İslâm târihinde Müslümanların, İslâm dînini kabul etmeyen Mekkeli müşriklerle yaptıkları ikinci büyük savaş. Hicretin üçüncü yılında (M. 625) Medîne’ye bir saat uzaklıkta Uhud Dağının eteklerinde yapıldı. Mekkeli müşrikler Bedr Harbinde büyük bir bozguna uğradıklarından bunun acısını unutamıyorlardı.
Kureyşliler, ileri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Ayrıca kendileri için çok önemli olan Şam ticâret yolunun, Müslümanların kontrolüne geçmesi kendilerini çileden çıkarıyordu. Ebû Süfyan’ın idâresindeki ticâret kervanı Mekke’ye yüzde yüz kârla dönmüştü. Sermâyeye iştirak edenlerin çoğu Bedr Savaşında öldüğünden kervanın kârı Dâr-ün-Nedve (Kureyşli müşriklerin başkanlarının toplandığı hükûmet binâsı)de toplanmıştı. Bu kervan, Müslümanlar üzerine baskın yapmak için hazırlanan orduya harcanmak üzere Suriye’ye ticârete gönderilmişti.
Safvan bin Umeyye, İkrime bin Ebî Cehil, Abdullah bin Rebia gibi babalarını, kardeşlerini, kocalarını, oğullarını Bedr Savaşında kaybedenler, intikam almak için Ebû Süfyan’a başvurdular ve “Muhammed bizim büyüklerimizi Bedr’de öldürdü. Bizleri perişan etti. Artık kendisinden intikam almak zamânı geldi. Kervanın kârıyle bir ordu hazırlayalım. Medîne’yi basalım, intikamımızı alalım.” dediler.
Ebû Cehl, Bedr Harbinde öldürüldüğünden o sırada Mekkeli müşriklerin başında Ebû Süfyan bulunuyordu. (Ebû Süfyan Mekke’nin fethinde Müslüman oldu.) Yapılan bu teklif hemen kabul edildi. Kervanın malları 100.000 altına satıldı. 50.000’i sermâye sahiplerine dağıtıldı. Kalan 50.000 altının yarısıyla asker toplanmasına, diğer yarısıyla da askerlerin sayıca, silâhça üstün olmasının sağlanması için şâirler, hatipler tutulmasına karar verdiler. Ölenlerin intikamını almak, Müslümanları Medîne’den çıkarmak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı öldürmek, dînimizi yok etmek hayâlinde olan müşrikler, hemen harekete geçtiler. Özel adamlar görevlendirilerek bütün Arabistan Yarımadasını dolaşıp, asker topladılar. Şâirler, hatipler de halkı galeyana getirip savaşa teşvik için şiirler, mersiyeler okuyor, kadınlar da def, dümbelek çalarak bunlara iştirak ediyorlardı.
Daha sonra civar kabilelerden gelen askerlerin de katılmasıyla Mekke’de 3000 kişilik büyük bir ordu hazırlandı. Bunların 700’ü zırhlı, 200’ü atlı idi; 3000’de develeri vardı. Ordunun başına Ebû Süfyan geçti. Ayrıca Kureyş ordusuna çalgıcılar, şarap tulumları ve on beş de kadın alınmıştı. Bu kadınların başında Ebû Süfyan’ın eşi Hind bulunuyordu. Müşrikleri en çok savaşa teşvik eden de Hind’di.
Babasını ve iki kardeşini kaybetmiş olan Hind, kadınların harbe katılmasını istemeyenlere karşı “Bedri hatırlayın. Kadınlarınıza çocuklarınıza kavuşmak için Bedr’den kaçtınız. Bundan sonra kaçmak istiyenler karşılarında bizleri bulacaklardır.” diyerek onları susturmuş, Kureyşlileri tahrik ederek bütün gücüyle savaşa teşvik etmiştir.
