaat

 

Allah âdın zikr edelim evvelâ,

Vâcib oldur cümle işde her kula.

 

Allah âdın her kim ol evvel ana,

Her işi âsân ede Allah ona.

 

Allah adı olsa her işin önü,

Hergiz ebter olmaya ânın sonu.

 

Her nefeste Allah âdın de müdâm,

Allah adıyla olur her iş temam.

 

Bir kez Allah dese aşk ile lisân,

Dökülür cümle günâh misl-i hazân.

 

İsm-i pâkin pak olur zikr eyleyen,

Her murada erişir Allah diyen.

 

Aşk ile gel imdi Allah diyelim,

Derd ile göz yaş ile âh edelim.

 

Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh,

Ol Kerîmü ol Rahîmü ol İlâh.

 

Birdir ol birliğine şek yokdurur,

Gerçi yanlış söyleyenler çokdurur.

 

Cümle âlem yok iken ol var idi,

Yaradılmışdan ganî cebbâr idi.

 

Var iken ol, yok idi ins-ü-melek,

Arş-ü-ferş-ü-ay-ü-gün hem nüh felek.

 

Sun’ ile bunları ol var eyledi,

Birliğine cümle ikrâr eyledi.

 

Kudretin izhâr edip hem ol celîl,

Birliğine bunları kıldı delîl.

 

Ol dedi bir kerre, var oldu cihan,

Olma derse mahv olur ol dem hemân.

 

Bâri ne hacet kılavuz sözü çok,

Birdir Allah andan gayri tanrı yok.

 

Haşre dek ger denilirse bu kelâm,

Nice haşr ola ki, olmaya temâm.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile derd ile es-salât.

 

Kitabı yazana dua

Ey azîzler işte başlarız söze,

Bir vasıyyet kılarız illâ size.

 

Ol vasıyyet kim dîrem her kim tuta,

Misk gibi kokusu canlarda tüte.

 

Hak teâlâ rahmet eyleye ona,

Kim beni ol bir dua ile ana.

 

Her ki diler bu duada buluna,

Fâtiha ihsân ede ben kuluna.

 

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrunun yaratılması:

Evvel andık ânı kim evveldir ol,

Evveline bulmadı hiç akl yol.

 

Evvelin ol evvelidir bî-gümân,

Âhirin hem âhiridir câvidân.

 

Çünkü Hak evvelliğin bildin ayân,

Dinle imdi kılayım sun’ın beyân.

 

Hak teâlâ ne yaratdı evvelâ,

Cümle mahlûkdan, kim ol evvel ola.

 

Mustafa nûrunu evvel kıldı var,

Sevdi ânı, ol Kerîm-ü-Kirdgâr.

 

Her ne dürlü kim saadet vardurur,

Yahşi huy u görklü âdet vardurur.

 

Hak âna verdi mükemmel eyledi,

Yaradılmışdan müfaddal eyledi.

 

Ândan oldu her nihân ü aşikâr,

Arş-ü-ferş-ü yerde gökde ne ki var.

 

Ger Muhammed olmaya idi, ayân,

Olmayacaktı zemin ü âsuman.

 

Hem vesile olduğıyçün ol Resûl,

Âdem’in Hak tevbesin kıldı kabul.

 

Ger Muhammed gelmeyeydi âleme,

Tâc-i izzet ermez idi Âdem’e.

 

Nûh anınçün garkdan buldu necât

Dahi doğmadan göründü mu’cizât.

 

Cümle ânın dostluğuna adına,

Bunca izzet kıldı Hak ecdâdına.

 

Ceddi olduğıyçün ânın hem Halîl,

Nârı Cennet kıldı ona ol Celîl.

 

Hem dahî Mûsâ elindeki asâ,

Oldu ânın hürmetine ejderhâ.

 

Ölmeyip Îsâ göğe bulduğu yol,

Ümmetinden olmak için idi ol.

 

Çok temennî kıldılar Hakdan bunlar,

Kim Muhammed ümmetinden olalar.

 

Enbiyânın şeksiz ol sultânıdır,

Cümlesinin cânı içre cânıdır.

 

Gerçi kim bunlar dahi mürsel-durur,

Lâkin Ahmed ekmel-ü-efdal-durur.

 

Zira efdallığa ol elyak-durur,

Ânı öyle bilmeyen ahmak-durur.

 

Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb,

Cehd edip O’nun rızâsın kıl taleb.

 

Şer’ini tut ümmeti ol ümmeti,

Tâ nasîb ola sana Hak rahmeti.

 

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrunun Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren intikâli

Hak teâlâ çün yaratdı Âdemi,

Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi.

 

Âdem’e kıldı feriştehler sücûd,

Hem ona çok kıldı ol lûtf ıssı cûd.

 

Mustafâ nûrunu alnında kodu,

Bil, Habîbim nûrudur, bu nûr dedi.

 

Kıldı ol nûr ânın alnında karar,

Kaldı ânın ile nice rûzigâr.

 

Sonra Havvâ alnına nakl etdi bil,

Durdu ânda dahi nice ay ve yıl.

 

Şîs doğdu ona nakl etti bu nûr,

Ânın alnında tecelli kıldı nûr.

 

İrdi İbrâhim ve İsmâil’e hem,

Söz uzanır ger kalanın der isem.

 

İşbu resm ile müselsel, muttasıl,

Tâ olunca Mustafa’ya müntekıl.

 

Geldi çün ol Rahmeten lil-âlemin,

Vardı nûr ânda karâr kıldı hemin.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile şevk ile edin es-salât

 

II. BÖLÜM

Velâdet

 

Âmine Hâtun Muhammed ânesi,

Ol sadefden doğdu ol dür dânesi.

 

Çünki Abdullah’dan oldu hâmile,

Vakt erişdi hefte vü eyyam ile.

 

Hem Muhammed gelmesi oldu yakın,

Çok alâmetler belirdi gelmedin.

 

Ol Rabî’ül-evvel ayın nicesi,

Onikinci gece isneyn gecesi.

 

Ol gece kim doğdu ol Hayr-ül-beşer,

Anası ânda neler gördü neler.

 

Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,

Bir aceb nûr kim güneş pervanesi.

 

Berk urup çıkdı evimden nâgehân,

Göklere dek nûr ile doldu cihân.

 

Gökler açıldı ve feth oldu zulem,

Üç melek gördüm elinde üç alem.

 

Biri meşrık, biri magribde ânın,

Biri damında dikildi Kâ’be’nin.

 

İndiler gökden melekler saff-u saf,

Kâ’be gibi kıldılar evim tavaf.

