O’na tâbi olmak, yâni O’na uymak, O’nun gittiği yolda yürümektir. O’nun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola İslâm Dîni denir. O’na uymak için, önce îmân etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip, haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mübâhlarda da O’na uymağa çalışmalıdır.
Resûlullah efendimize tâbi olmak, önce îmân etmek, sonra İslâmın emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
Îmân etmek, O’na tâbi olmaya başlamak ve saâdet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâO’nu, dünyâdaki bütün insanları ebedî saâdete dâvet için gönderdi ve meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî saâdeti müjdelemek ve bu saâdet yolunu göstermek için, beşeriyete gönderiyorum.” (Sebe’ sûresi: 28) buyurdu.
Meselâ, O’na uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, O’na uymaksızın, birçok geceyi ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü, kaylûle etmek, yâni öğleden önce biraz uyumak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ O’nun dîni emr ettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, O’nun dîninde bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. O’nun dîninin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzusu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Emir-ül-müminîn Ömer radıyallahü anh bir sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra, cemâate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı; “Geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır” deyince, Emir-ül-müminîn; “Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâatle kılsaydı, daha iyi olurdu” buyurdu. İslâmiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, İslâmiyete uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfaatten ibâret kalır. Halbuki, dünyânın hepsinin kıymeti ve ehemmiyeti nedir ki, bunun birkaçının itibârı olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesten daha çok çalışır ve yorulur. Ücretleri de herkesten aşağıdır. İslâmiyete tâbi olanlar ise, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgul olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançları pekçoktur. Bâzan bir saatlik çalışmaları, yüz binlerce senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyete uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, çok beğenir.
Böyle olduğunu kendi kitâbının çok yerinde bildirmiştir. Meselâ, Âl-i İmrân sûresi, otuz birinci âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.” buyuruyor.
İslâmiyete uymayan şeylerin hiçbirisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebep olur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîm’de, Nisâ sûresi, yetmiş ikinci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâat etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, O’nun Resûlüne aleyhisselâm itâat edilmedikçe, O’na itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede; “Elbette muhakkak böyledir.” buyurdu ve bâzı doğru düşünmeyenlerin, bu iki itâati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinde, yüz kırk dokuzuncu âyet-i kerîmede, bu iki itâati ayrı görenlerden şikâyet buyurarak meâlen; “Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyor. Yahûdîler diyor ki, biz Mûsâ’ya (aleyhisselâm) inanırız. Îsâ ile Muhammed’e (aleyhimesselâm) inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ’ya (aleyhisselâm) inanıp, ona hâşâ, Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâpları hazırladık.” diye bildirildi.
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi bir îmân ve îtikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîm’den murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allah’ın Peygamberinin veO’nun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, Ehl-i sünnet âlimleridir.
Ehl-i sünnetin reisi ve kurucusu, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir (rahmetullahi aleyh).
Evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî rahmetullahi aleyh diyor ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar Yahûdiliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi.”
Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak ahkâm-ı İslâmiyyeyi yâni İslâm dîninin emirlerini beğenip, seve seve yapmak ve O’nun emirlerini, İslâmiyetin kıymet verdiği üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hürmet etmektir ve O’nun dînini yaymağa uğraşmak demektir ve dînine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri zelîl, hakîr ve aşağı tutmaktır.
İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. O’na tâbi olmak için îmân etmek ve ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
Âhirette Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsustur. Dünyâda yapılan bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullah’ın yolunda bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harâb olmasına sebep olur. Yâni, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâctan başka bir şey olamaz.
Muhammed aleyhisselâma tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O’nun düşmanlarından uzak durmaktır. O’nu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhane, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz, İki zıt şeyin muhabbeti bir kalpte, bir arada yerleşemez.
Bu dünyâ nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, sâadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. YoksaO’na tâbi olmadıkça, her şey hiçtir. O’na uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez.
Resûlullah efendimize tâbi olmak yedi derecedir: BirincisiAhkâm-ı İslâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmaktır. Bütün Müslümanların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin tâbi olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemiştir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabul etmektedir.
İkincisi, emirleri yapmakla berâber, Resûlullah efendimizin bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemektir. Tasavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.