Resûlullah efendimizin amcası hazret-i Hamza radıyallahü anh Hind’in babası Utbe ile Cübeyr bin Mut’im’in amcası Tueyma bin Adiy’i Bedr’de öldürmüştü. Bu yüzden her ikisi de hazret-i Hamza’ya karşı intikam ateşi içinde yanıyorlardı. Cübeyr bin Mut’im, mızrak atmakta çok usta olan kölesi Vahşî’ye hazret-i Hamza’yı öldürmesi karşılığında serbest bırakmayı vaad etti; Hind de, eğer bunu gerçekleştirirse altınlar, mücevherler vereceğini söyleyerek Vahşî ile anlaştılar. Vahşî, daha sonra Mekke’nin Fethi sırasında Müslüman oldu. (Bkz. Vahşî Radıyallahü Anh)
Mekke’deki bütün hazırlıklar Peygamberimizin amcası Abbas radıyallahü anh tarafından bir mektupla Resûl-iekreme bildirildi. Abbas dahaönce Müslüman olduğu halde Müslümanlığını gizliyordu. Bir iki defâ Medîne’ye gelmek istediğinde Resûl-i ekrem; “Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. SeninMekke’de oturman daha hayırlıdır.” buyurmuştu. Bundan sonra Mekke’de olup bitenlerden Müslümanları haberdar etmek için Mekke’de kalmıştı.
Peygamber efendimiz müşriklerin hazırlıklarını haber alınca durumu incelemek için birkaç sahâbîyi görevlendirdi. Bu sahâbîler Mekke’ye doğru yöneldikleri zaman yolda Kureyş ordusunu gördüler; durumu öğrendikten sonra Medîne’ye gelerek Peygamber efendimize haber verdiler. Mücâhitlerin getirdiği haberle hazret-i Abbas’ın mektupla bildirdiği haberin birbirine uyduğunu gördüler. Peygamber efendimiz ansızın bir baskına uğramamak için Medîne’nin çevresine nöbetçiler koydu. Eshâb-ı kirâm silâhlandı. Harp hazırlıkları başladı.
Resûl-i ekrem efendimiz ensâr ve muhâcirîni topladı. Harp için onlarla istişâre etti. Eshâb-ı kirâm arasında iki kanaat belirmişti. Medîne’de kalarak müdâfaa savaşı yapalım diyenler, bir de Medîne dışına çıkıp, göğüs göğüse çarpışmak için meydan savaşı yapalım diyenler vardı.
Peygamber efendimizin kanâatiyse kısa bir müddet önce görmüş olduğu rüyâ ile Medîne’de kalıp, müdâfaa savaşı yapmaktı. Yapılan istişârede hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer, Sa’d bin Muaz radıyallahü anhüm gibi Eshâb-ı kirâmın büyükleri Peygamber efendimizin kanâatına iştirak ettiler. Ancak Bedr Gazâsında bulunamayan kahraman ve genç sahâbîler, Bedr Gazâsına katılan sahâbîlerin kazandığı ecir ve sevâbı, Bedr şehitlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Peygamberimizden işittikçe; o harpte bulunmadıklarına son derece üzülmüşlerdi. Bunun için düşmanı Medîne dışında karşılamak ve göğüs göğüse çarpışmak istiyorlardı. Bu arzularını bildirmek için; “Yâ Resûlallah biz Allah’tan bu günü beklerdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımızla göğüs göğüse çarpışalım. Bu uğurda ya ölür şehit oluruz veya harbi kazanırız.” dediler. Hazret-i Hamza, Sa’d bin Ubâde gibi seçkin sahâbîlerden bâzıları da bu arzuyu taşıyorlardı.
Çoğunluk Medîne’nin dışına çıkmak fikrinde olunca Peygamber efendimiz de Medîne dışına çıkmaya karar verdi. Eshâbına hitâben de; “Sabır ve sebat ederseniz bu sefer de cenâb-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen azm ve gayret göstermektir!” buyurdu.