 

Geldi hûrîler bölük bölük buğur,

Yüzleri nûrundan evim doldu nûr.

 

Hem havâ üzre döşendi bir döşek,

Adı Sündüs döşeyen ânı melek.

 

Çün göründü bana bu işler ayan,

Hayret içre kalmış idim ben hemân.

 

Yarılıp divâr çıkdı nâgehân,

Üç bile hûrî bana oldu ayân.

 

Bazıları der ki, ol üç dilberin,

Âsiye’ydi biri ol mahpeykerin.

 

Biri Meryem Hâtun idi, aşikâr,

Birisi hem hûrîlerden bir nigâr.

 

Geldiler lûtf ile ol üç mah-cebîn,

Verdiler bana selâm ol dem hemîn.

 

Çevre yanıma gelip oturdular,

Mustafâ’yı birbirine muştular.

 

Dediler oğlun gibi hiç bir oğul,

Yaradılalı cihân gelmiş değil.

 

Bu senin oğlun gibi kadri cemîl,

Bir anaya vermemişdir ol Celîl.

 

Ulu devlet buldun ey dildârı sen,

Doğacaktır senden ol hulkı hasen.

 

Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır,

Bu gelen tevhîd-ü-irfân kânıdır.

 

Bu gelen aşkına devr eyler felek,

Yüzüne müştâkdır ins-ü-melek.

 

Bu gece, ol gecedir kim ol şerîf,

Nûr ile âlemleri, eyler latîf.

 

Bu gece dünyâyı ol Cennet kılar,

Bu gece eşyaya Hak rahmet kılar.

 

Bu gece şâdân olur erbâb-ı dil,

Bu geceye can verir eshâb-ı dil.

 

Rahmeten lil-âlemîndir Mustafâ,

Hem şefi-ül-müznibîndir Mustafâ.

 

Vasfını bu resme tertîb etdiler,

Ol mübârek nûra tergîb etdiler.

 

Âmine eydür çü vakt oldu temam,

Kim vücûde gele ol Hayr-ül-enâm.

 

Susadım gayet harâretden kati,

Sundular bir cam dolusu şerbeti.

 

Kardan ak idi ve hem soğuk idi,

Lezzeti dahî şekerde yok idi.

 

İçtim ânı oldu cismim nûra gark,

Edemezdim nûrdan kendimi fark.

 

Geldi bir ak kuş kanadiyle revân,

Arkamı sığadı kuvvetle hemân.

 

Doğdu ol sâatde ol Sultân-ı dîn,

Nûra gark oldu semâvât-ü-zemîn.

 

Yaradılmış cümle oldu şâdıman,

Gam gidip âlem yeniden buldu cân.

 

Cümle zerrâtı cihân edip nidâ,

Çağrışarak dediler kim merhabâ.

 

Merhabâ ey âli Sultan merhabâ,

Merhabâ ey kân-i irfân merhabâ.

 

Merhabâ ey sırr-ı fürkân merhabâ,

Merhabâ ey derde dermân merhabâ.

 

Merhabâ ey bülbül-i bâğ-ı Cemâl,

Merhabâ ey âşinâ-yi Zül-celâl.

 

Merhabâ ey mâh-ü-hurşîd-i Hudâ,

Merhabâ ey Hakdan olmayan cüdâ.

 

Merhabâ ey âsi ümmet melcei,

Merhabâ ey çâresizler mencei.

 

Merhabâ ey cân-ı bakî merhabâ,

Merhabâ uşşâka sâkî merhabâ.

 

Merhabâ ey kurret-ül-ayn-ı Halîl,

Merhabâ ey hâs-ı mahbûb-i Celîl.

 

Merhabâ ey rahmeten lil-âlemîn,

Merhabâ sensin şefî-ül-müznibîn.

 

Merhabâ ey pâdişâh-ı dü cihân.

Senin için oldu kevn ile mekân.

 

Ey cemâli gün yüzü bedr-i münîr,

Ey kamu düşmüşlere sen destegîr.

 

Ey gönüller derdinin dermânı sen,

Ey yaradılmışların sultânı sen.

 

Sensin ol sultân-ı cümle enbiyâ,

Nûr-ı çeşmi evliyâ vü asfiyâ.

 

Ey risâlet tahtının sen hâtemi,

Ey nübüvvet mührünün sen hâtemi.

 

Çünkü nûrun rûşen etdi âlemi,

Gül cemâlin gülşen etdi âlemi.

 

Oldu zâil zulmet-i cehl-ü-dalâl,

Buldu bâg-ı ma’rifet ayn-i kemâl.

 

Yâ Habîballah bize imdâd kıl,

Son nefes didârın ile şâd kıl.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile derd ile edin es-salât

 

Çünki ol mahbûb-i Rahmân-ü-Rahîm,

Kıldı dünyâyı cemâlinden naîm.

 

Birbirine muştulayı her melek,

Raksa girdi şevk ü şâdîden felek.

 

İşbu heybetden Amine hûb-rû,

Bir zaman aklı gidip geldi gerü.

 

Gördü gitmiş hûrîler hiç kimse yok.

Görmedi oğlun tazarru’ kıldı çok.

 

Hûrîler aldı tasavvur kıldı ol,

Hayret içre çok tefekkür kıldı ol.

 

Çevre yanın isteyü kıldı nazar,

Gördü kim bir köşede Hayr-ül-beşer.

 

Şöyle Beytullâh’a karşı ol Resûl,

Yüz yere sürmüş ve secde kılmış ol.

 

Secdede başı dili tahmîd eder,

Hem getirmiş parmağın tevhîd eder.

 

Der ki, ey Mevlâ yüzüm tutdum sana,

Yâ İlâhî! Ümmetin vergil bana.

 

Çünki ben bu işleri gördüm ayân,

Kalmadı sabrım hemân düşdüm revân.

 

Geldi aklım gördüm ol sâhib-vefâ,

Gözlerimin nûru oğlum Mustafâ.

 

Sürmelenmiş gözleri gör hikmeti,

Göbeği kesilmiş olmuş sünneti.

 

Yüzü nûru gün gibi hoş berk urur,

Çünki gördüm gönlüme geldi sürûr.

 

Kaynadıp nâr-ı muhabbet kanımı,

Alarak bağrıma basdım cânımı.

 

Debrenür dudakları söyler kelâm,

Anlayamadım ne derdi ol hümâm.

 

Kulağım ağzına verdim dinledim,

Söylediği sözü ol dem anladım.