Günlerden Cumâ idi. Cumâ namazından sonra Müslümanlara Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, cihadın fazîletinden, cihada nasıl çıkılacağından bahsetti. İkindi namazından sonra Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık ve hazret-i Ömer-ül-Farûk ile birlikte mübârek evlerine gittiler. Peygamber efendimiz birbiri üzerine iki zırh giydi; kılıcını kuşandı. İkisi birlikte Resûl-i ekremin sarığını düzelttiler, elbisesini giymesine yardım ettiler. Dışarıda Eshâb-ı kirâm da toplanmışlar. Medîne’de kalmak, müdâfaa savaşı yapmak isteyenler diğerlerine; “Resûlullah Medîne dışına çıkmak fikrinde değildi, sizlerin sözüyle Resûlullah bunu kabul etti. Halbuki Resûlullah, emri cenâb-ı Allah’tan alır.” dediler. Diğerleri de, yaptıklarına pişman olarak Resûl-iekreme muhâlefet etmiş olmayalım diyerek bu fikirlerinden vazgeçtiler. Peygamber efendimiz evlerinden çıkınca; “Yâ Resûlallah! Sen nasıl istiyorsan öyle yap. Medîne’de kalmak istiyorsan kalalım. Biz senin emrine muhâlefet etmeyiz.” dediler. Resûl-i ekrem efendimiz bunun üzerine; “Bir peygamber giymiş olduğu zırhını harp etmeden çıkarmaz. Tâ ki cenâb-ı Allah onunla düşmanı arasındaki hükmünü ortaya çıkarır; size nasihatım şudur ki, emrettiğim şeyleri yapar, Allah’ın ismini anarak sabredip sebat gösterirseniz Allah size yardım edecektir.” buyurdu.
İslâm ordusu, 1000 kişi civarındaydı. 100’ü zırhlı olup, iki at vardı. Bunlardan birine Peygamber efendimiz diğerine de Ebû Bürde biniyordu. Üç tâne sancak tertip edildi. Peygamber efendimiz muhâcirînin sancağını Mus’ab bin Umeyr’e, ensârdan Hazreclilerin sancağını Hubab bin Münzir’e, Evslilerin sancağını da Useyyid bin Hudayr’a (radıyallahü anhüm) verdi. Peygamber efendimiz, Medîne’de yerine vekil olarak Abdullah bin Ümmü Mektum’u bıraktı. Peygamberimiz, önünde Sa’d bin Muaz ile Sa’d bin Ubâde, sağında muhacirîn, solunda ensar olduğu hâlde Medîne’den cumâ günü ayrıldı. Uhud Dağına doğru yürüdü. Yolda giderlerken Yahûdîlerden meydana gelen 600 kişilik askerî bir birlikle karşılaştılar. Bunlar münâfıkların başkanı Abdullah bin Ubey bin Selûl’ün müttefikleri olup, İslâm ordusuna katılmak istiyorlardı. Peygamber efendimiz bunların Müslüman olmadıklarını öğrenince orduya kabul etmedi. Münâfıkların başkanı bunu görünce, daha önce hep birlikte hareket edeceklerine, düşmana birlikte saldırıp savaşacaklarına dâir Resûl-i ekreme söz verdiği hâlde sözünde durmayarak 300 adamıyla birlikte İslâm ordusundan ayrıldı ve geri döndü. İslâm ordusu 700 kişi kaldı.
Peygamber efendimiz Uhud’a varmadan önce geceyi geçirmek için Medîne ile Uhud arasında Şeyhayn denilen yerde konakladı. Ordu içinde düşmanla çarpışmak ve şehit olmak arzusunda olan çocuk yaşta sahâbîler de bulunuyordu. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, orduyu teftiş edince yaşı küçük çocukları geri çevirdi. Râfi’ bin Mâlik ve Semûre bin Cündeb de bunlardandı. Râfi’ giymiş olduğu ayakkabının ucuna basarak Resûl-i ekreme uzun görünmek istiyordu. Sonradan Râfi’in iyi ok attığı söylenince Peygamber efendimiz Râfi’in gelmesine izin verdi. Semûre bunu duyunca babasına “Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Rafi’e müsâade etti. Halbuki güreşte ben onu yenerim.” Diyerek savaşa gitmek istediğini bildirdi. Durum Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilince ikisini de huzûruna çağırıp güreştirdi. Semûre, Râfi’i yenince Peygamberimiz onun da gelmesine izin verdi.
Peygamber efendimiz geceyi burada geçirdikten sonra cumartesi günü ordusuyla birlikte Uhud’a hareket etti. Peygamberimiz, Uhud’a varınca harp için en uygun yeri seçti. Ordunun düzen ve intizamını bizzat Peygamberimiz tanzim etti. Sağ ve sol kanadını düzene soktu. İslâm ordusunun arkasında Uhud Dağı vardı. Yüzleri Medîne’ye doğruydu. Sol tarafında da bir vâdi vardı. Bu vâdide Ayneyn Geçidi denilen dar bir geçit bulunuyordu. Müşriklerin buradan taarruz etme ihtimâli olduğundan Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Abdullah bin Cübeyr radıyallahü anh başkanlığında Ayneyn Geçidine elli okçu yerleştirdi. Abdullah bin Cübeyr hazretlerine; “Siz bizi arkamızdan koruyacaksınız. Düşman gerek gâlip gelsin, gerekse mağlup olsun benden emir almadıkça kesinlikle yerinizden ayrılmayacaksınız.” buyurarak kesin tâlimat verdi.
Peygamber efendimiz sayıca az, îmân ve cesârette büyük olan İslâm ordusunun saflarını bizzat kendisi tertip etti. Harp nizamına soktu. Zübeyr bin Avvam radıyallahü anh, zırhlı kuvvetlerin başına, hazret-i Hamza "radıyallahü anh" zırhsız birliklerin başına getirildi. Ordunun sol kanadına Ebû Seleme bin Abdül-Esed, sağ kanadına da Ukkaşe bin Muhsin kumanda edecekti. Sa’d bin Ebî Vakkas ve Ebû Ubeyde bin Cerrah da öncü birliklerin başına getirildi.
Kureyş ordusu, Uhud’a Müslümanlardan önce gelip yerleşmişlerdi. Kureyş ordusuna Ebû Süfyan kumanda edecekti. Ordunun sağ kanadına Hâlid bin Velid, sol kanadına daEbû Cehil’in oğlu İkrime kumanda edecekti. Saffan bin Ümeyye de süvâri birliklerine kumanda ediyordu.
İki ordu arasında güç dengesi çok farklıydı. Müşriklerden meydana gelen Kureyş ordusu, silâh ve teçhizat yönünden kuvvetli, asker bakımından da İslâm ordusunun dört mislinden fazlaydı.
Kureyş ordusu cephesinde gürültü ve şamatadan geçilmiyor, intikam hırslarıyla gözleri dönen kadınlar def, dümbelek çalarak, şarkılar söyleyerek askerleri savaşa teşvik ediyorlar, taptıkları putlardan yardım istiyorlardı.
İslâm ordusu cephesindeyse, duâlar ediliyor, tekbirler getiriliyor, memleketlerini müdâfaa etmek, İslâmiyeti korumak için Cenâb-ı Allah’tan yardım isteniyordu. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem de, İslâm ordusunu cihâda, Allah yolunda savaşmaya teşvik ederek, bu uğurda kazanacakları sevapları anlatıyordu. Gönülleri îmânla dolu, gözlerinden cesâret kıvılcımları sıçrayan şehit olma arzusunu taşıyan mücâhidlerse, bir an önce hücum emrini bekliyorlardı. Bu sırada Peygamberimiz üzerinde “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var; insan korkaklıkla kaderden kurtulamaz.” Yazısı bulunan kılıcını eline alarak; “Bu kılıcın hakkını ödemek şartıyla benden kim alır.” buyurdu. Ebû Dücâne radıyallahü anh; “Ben alırım yâ Resûlallah. Bunun hakkı nedir?” dedi. Resûl-i ekrem efendimiz; “Bunun hakkı eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmaktır.” buyurdu. Ebû Dücâne, Resûlullah’ın kılıcını eline alınca başına kırmızı bir sarık sararak düşmana korku veren heybetli bir yürüyüşle yürümeye başladı.
İki ordu hazırlıklarını bitirdikten sonra harp, mübâreze usûlüyle (tek tek askerlerin vuruşmasıyle) başladı. Kureyş’in sancaktarı Talha meydana çıkıp er diledi. Hazret-i Ali bunun karşısına çıkıp bir kılıç darbesiyle Talha’yı öldürdü. Talha’dan sonra sancağı kardeşi Osman aldı. Osman’ın karşısına da Hamza radıyallahü anh çıkıp omuzuna bir kılıç darbesi vurarak kolunu kesti. Daha sonra sancağı Sa’d bin Ebî Talha aldı. Bunun karşısına da yine Hazret-i Ali çıkıp onu da öldürdü. Ne kadar sancaktar ortaya çıktıysa, hepsi mücâhidlerce öldürüldü. Kureyşin sancağını tutmaya cesâret edecek kimse kalmadı. Sancaktarlarının tek tek öldürüldüğünü gören Kureyş ordusunun morali bozulmuş, intikam hırsıyla hepsi hücuma geçmişti. Artık harp kızışmış, iki ordu birbirine karışmış, amansız bir şekilde savaşıyorlardı.