 

Hakka bağlayıp gönülden himmeti,

Der idi, kim ümmetî vâ ümmetî.

 

Tıfl iken ol diler idi ümmetin,

Sen kocaldın terk edersin sünnetin.

 

Ümmetim dedi sana çün Mustafâ,

Ver salevât sen de âna bul safâ.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile şevk ile edin es-salât

 

FASL

 

Mekke kavmi uluları bî-hilâf,

Kâ’be’yi ol gece kılarken tavâf.

 

Secde kıldı Kâ’be gördü hâs-ü-âm,

Düşmedi bir taşı hoş kıldı kıyâm.

 

Rükni, rükne Ka’be’nin verdi selâm,

Dediler kim doğdu ol Hayr-ül-enâm.

 

Kâ’be bir savt etdi ol dem nâgehân,

Dedi, doğdu bu gece Şems-i cihân.

 

Pak edip küfr ile putlardan Resûl,

Kurtarır beni müşriklerden ol.

 

Yalın ayak baş açarak saff-u sâf,

Eyleyecek ümmeti beni tavâf.

 

Ol gece tabl-ı nübüvvet vurdular,

Ol gece şeytânı gökden sürdüler.

 

Nice puthâne nice deyr-ü-sanem,

Yıkılıp küfr ehline verdi elem.

 

III. BÖLÜM

 

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Risâleti ve mucizeleri

 

Fahr-i âlem erdi çün kırk yaşına,

Kondu pes tâc-ı risâlet başına.

 

Dembedem âvâz gelirdi yâ Emîn,

Seni kıldım rahmeten lil-âlemîn.

 

İndi Kur’ân-ı kerîm âyet âyet beyyinât,

Zâhir oldu nice dürlü mu’cizât.

 

Gerçi cümle nûr idi, ol pak zât,

İlle her uzvunda vardı mu’cizât

 

Evvelâ ol kim mübârek cisminin,

Gölgesi düşmezdi yere resminin.

 

Nûr idi başdan ayağa gövdesi,

Bu ayândır nûrun olmaz gölgesi.

 

Hem mübârek başı üzre her zaman,

Bir bölük bulut olurdu sâyebân.

 

Her nere varsa bile varırdı ol,

Başı üzre dâima dururdu ol.

 

Ol mübârek gözlerinde mucize,

Nicedir ol dahî diyeyim size.

 

Nice kim önünde görürdü ayân,

Öyle ardında görürdü ol hemân.

 

İşitin hem ol mübârek burnunun,

Mucize nicedir onda bir görün.

 

Vahy için indikde Cibrîl-i Emîn,

Gökden ayrıldığı sâatde hemîn.

 

Cebrâil’in kokusun alırdı ol,

Vahy için indiğini bilirdi ol.

 

Debredecek dudağın ol mâh-veş,

Debrenirdi gökde hem kurs-ı güneş.

 

Dokunacak saçına bâd-ı sabâ,

Misk-ü-anberden dolar idi havâ.

 

İnci dişleri şuâsından gece,

İğne düşse bulunurdu ey hoca.

 

Sadr-ı nûrundan karanlık geceler,

Yolda yürürdü yiğitler kocalar.

 

Çün işâret kıldı ol mahbûb-ı Hak,

Parmağıyla aya, oldu iki şak.

 

Terlese güller olurdu her teri,

Hoş dererlerdi terinden gülleri.

 

Dikdi hurmayı hem ol şâh-ı cihan,

Dikdiği saat yemiş verdi hemân.

 

Mu’cizâtı haşre dek dense müdâm,

Nice haşr olsa buna gelmez hitâm.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile derd ile edin es-salât,

 

IV. BÖLÜM

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcı

 

Gel beri ey aşk oduna yanıcı,

Kendisi ma’şûka âşık sanıcı.

 

Dinle gel mi’râcın ol Şahın ayân,

Âşık isen aşk oduna durma yan.

 

Bir düşenbih gecesi tahkîk haber,

Leyle-i Kadr idi, ol gece meğer.

 

Ol hümâyûn-baht u ol kadri yüce,

Ümmü Hânî hânesindeydi gece.

 

Ânda iken nâgehân ol yâzı ak,

Cennet var dedi. Cebrâil’e Hak.

 

Bir murassa tâc al hulle kemer,

Hem dahî al bir Burâk-ı mu’teber.

 

Ol habîbime ilet binsin anı,

Arş’ımı seyreylesin görsün beni.

 

Cebrâil çün Cennet’e vardı revân,

Gördü kim bî-had burâk otlar hemân.

 

İçlerinde bir burâk ağlar katı,

Yimez içmez kalmamış hiç tâkatı.

 

Gözlerinden yaşı Ceyhûn eylemiş,

Ciğerini derd ile hûn eylemiş,

 

Dedi Cebrâil nedir ağladığın,

Hüzn ile cân-ü-ciğer dağladığın?

 

Bakî yoldaşın yiyip içip gezer,

Sen inilersin de cânın ne sezer.

 

Dedi, kırk bin yıldurur kim yâ Emîn,

Aşkıdır bana yemek içmek hemin.

 

Nâgehân bir ün işitdi kulağım,

Gitdi aklım bilmezem solum sağım.

 

Yâ Muhammed diyerek çağırdılar,

Bir sadâ birle ki yürekler deler.

 

Ol zamandan bihnezem kim n’olmışam,

Ol adın ıssına âşık olmışam.

 

Yüreğim içinde eridi, yağım.

Âşık oldu görmeden bu kulağım.

 

Cennet’i başıma aşkı dar eder,

Gece gündüz işim âh-ü-zâr eder.

 

Gerçi zâhir Cennet içre dururum,

Manâda hasret azâbın görürüm.

 

Ger iremezsem visâline ânın,

İdiserim terkini cân-ü-tenin.

 

Cebrâil dedi Burâk’a, ey Burâk,

Verdi Hak maksûdumu kılma firâk.

 

Kimde kim aşkın nişânı vardurur,

Akıbet ma’şûka ânı irgürür.

 

Gel berü ma’şûkuna irgüreyim,

Yüreğin zahmına merhem süreyim.

 

Aldı Cebrâil Burâk’ı ol zemân,

Tâ cenâb-ı Ahmed’e geldi hemân.

 

Hak selâm etdi sana yâ Mustafâ,

Kim mübârek hâtırın bulsun safâ.

 

Dedi kim gelsin konuklarım ânı,

Arş’ımı seyreylesin görsün beni.

 

Dâim ister hazretimden her melek,

Arş ü Kürsî Sidre çarh-i nüh felek.