Hazret-i Hamza, harp meydanında elinde iki kılıçla aslan kesilmişti. Kimse önünde duramıyor, önüne geleni biçiyordu. Ebû Dücâne radıyallahü anh ise elinde Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kılıcıyla düşmana aman vermiyor, önüne geleni öldürüyor, savaş meydanının bir ucundan girip bir ucundan çıkıyordu. Zübeyr bin Avvam, Sa’d bin Ebî Vakkas, hazret-i Ali gibi diğer sahâbîler de harp meydanında büyük kahramanlıklar gösteriyorlardı. Bu sırada Abdullah bin Amr bin Haram şehit oldu.
Savaşın başlarında düşman yirmi kadar ölü vermiş, düşman safları bozulmuş, kaçmaya başlamışlardı. Kureyş ordusu içinde bulunan kadınlar da feryadlar kopararak dağa kaçışmaya başladılar. Bu, savaşın birinci safhası oldu. Artık harp bitmiş gibiydi. Kureyşliler savaş meydanını terk edip yanlarında getirdikleri malları bırakıp, Mekke’ye doğru kaçmaya başlayınca, İslâm askerleri de çok sevinmişler, harp bitti diye ganîmetleri toplamaya başlamışlardı.
Ayneyn Geçidine yerleştirilen Müslüman okçu birliği bu durumu görerek, “Arkadaşlarımız ganimet toplamaya başladı. Biz de arkadaşlarımıza katılalım. Artık harp bitti. Görevimizi tamamladık.” Diyerek Peygamberimizin emrini unuttular. Ayneyn Geçidini terk ettiler. Ayneyn geçidinde Abdullah bin Cübeyr’le birlikte sâdece sekiz kişi kalmıştı.
O sırada henüz Müslüman olmadığı için müşrik ordusunda bulunan Hâlid bin Velid, 250 kişilik süvâri kuvvetiyle Ayneyn Geçidinin gerisinde durup fırsat kolluyordu. Geçitten birkaç defâ geçmek istemiş, fakat okçular tarafından geri püskürtülmüştü. Okçuların yerlerinden ayrıldığını gören Hâlid bin Velid hemen hücûma geçti. Abdullah bin Cübeyr’le sekiz arkadaşını şehit etti. Müslümanların beklemediği bir anda arkadan saldırdı. Herşey birdenbire değişti. İslâm askerleri bir anda ne olduğunu şaşırdılar.
Kaçan Kureyşli müşrikler de, Hâlid bin Velid’in arkadan hücum ettiğini görünce tekrar geri döndüler. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Düşman, önden ve arkadan hücuma geçerek mücâhidleri sıkıştırmaya başladı. Mücâhidlerin birbirleriyle irtibâtı kesildi; dağılmak mecburiyetinde kaldılar. Bu esnâda Peygamber efendimizin yanında Eshâb-ı kirâmdan on beş kadar sahâbî kalmıştı. Bu karışıklıkta ensârdan pekçok Müslüman şehit oldu.
Hazret-i Hamza düşmanla çarpışırken, bir ara Vahşî’nin bulunduğu yere gelmişti. Hazret-i Hamza’nın karşısına çıkmaya cesâret edemediğinden bir kayanın arkasında bekleyen Vahşî, bu fırsatı kaçırmadı.
Elindeki harbiyi (mızrağını) atarak, hazret-i Hamza’yı şehit etti. Yanına vararak öldüğünü anlayınca karnını yardı, ciğerlerini çıkardı. Doğruca Hind’in yanına giderek durumu bildirdi. İntikam ateşiyle yanan Hind, hazret-i Hamza’nın yanına giderek ciğerini ağzına alıp çiğnedi; kulağını, burnunu kesti ve kendine gerdanlık yaptı. Küfür ve şirk karanlığı vicdanları örtmüş, kalplerden merhamet duygularını silmişti. Hind, Mekke’nin Fethinde Müslüman olarak günahları affedilen seçkin sahâbî kadınlardan oldu. (Bkz. Hind binti Utbe)
Hazret-i Hamza’nın şehit olduğunun duyulması, Eshâb-ı kirâm arasında büyük üzüntüye sebep oldu. Bunlardan sonra hazret-i Hamza “Seyyidüş-Şühedâ” (Şehitlerin Efendisi) diye anıldı. Kureyş ordusunun tek gâyesi Peygamber efendimizi öldürmek ve İslâmiyeti yok etmekti. Bunun için bütün hücumlarını Peygamberimizin bulunduğu karargâha doğru yönelttiler. Şiddetle saldırıyorlardı. Eshâb-ı kirâm da Peygamber efendimizi bütün güçleriyle korumaya çalışıyorlardı. Gelen saldırıların önüne duruyor, Peygamberimize siper oluyorlardı.
Muhâcirînin sancaktarı Mus’ab bin Umeyr "radıyallahü anh" da Peygamberimize yapılan hücumlara karşı duruyordu. Mus’ab bin Umeyr’in üzerinde zırhı bulunduğundan Peygamber efendimize çok benziyordu. İbn-i Kamia denilen Kureyşli müşrik, iki cihan güneşi Resûl-i ekremi öldürmek kasdıyla; “Bana Muhammed’i gösterin, ya O, ya ben kurtulurum.” diyerek hücum ediyordu. Peygamberimize hücum ettiği bir sırada hazret-i Mus’ab birkaç sahabîyle karşısına çıktı. İbn-i Kamia, Mus’ab’ın sancak tutan eline bir kılıç vurarak sağ elini kopardı. Hazret-i Mus’ab sancağı düşürmemek için sol eline aldı.
Sol eline de bir kılıç darbesi gelince sancağı düşürmemek için iki pazusu arasına sıkıştırdı. Daha sonra şehit edildi (Bkz. Mus’ab bin Umeyr). Mus’ab şehit edilince Peygamber efendimiz sancağı hazret-i Ali’ye verdi. İbn-i Kamia, Mus’ab bin Umeyr’i şehit edince Peygamberimizi öldürdüğünü zannederek; “Muhammed öldürüldü. Muhammed öldürüldü!” diye bağırarak Ebû Süfyan’ın yanına koştu. Halbuki Peygamber efendimiz nur saçarak olduğu yerde duruyordu.
Peygamber efendimizin vefâtı haberi Eshâb-ı kirâm arasında yayılınca İslâm ordusu hücuma geçip, çarpışmaya başladı. Herkes üzüntüden ne yapacağını şaşırmıştı. Bu esnâda Enes bin Nadr bu şaşkınlık ânında ortaya çıkarak, “Ey Müslümanlar! Muhammed şehit edildiyse onun Rabbi (Allah) bâkîdir. Allah yolunda savaşarak şehit olmak daha iyi değil midir?” diyerek Eshâb-ı kirâma cesâret vermiş, Eshâb-ı kirâm da tekrar toplanmaya başlamıştı.
Bu esnâda Müslümanların yüreklerini ferahlandıran “Ey Müslümanlar müjde işte Resûlullah burada!” diye bir ses duyuldu. Ka’b bin Mâlik hazretlerinin bu müjdesini duyan Sahâbe-i kirâm, tekrar Peygamberimizin etrâfına toplanıp çevirdiler.
Müşrikler de bu sesi duyduğundan tekrar hücuma geçtiler. Gelen saldırıları hazret-i Ali, Ebû Dücâne, Talha bin Ubeydullah, Nesîbe Hâtun gibi birçok sahâbî karşılarına çıkarak durduruyorlardı. Talha bin Ubeydullah radıyallahü anh harp esnâsında Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem üzerine gelen bir oku görünce elini siper etti. Gelen ok eline saplandı ve eli çolak oldu. Peygamber efendimiz; “Yeryüzünde gezen Cenetlik bir kimseye bakmak isteyen varsa Talha bin Ubeydullah’a baksın.” buyurarak onu methetti. Sa’d binEbî Vakkas radıyallahü anh da, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmıyor düşmana ok atıyordu. Peygamber efendimiz; “At ya Sa’d, anam babam sana fedâ olsun.” buyurarak ona duâ ediyordu. Bu savaşta binden fazla ok attı. (Bkz. Sa’d bin Ebî Vakkas)
Kureyşliler gruplar hâlinde saldırıyorlar, Eshâb-ı kirâm da öne çıkarak onların saldırılarını durduruyorlardı. Yine Kureyşliler saldırdıkları bir sırada atılan bir taşla Peygamber efendimizin alt dudağı yarıldı, bir dişi kırıldı, giydiği miğferin iki halkası yüzüne batarak mübârek yanağı yaralandı.