 

Cümlesi ânın yüzün görmek diler,

Ayağına yüzlerin sürmek diler.

 

İşbu gece bir gecedir ey Emîn,

Olacak ayn-el-yakîn hakk-el-yakîn.

 

Bu gece zâhir olur esrâr-ı Hak,

Gösterecektir sana dîdâr-ı Hak

 

Zemzemiyle doldu kevn ile mekân,

Arş’a vardı dediler, Fahr-i cihân.

 

Hem sekiz Cennet kapısın açtılar,

Yolun üstüne cevâhir saçdılar.

 

Gel gidelim hazrete yâ Mustafâ,

Muntazırdar anda eshâb-ı safâ.

 

Sana Cennet’ten getirdim bir Burâk,

Davet-i Rahmândır ey nûr-ı Hak.

 

İşidip ânı Resûl oldu ferâh,

Şâdlık geldi ve gamı gitdi terah.

 

Durdu yerinde hemân-dem Mustafâ,

Koydu tâcı başına ol pür-safâ.

 

Çekdi ol demde Burâk’ı Cebrâil,

Önüne düşdü âna oldu delîl.

 

Hoş süvâr oldu âna şâh-ı cihân,

Açdı perrini Burâk uçdu hemân.

 

Tarfet-ül-ayn içre Sultân-ı ümem,

Geldi Kuds’e erdi ve basdı kadem.

 

Enbiyâ ervâhı karşı geldiler,

Mustafa’ya cümle ikrâm kıldılar.

 

Erdi ol dem Hakdan ervâha nidâ,

Kim kılalar Mustafâ’ya iktidâ.

 

Pes geçüp mihrâba ol Hayr-ül-enâm,

Enbiyâ ervâhına oldu imâm.

 

İki rek’at kıldı Aksâ’da, nemâz,

Öyle emr etmiş idi, ol bî-niyâz.

 

Gördüler nûrdan kurulmuş merdivân,

Merdivândan oldular göğe revân.

 

Erdiler evvel göğe bil-ihtirâm,

Kapı açıldı ve girdi ol hümâm.

 

Gördü gök ehli ibâdetde kamu,

Her biri bir dürlü tâatde kamu.

 

Kimi tesbîh ü kimi tahmîd okur

Kimi tehlîl ü kimi temcîd okur.

 

Kim kıyâm içre kimi kılmış rükû’,

Kimi Hakka secde etmiş bâ-huşû.

 

Kimisini aşk-ı Hak almış-durur,

Vâlih-ü-hayrân-ü-mest kalmış-durur.

 

Hep gök ehli cümle karşı geldiler,

Mustafâ’ya izzet ikrâm kıldılar.

 

Merhaben bik yâ Muhammed dediler.

Ey şefaat kânı Ahmed dediler.

 

Her biri kutluladı mi’râcını,

Dediler giydin se’âdet tâcını.

 

Bu kerâmetler ki Hak verdi sana,

Vermedi hiç kimseye önden sona.

 

Ermedi evvel gelen bu devlete,

Kimse lâyık olmadı bu rif’ate.

 

Her ne hâceti dilesen makbûldür,

Cümle maksûdun da senin mahsûldür.

 

Ol gece durmadı cevlân eyledi,

Öyle kim eflâki seyrân eyledi.

 

Her birinde türlü hikmet gördü ol,

Tâki vardı Sidre’ye erişdi yol.

 

Cebrâil’in durağıdır ol makâm,

Nüh felek tâ kim tutalıdan nizâm.

 

Kaldı Cebrâil makâmında hemin,

Dedi âna Rahmeten lil-âlemin.

 

Bilmezem bu yolları ben nideyim,

Kim garîbem bunda kande gideyim?

 

Cebrâil dedi Resûle ey Habîb,

Sanma ki bu yerde sen seni garîb.

 

Senin için yaradıldı nüh felek,

İns-ü-cinn-ü-hûr-ü-Cennet hem melek.

 

Bunda hatm oldu benim cev’ân-gehim,

Mâverâsından dahi yok âgehim.

 

Bana böyle emr etmiştir Zü’l-celâl,

Açmayın ben bundan öte perrü bal.

 

Ger geçem bir zerre kadar ilerü,

Yanarım başdan ayağa ey ulu.

 

Dedi Cebrâil’e ol Fahr-i cihân;

Pes makamında dur imdi sen hemân.

 

Çün ezelden bana aşk oldu delîl,

Yanar isem yanayım ben ey Halîl.

 

Lî ma’allah vakti benimdir hemân,

Tâ ki kurban eyleyem baş ile cân.

 

Râh-ı aşkda kim sakınır cânını,

Ol kaçan görse gerek cânânını.

 

Râh-ı aşkı sanma gâfil serseri,

Belki kemter nesnedir vermek seri.

 

Refref’in belirmesi

 

Söylenirken Cebrâil ile kelâm,

Geldi Refref önüne verdi selâm.

 

Aldı ol şâh-ı cihanı ol zamân,

Sidre’den götürdü ve gitti hemân.

 

Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ,

Ne mekân var ânda ne arz-ü-semâ.

 

Kim ne hâlidir ne mâli ol mahâl,

Akl ü fikr etmez o hâli fehm-ü-hâl.

 

Ref’ olup ol Şâha yetmiş bin hicâb,

Nûr-i tevhîd açdı vechinden nikâb.

 

Her birisinden geçerken ileri,

Emr olurdu yâ Muhammed gel beri.

 

Çün kamusını görüp geçdi öte,

Vardı erişdi ol ulu Hazrete.

 

Şeş cihetden ol münezzeh Zü’l-Celâl,

Bî-kem-ü-keyf âna gösterdi cemâl.

 

Zâten ol Sultân-ı Mâ zâgal-basar,

Eylemişdi Hakka tahsîs-i nazar.

 

Âşikâre gördü Rabb-ül-izzeti,

Ahıretde öyle görür ümmeti.

 

Bî-hurûf-ü-lafz-ü-savt ol pâdişâh,

Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh.

 

Dedi kim matlûb-ü maksûdun benim,

Sevdiğin can ile ma’bûdun benim.

 

Gece gündüz durmayıp istediğin,

N’ola kim görsem cemâlin dediğin.

 

Gel Habîbim sana âşık olmışam,

Cümle halkı sana bende kılmışam.

 

Ne murâdın var ise edem revâ,

Eyleyem bir derde bin türlü devâ.

 

Mustafâ dedi, eyâ Rabbi rahim,

Ey hatâ-pûş-ü-atâsı çok kerîm.

 

Ol zaîf ümmetlerim hâli n’ola,

Hazretine nice anlar yol bula?

 

Gece gündüz işleri isyân kamu,

Korkarım ki yerleri ola tamu.

 

Yâ İlâhî hazretinden hâcetim,

Budurur kim ola makbûl ümmetim.

 

Hak teâlâdan erişdi bir nidâ,

Yâ Muhammed ben sana kıldım atâ.

 

Ümmetini sana verdim ey Habîb,

Cennet’imi onlara kıldım nasîb.

 

Yâ Habîbim nedir ol kim diledin,

Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?

 

Ben sana âşık olunca ey şerîf,

Senin olmaz mı dü âlem ey latîf?

 

Zâtıma mir’ât edindim zâtını,

Bile yazdım adım ile adını.

 

Hem dedi kim yâ Muhammed ben seni,

Bilirim görmeğe doymazsın beni.

 

Lîk dîn emri tamâm olmak içün,

Ümmetin de bana yol bulmak içün.

 

Avdet edip davet et kullarımı,

Tâ gelerek göreler didârımı.

 

Sen ki mi’râc eyleyip etdin niyâz,

Ümmetin mi’râcını kıldım nemâz.

 

Her kaçan kim bu nemâzı kılalar,

Cümle gök ehli sevâbın bulalar.

 

Çünki her türlü ibâdet bundadır,

Hakka her türlü ibâdet bundadır.

 

Sıdk ile beş vakt olundukça edâ,

Elli vaktin ecrin eyler Hak atâ.

 

Mâ hasal ol anda doksanbin kelâm,

Sebk edip buldukda encâm-ü-hitâm.

 

Tarfet-ül-ayn içre ol Fahr-i cihân,

Ümmü Hânî evine geldi hemân.

 

Her ne vaki’ oldu ise serteser,

Cümlesin eshâbına verdi haber.

 

Dediler ey kıble-i İslâm-ü dîn,

Kutlu olsun sana mi’râc-ı güzîn.

 

Biz kamumuz kullarız sen şâhsın,

Gönlümüz içinde rûşen mâhsın.

 

Ümmetin olduğumuz devlet yeter,

Hizmetin kıldığımız izzet yeter.

 

Dua

 

Yâ İlâhî ol Muhammed hakkıçün,

Ol şefaat kânı Ahmed hakkıçün.

 

Sidre vü Arş-ı muallâ hakkıçün,

Ol sülûk-ü-seyr-i a’lâ hakkıçün.

 

Ol gece söyleşilen söz hakkıçün,

Ol gece Hakkı gören göz hakkıçün.

 

Sırr-ı fürkân nûr-i a’zam hakkıçün,

Kuds ü Ka’be Merve Zemzem hakkıçün.

 

Gözü yaşı hakkıçün âşıkların,

Bağrı başı hakkıçün sâdıkların.

 

Aşk odundan ciğeri biryân içün,

Derd ile kan ağlayan giryân içün.

 

Sıdk ile yolunda kâim kul içün,

Hazretine doğru varan yol içün.

 

Şol zaman kim müddet-i ömr-ü hayât,

Âhır ola ire hengâm-ı memât

 

Biz günahkâr âsî mücrim kulları,

Yarlıgayıp kıl günahlardan berî.

 

Afv edip isyanımız kıl rahmeti,

Ol Habîbin yüzü suyu hürmeti.

 

Sana lâyık kullar ile hemdem et,

Ehl-i derdin sohbetine mahrem et

 

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ahlâkı

 

İşid imdi nice vermiş ol Celîl,

Mustafa’ya hulk-ı evsâfı cemîl.

 

Hulk idi dâim işi bu halk ile,

Halkı hod kul kılmış idi hulk ile.

 

Rabbinin adını zâkirdi müdâm,

Her ne Hakdan gelse şakirdi müdâm.

 

Her kaçan yatsaydı ol Fahr-i cihân,

Bir hasır üzre yatardı ol hemân.

 

Hak dedi dağları altun eyleyem,

Dürlü ni’metlere seni doyuram.

 

Ol Habîbullah dedi, yâ zin-niâm,

Ümmetim-çün ben bu hâle râzıyâm.

 

Katlanırım onların-çün zahmete,

Ümmetimi eyle lâyık rahmete.

 

Her kemâlât ile kâmil şâh idi,

Ânın içün ol Habîbullah idi.

 

Halk içinde adımız hâs eyledik,

Lâkin halvetde gönlümüz pas eyledik.

 

Ümmet oldur sünnetin terk etmeye,

Dimediği yere hergiz gitmeye.

 

Bugün ânın sünnetin terk ideriz,

Yarın ânda varıcağız n’ideriz.

 

Yâ İlahî saklagıl îmânımız,

Verelim îmân ile tâ cânımız.

 

Kabrimiz îmân ile pür-nûr kıl,

Mûnis-i gılmân ile hem hûr kıl.

 

Hem dahî mîzânımız eyle sakîl.

Cennet’e girmeğe lütfun kıl delîl.

 

Mustafâ’ya hem-civâr et yâ Kerîm,

Cennet-i Firdevs içinde yâ Rahîm.

 

Lütf ile göster bu dîdârını,

Ni’metinle toylagıl kullarını.

 

Nûr-i Ahmed izzetine ey Hudâ,

Eyleme bizi Muhammed’den cüdâ.

 

Bu kemâlât ile gör ol pâk zât,

Bulmadı mevtden bu âlemde necât

 

Âşık isen sen eğer ey nig-nâm,

Aşk ile de essalâtü ves-selâm.

 

V. BÖLÜM

Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefatı

 

Gel berü eshâb-ü-ihvân-ı safâ,

Gel berü erbâb-ı irfân-u vefâ.

 

İşbu göynüklü sözü gûş edelim,

Derd ile âh ederek cûş edelim.

 

Akıtalım gözümüzden yaşları,

Tâzelensin bağrımızın başları.

 

Her ki ol Sultân içün yaş indire,

Yaşı ânın tamuyu söyündüre.

 

Gel berü sen dahi aşkın kıl beyân,

Vaktidir ger var ise göster nişân.

 

Pes bu nakl ile rivâyetdir haber,

Kim bu fâni mülkde ol Hayr-ül-beşer.

 

Bir zaman kıldı nübüvvet pâk zât,

Küfr mahv oldu ve dîn buldu hayat.

 

Altmışüç yaşına erdi çün Habîb,

Ol Şerîf ü ol Hasîb ü ol Nesîb.