Peygamber efendimiz, bu hâldeyken de; “Yâ Râbbi, kavmimi affet. Onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” diyerek duâ ediyordu. Peygamberimizi öldürmek kasdıyla saldırıp yaralayanlar daha sonra çeşitli musîbetlere uğrayarak helâk olup gittiler. Müşriklerin son saldırıları da durdurulunca Peygamber efendimiz, Uhud Dağına doğru hareket etiler.
Peygamber efendimizin vefât haberi Medîne’ye kadar yayılmıştı. Peygamber efendimizin kızı hazret-i Fâtıma bu acıklı haberi duyunca yanına birkaç Müslüman kadını alarak Uhud Dağına kadar gelmişti. Hazret-i Ali’nin yardımıyla mübârek babasını buldu. Yaralarını sardı. Yüzlerine batmış olan iki halkayı da, Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretleri dişleriyle çekip çıkardı. Bu uğurda kendi dişini kaybetti. Buradan Uhud Dağının bir tepesine çıkıldı. Eshâb-ı kirâm da etrâfında toplandılar, bir halka oluşturdular. Uhud’a çıkarken Peygamberimizi öldürmeye kasdetmiş olan Ubey bin Halef, Peygamber efendimize çok yaklaşmıştı. Sahâbe-i kirâm bunu öldürmek istediklerinde Peygamber efendimiz, “Hayır durun!” diyerek eline bir süngü alarak attı. Onu vurup atından düşürdü ve böylece bir İslâm düşmanı daha öldü.
Kureyş kadınları, Bedr’de ölen akrabâlarının intikamını almak için harp meydanının tenhalığından istifâde ederek Uhud’da şehit düşen Müslüman ölülerinin burunlarını, kulaklarını kestiler, karınlarını yardılar.
Müşriklerin kalplerine korku düşerek, bundan sonra hücum edemediler. Ebû Süfyan, Peygamber efendimiz ve Müslümanların toplandığı bir tepenin karşısına geçti. Ebû Süfyan, Resûl-i ekremin sağ olup olmadığı hakkında şüphesi vardı. Bu şüphesini gidermek için üç defâ; “İçinizde Muhammed var mı?” diye sordu. Peygamber efendimiz, “Ebû Süfyan’a cevap vermeyin.” diye tembih ettiğinden Eshâb-ı kirâm sustular. Ebû Süfyan cevap alamadı. Daha sonra; “Aranızda Ebû Bekir var mı?” diye üç kere sordu. Yine cevap alamadı. Sonra; “Aranızda Ömer var mı?” diye üç kere sordu. Yine cevap alamadı. Bundan sonra; “Demek ki bunların hepsi ölmüş, artık iş bitmiştir.” dedi. Hazret-i Ömer dayanamadı ve; “Ey Allah’ın düşmanı yalan söylüyorsun. Bu saydıklarının hepsi sağdır ve işte buradadır.” Ebû Süfyan bunu duyunca; “Harp nöbetledir. Bedir’de siz bizi yenmiştiniz. Bugün biz de sizden Bedr’in intikamını aldık.” diye gururlanmak istedi. Hazret-i Ömer de buna karşılık; “Evet ama yine eşit değiliz. Bizim ölülerimiz Cennet’te, sizin ölüleriniz ise Cehennem’dedir!” diye cevap verdi.
Kureyş ordusu ellerinde fırsat olduğu halde, cenâb-ı Allah kalplerine bir korku vererek savunmasız durumda olan Medîne’yi basmayı unuttular, harp meydanını terk
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"