 

Vakt erişdi dünyâdan kıla sefer,

Ol güneş yüzlü ve ol alnı kamer.

 

Mescid içre birgün ol Şâh-ı cihân,

Oturup olmuşdu hoş gevher-fişân.

 

Feth edip sırr-ı meânî sözlerin,

Bahr-ı tevhîdin saçardı dürlerin.

 

Geldi Cebrâil de Hakdan emr ile,

Söyledi ânda Resûle lutf ile.

 

Dedi sana Zü’l-Celâl etdi selâm

Der ki şöyle bilsin ol Hayr-ül-enâm.

 

Kim âna ben katı müştâk olmuşam,

Cümle halkı ona bende kılmuşam.

 

Bu sözü çün kim işitdi el-Emîn,

Kalbi mahzûn oldu ol Şâhın hemin.

 

Ol mükâhhal gözlerinden döktü yaş,

Cûş edip ağladı yer gök dağ-u taş.

 

Cebrâil gitti ve ol sâhib-vefâ,

Eyledi eve azîmet Mustafâ.

 

Hüzn ile girdi içeri evine,

Fâtıma andaydı geldi yanına.

 

Dedi Ey cânım baba hâlin nedir?

Hasta mı oldun vücûdun nicedir?

 

Dedi kim, yâ Fâtıma yanar tenim,

Dosta ulaşmak diler cânım benim.

 

Ol Habîbin gün gün artdı zahmeti,

Düşdü eshâba gam-u gussa katı.

 

Hastalıkdan soldu ol bağ-ı cemâl,

Ol kemâlde bedr iken oldu hilâl.

 

Hücreyi, eshâb ederlerdi tavâf,

Ağlaşırlardı durmadan saff-u saf

 

Çün nemâz vakti erişdi nâgehân,

Okudu cümle müezzinler ezân.

 

Ol ezânı işidip ol mâh-rû,

Durdu ve aldı nemâz içün vuzû.

 

Katına geldi ânın ol dem Bilâl,

Dedi kim, ferman nedir yâ zü’l-cemâl.

 

Ol Habîb dedi Bilâl’e ey latîf,

Bil ki oldum ben bugün gayet zaîf.

 

Ben varmaz isem ikâmet eylesin,

Yerime Ebû Bekr imâmet eylesin.

 

Ağlayı aglayı ol derdli Bilâl,

Vardı eshâb katına hem çün hilâl.

 

Dedi, ey yâran bilin bedr-i temâm,

Cümlenize eyledi çok çok selâm.

 

Hem dahi Ebû Bekr imâm olsun dedi,

Tâbi’ olsun ona eshâbım dedi.

 

Çün işitdiler Bilâl’in bu sözün,

Her birisi toprağa vurdu yüzün.

 

Zâr-u figân ederek ağladılar,

Kanı ya ol serverimiz dediler.

 

Böyle çün emr etdi Ebû Bekr’e Resûl,

Mustafâ emrini ol kıldı kabul.

 

Geçti mihrâba Ebû Bekr-i hümâm,

İktida kıldı sahâbe-i kirâm.

 

Çünki tekbîr etdi ve el bağladı,

Durmadı çözdü elini ağladı.

 

Cümle-i eshâb bile ağlaştılar.

Mescide göz yaşlarını saçtılar.

 

Göz yaşını yenemeyip ol hümâm,

Olamadı anda eshâba imâm.

 

Ebû Bekr dedi imâm ol yâ Ömer,

Kim özümden olmuşum ben bî-haber.

 

Sordu bildi ânı ol Hayr-ül-enâm.

K’olmadı Ebû Bekr eshâba imâm.

 

Aynı gördü Mustafâ sabr etmedi.

Hem eser kıldı ol ayrılık odı.

 

Mustafâ dedi ki, tutun durayım.

Ol yaranlarım katına varayım.

 

Göreyim bir dahî ol yaranları,

Kim dahî görmek isterim onları.

 

Hem beni onlar dahî görmek ister,

Sohbetime dünyâda ermek ister.

 

Geliniz kim mescidime varalım,

Birbirimizi doyunca görelim.

 

Kim ölüm ayırırsa sizden bizi,

Dedi, dahî yaş ile doldu gözü.

 

Bu söz ile oda yaktı bunları,

Kıldılar çok zâri ve figânları.

 

Ol Habîbin sağ elin tutdu Ali,

Sol elini İbn-i Abbâs ol velî.

 

Mescide geldi ve buldu hoş safâ,

İktidâ Ebû Bekr’e kıldı Mustafâ.

 

Çün sahâbe hoş temam etdi nemâz.

Kıldılar ol bî-niyâza çok niyâz.

 

Hoş nemâzı kıldı ol Hayr-ül-enâm,

Döndü eshâba yönün verdi selâm.

 

Halikı zikr etdi evvel ol şefî,

Dedi, oldur pâdişâh olun muti’

 

Hem bilin kim mâsivâ fânî-durur,

Dâim Allah’dır kim ol bâkî-durur.

 

Ol gidenler bize yeter i’tibâr,

Kim bu yerde edemediler karar.

 

Hangi dil bu evde biryân olmadı.

Hangi göz bu derde giryân olmadı.

 

Bu sözü çün-kim sahâbî dinledi.

Her biri figân ederek inledi.

 

Ol şefaat ıssı ol sâhib-vefâ,

Âhıret şahı Muhammed Mustafâ.

 

Anda ashâba nasîhat eyledi,

Hulkı lutfiyle onları toyladı.

 

Elvedâ olsun size dedi, dahî,

Eyledi eve azîmet ol sahî.

 

Tutarak geri Ali Abbâs ile,

Geldi eve cümle eshâbı bile.

 

Eve girdi gördü ol Şâh-ı cihân,

Dolmuş evin içi âh ile figân.

 

Fâtıma âh eyleyerek ağladı,

Babasının boynuna el bağladı.

 

Dedi, derdli yüreğimin çâresi,

Gitdi onulmaz bu bağrım yâresi.

 

Ağlayarak dedi ey cânım baba,

Gönlümün şâdîsi cânânım baba.

 

Ölme sen, senin için ben öleyim,

Sen sağ ol, ben sana kurbân olayım.

 

Bir onulmaz derde uğratdın beni,

Vereyim ben yoluna cân-u teni.

 

Dedi kim yâ Fâtıma dinle sözüm,

Kokula boynumu bir dem ey kızım.

 

Dünyâyı terk etmeği kayırmazam,

Bilirim kim bunda bakî kalmazam.

 

Lâkin seni n’ideyim kaldın garîb,

Âşıkun hâli n’olur gitse habîb.

 

Bu yetimlik kutlu olsun başına,

Dahî hasret eşine yoldaşına.

 

Böyle deyip yaş ile doldu gözü,

Dedi, kanı ol iki körpe kuzu.

 

Yanıma gelsin Hüseyn ile Hasen.

Kim bu gönlüm gamın onlardır kesen.

 

Ol iki mâhı varıp getirdiler,

Mustafâ’nın yanına yetirdiler.

 

Dediler kim ey dede n’oldun bugün,

Yüreğimize bizim vurdun düğüm.

 

Ey n’olaydı böyle görecek sizi,

Anamız doğurmamış olsa bizi,

 

İşbu hâl içreyken erdi Cebrâîl,

Dedi kim sana selâm etdi Celîl.

 

Sordu hâlini dahî hem ol Çalab,

Sor Habîbim ne kılar dedi taleb.

 

Ümmetimi dilerem Hakdan dedi,

Dileğim Hakdan budur çoktan dedi.

 

Gece gündüz bu-durur hem himmetim,

Kim bağışlaya bana Hak ümmetim.

 

Geri Hakka vardı geldi Cebrâîl,

Dedi kim geri selâm etdi Celîl.

 

Hak teâlâ sana çok lutf işledi,

Ol günahkâr ümmetin bağışladı.

 

Dedi, maksûdum, bu idi Hakdan uş,

Hâtırım şimdi ziyâde oldu hoş.

 

Olduğunca ömrünün hem müddeti,

Der idi kim ümmetî vâ ümmetî.

 

Hem kıyâmetde cemî’-i enbiyâ,

Çağrışıp nefsi vü vâ nefsî diye.

 

İlle yüz urup Mahammed Hazrete,

Eyde kim vâ ümmetâ vâ ümmetâ.

 

Hem diye ey rahmeti çok rahmeti,

Bana ümmetsiz geretanez Cenneti.

 

Ümmet isen hizmeti eyle temâm,

Aşk ile de essalâtü ves-selâm.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile derd ile edin es-salât.

 

FASL

 

Ne se’âdet ne beşaret ne safâ,

Kim bize kıla şefâat Mustafâ.

 

Nâgehân ol peyk-i Hazret Cebrâil

İrdi ve dedi selâm etdi Celîl.

 

Kara gussa donların giymişdi ol,

Anı öyle gördü ve sordu Resûl.

 

Dedi Cebrâil’e ey kardeş niçin,

Kara gussa donların giydin bugün.

 

Gördüğüm yokdu bu sûretde seni,

Böyle niçin kıldınız deyin bunu.

 

Dedi ki giydik seninçin yâ Emîn,

Son inişimdir yere dahî hemîn.

 

Vahy içün iner değilim bir dahî,

Vahy kat’ oldu bugün Allah bâkî,

 

Cümle gök ehli seninçin tutdu yas,

Kara donlar giydi cümle cinn-ü nâs.

 

Cebâil geldikte sonra emr ile,

Anda gelmiş idi Azrâil bile.

 

Taşradan içeriye kıldı nidâ,

Dedi kim yâ ehli beyt-i Mustafâ.

 

İzniniz var mı içeri girmeğe?

Ol mübârek hub cemâli görmeğe?

 

Fâtıma dedi ki, kimsin ey aceb?

Dedi, bir A’râbiyem ey hoş-edeb.

 

Ağlayı aglayı dedi, ey Arab!

Katı hastadır Resûl çeker taab.

 

Var işine ey karındaşım Arab!

Bunda biz ağlaşırız her rûz-u şeb.

 

Bir dahî dedi, selâm olsun size,

Ver içeri girmeğe destur bize.

 

Ol Habîbin hâli nedir göreyim,

Ger icâzet olur ise gireyim.

 

Çün Muhammed sem’ine erdi nidâ,

Dedi kimdir taşradan eden sadâ.

 

Fâtıma dedi, bir Arabdır çağırır,

Yâ Muhammed deyü beni ün urur.

 

Dedi, Ahmed ey gözüm nûru benim,

Ol Arabdır kabz iden rûhum benim.

 

Ol gelendir hânümân eden harâb.

Ol gelendir mülk-ü-mâl eden yebâb.

 

Ol gelendir halka etdiren figân.

Ol gelendir göz yaşın kılan revân.

 

Gideren nûrunu şehlâ gözlerin,

Hem sarartan rengini gül yüzlerin.

 

Lal-veş dudakların rengin bozan,

Nice benven diyenin ömrün kesen.

 

Ayrılık oduna yakan cânları.

Bırakan toprağa nâzik tenleri.

 

Yüzleri gül dilleri bülbülleri,

Tûti gibi ol latif oğulları.

 

Atalardan analardan ayıran,

Ol durur ol taşra kapıda duran.

 

Ol durur ol seni benden ayıran.

Yüreğine dürlü hançerler vuran.

 

Adı Arzâil-durur gelsin beri,

Tur var aç kapıyı girsin içeri.

 

Kimseden ol hiç destûr istemez,

Benden artık kimseye böyle demez.

 

Fâtıma âna kapı açdı revân,

Ol melek girdi içeri ol zemân.

 

Meskenetle, hücreye girdi hemîn,

Lutf ile verdi selâm öpdü zemîn.

 

Dedi, ol vaktin âna ol müctebâ,

Hoş geldiniz, ey emîn gel, merhabâ.

 

Sordu kabz için mi geldin yâ melek?

Yâ ziyâret mi durur ancak dilek?

 

Dedi gelmişim ziyâret etmeğe,

Dahi kabz-ı rûh ederek gitmeğe.

 

Hak buyurdu ben sana olam muti’,

Sen ne dersen ânı tutam yâ Şefi’.

 

Ger icâzet olsa kabz-i rûh idem.

Olmaz ise ben geri dönem gidem.

 

Ol melek bu sözü ederken beyân.

Ânı hem dinlerken ol Şâh-ı cihan.

 

Dedi, tâvûs-ı melek ol Cebrâil.

Yâ Muhammed sana müştakdır Celîl.

 

Çün bu sözleri işitdi Mustafâ,

Etmeğe azm eyledi ahde vefâ.

 

Dedi, Azrail’e kim gel yâ melek,

İşlegil her neyise Hakdan dilek.

 

Geldiğin işi bitir dedi ana.

Döndü söyledi eshâbından yana.

 

Çok nasihat kıldı bunlara Resûl,

Tâ ola âsân cemî-i doğru yol.

 

Ümmetin te’kîd ile ısmarladı,

Her nasihat kim gerekdi hep dedi.

 

Hem dedi Eshâba ol Hayr-ül-enâm,

Ümmetime kılasız benden selâm.

 

Biliniz ey âşıkân-ı Mustafâ,

Hakka erdi anda Cân-ı Mustafâ.

 

Mürg-ı kuds uçtu kafesden şâhvâr,

Gülistân-ı kudsde eyledi karâr.

 

Cebrâil üstünde durup derdi âh,

Bu cihânı terk edip gitdin e Şâh.

 

Ah edip söyledi Ebû Bekr-i rızâ,

Hani yâ ol Mustafâ ve Murtazâ.

 

Zârı ile çağırıp derdi Ömer,

N’ideriz sensiz biz ey Hayr-ül-beşer?

 

Merd ile Osmân-ı ummân-ı hayâ;

Derdi hani şâh-ı cümle enbiyâ?

 

Hem Ali söyledi kim yâ Mustafâ,

Gitdi âlemden cemâlin zis safâ.

 

Hasret ile der Hüseyn ile Hasen,

N’ideriz biz ey dede gitdin çü sen?

 

Gitdiniz siz, bizi kim okşayacak,

Kurretü aynî bize kim diyecek.

 

Fâtıma’yla Âişe kılıp figân,

Derler idi. El-amân ü el-amân.

 

Cümle er avret dahî zengin fakir,

Her biri bir derde olmuştu esîr.

 

Kimisinin gözleri giryân idi,

Kimisinin ciğeri biryân idi.

 

Bu fîrak oduna her kim uğradı,

Uğradığının yüreğin doğradı.

 

Dediler budur çü hâl n’itmek gerek,

Allah emrine hazır etmek gerek.

 

Hoş hazır edip yuyup götürdüler,

Mustafâ’yı kabrine getirdiler.

 

Üç gün anda kodular Peygamberi,

Tâ nemâzın kıla her ins-ü-perî.

 

Enbiyâ ervahı hâzır geldiler,

Yerler-ü-gökler melekler doldular.

 

Muttasıl üç gün nemâzın kıldılar,

Çün nemâzın kılarak dağıldılar.

 

Nice kim vâcibdi eyle kıldılar,

Hakkın takdîrine hayran kaldılar.

 

Döndüler cümle sahâbî câzi’ûn,

Dediler innâ ileyhi râci’ûn.

 

Geri dönüp çün eve geldi bunlar,

Hep sahâbî bir yere cem’ oldular.

 

Mustafâ’yı bulmadılar ortada,

Cânı bunların geri yandı oda

 

Geri gözyaşın revân eylediler,

Geri feryâd-ü-figân eylediler.

 

Dediler birbirine kim n’idelim,

Çünki Hak emri-durur sabr idelim.

 

Ger dilersiz bulasız oddan necât,

Aşk ile derd ile edin es-salât

 

VI. BÖLÜM

Dua

 

Her beden kim yaradılır cân bulur.

Gâyetine ericek noksan bulur.

 

Her ki libas giydi yâhud gömleğin,

Âhır-ül-emr âna sardılar kefen.

 

Âh mevt senin elinden âh âh,

Ne gedâ kurtulur elinden ne şâh.

 

Fürkatinden âh Peygamberlerin,

Hasretinden âh ol Serverlerin.

 

Âh ol âlimlerin mevtinden âh,

Âh ol âriflerin fevtinden âh.

 

Fürkatinden âh yetim olanların,

Giryesinden kimsesiz kalanların.

 

Çün sefer kıldı cihândan Mustafâ,

Dünyâdan hiç kimse ummasın vefâ.

 

Her ki geldi dünyâya gitmek gerek,

Biz de yol hazırlığın etmek gerek.

 

Mustafâ’dan ibret alın siz dahî,

Biriniz kalmayacak, Allah bâkî.

 

Her ne denli çok yaşarsa bir kişi,

Âkıbet ölmek-durur ânın işi.

 

İmdi gel ölmeden eylen hazırlık.

Tâ ki hazretde yüzünüz ola ak.

 

Her kim ola âkıl-ü-devletli er,

Vâ’iz-u nâsih âna ölüm yeter.

 

Biliriz çünkim ölürüz âkıbet,

Çürüyüp toprak oluruz âkıbet

 

Bir yaramaz fi’li tagyir etmedik,

Âhıret bâbında tedbir etmedik.

 

İmdi gel isyânımız arz edelim,

Ağlamağa göz yaşın karz edelim.

 

Akıtalım gözümüzden yaşları,

Tazelensin bağrımızın başları.

 

Sad hezâran hasret-ü-hayf ile âh,

Ömrümüz isyân ile oldu tebâh.

 

Nefse oyup işledik bî-had günâh,

Bilmeyiz kim ne kılavuz yâ İlâh.

 

Cümlemiz isyânımızı bilmişiz,

Hazretine rahmet umup gelmişiz.

 

Kapına eksiklik ile geldik uş,

Yüzümüz kara elimiz dahî boş.

 

Bize ger rahmet kıl-u ger oda yak,

Gitmeyiz senin kapından bir ayak.

 

Ol Muhammed hürmetiyçün kim adun,

Ânın adıyla bile koşa kodun.

 

Halk-ı âlemden ânı ettin güzîn,

Kıldın ânı rahmeten lil-âlemin.

 

Bize ânın izzetine izzet et,

Fazlın ile cümlemize rahmet et.

 

Dâima kullar işi isyân olur,

Pâdîşâhdan afv ile ihsân olur.

 

Ol ki bizden yaraşır kıldık anı,

Sen sana yaraşırın kıl yâ Ganî.

 

Rahmetinden ger bize ihsân ola,

Padişahlığına ne noksan ola.

 

Hem SÜLEYMÂN’ı fakîre rahmet et.

Yoldaşın îmân-u yerin Cennet et

 

Rabbimden yüzbin senâ ile selâm,

Mustafâ’nın rûhuna sabah akşam.

 

Olsun âline dahi eshâbına,

Tabiîn ensâr u hem ahbâbına.

 

Ümmetinden râzı olsun ol mu’în,

Rahmetullâhi aleyhim ecme’în.

 

Kaynaklar

1) Tezkire-i Latifî; sh. 55

2) Künh-ül-ahbâr; cild-5, sh. 115

3) Sicil-i Osmânî; cild-1, sh. 606

4) Kâmûs-ul-a’lâm; cild-4, sh. 3620

5) A History of the Ottoman Poetry; cild-1, sh. 232

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1068