Üçüncüsü, Resûlullah efendimizde bulunan hâllere zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi olmaktır. Bu derece, tasavvufun “vilâyet-i hâssa” dediği makamda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâat eder ve bütün ibâdetler, hakîkî ve kusursuz olur.
Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayırlı işler hakîkî ve kusursuz olmaktır. Bu derece, ulemâ-i râsihîn denilen büyüklere mahsustur. Bu rasîh ilimli âlimler, Kur’ân-ı kerîm’in ve hadîs-i şerîflerin derin mânâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün peygamberlerin eshâbı böyle idi. Hepsinin nefsleri îmân etmiş, mutmainne olmuştur. Böyle tâbi olmak, ya tasavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veya bütün sünnetlere yapışarak bütün bid’atlerden kaçanlara nasip olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler gayb olmuştur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryâsından kurtulmak çok zordur. Bid’atler, âdet hâlini almıştır. Halbuki âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve sünnet olamaz.
Beşincisi, Resûlullah efendimize mahsus kemâlâta, yüksekliklere tâbi olmaktır. Bu kemâlât, ilim ve ibâdetle ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lütuf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük peygamberler ve bu ümmetin pek az büyükleridir.
Altıncısı, Resûlullah efendimizin mahbûbiyyet ve ma’şûkıyyet denilen kemâlâtına, olgunluklarına tâbi olmaktır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsustur ve lütuf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.
Yedinci derece, insan vücûdunun her zerresinin tâbi olmasıdır. Tâbi metbûa o kadar benzer ki, tâbi olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah efendimiz gibi, aynı kaynaktan, her şeyi alır.
O’na uymanın ufak bir zerresi bütün dünyâ nîmetlerinden ve âhiret saâdetlerinden kat kat üstündür.
İnsanlık meziyeti ve şerefi O’na tâbi olmaktır.
Resûlullah efendimize uymak için Müslümanların Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden birinde olmaları temel şarttır. (Bkz. Mezhep)
Sevgili Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları:
Îmân, Allah’a ve meleklere ve kitaplara ve peygamberlere ve kıyâmet gününe ve hayrın ve şerrin Allah’ın takdiriyle, dilemesiyle olduklarına inanmaktır.
Müslümanlık beş şey üzerine kurulmuştur. Birincisi; Allahü teâlâya ve Muhammed’in (aleyhisselâm) O’nun peygamberi olduğuna inanmak; ikincisi, her gün beş vakit namaz kılmak; üçüncüsü, senede bir kerre malının kırkta birini Müslüman olan fakirlere zekât vermek; dördüncüsü Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak; beşincisi, Mekke-i mükerremeye giderek ömründe bir kerre haccetmek.
Allah’ın kitâbında ve benim sünnetimde bulamadıklarınızı Eshâbımın sözlerinden alınız. Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın birbirinden ayrılıkları rahmettir.
Eshâbımı incitmekte Allahü teâlâdan korkunuz. Benden sonra, onları kötü bilmeyiniz. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten beni incitendir. Beni inciten de Allahü teâlâya eziyyet etmiş olur ki, buna azâb eder.
Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nâsâra da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. buyurdular. Eshâb-ı kirâm bu fırkanın kimler olduğunu sorunca da; “Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu.
Allahü teâlâ size namazı, orucu, zekâtı farz ettiği gibi, Ebû Bekr’i, Ömer’i, Osman’ı ve Ali’yi sevmeyi de farz eyledi.
Ali radıyallahü anh dedi ki; “Resûlullah bana buyurdu ki:
Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen olacaksın.
Önce inen kitaplar, bir harf, yâni kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirilmektedir: Zecr, emir, helâl, haram, muhkem, müteşabih ve misâller. Bunlardan helâli helâl biliniz! Haramı haram biliniz! Emir edilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve kıssa olanlardan ibret alınız. Muhkem olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir, deyiniz.
Sözlerin en iyisi Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed’in (aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.
Ümmetimin müctehidleri arasındaki ayrılık, rahmet-i ilâhîdir.
Bir müctehid âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîften bir hüküm çıkarırken, isâbet ederse buna on sevap verilir. Hatâ ederse, bir sevap verilir.
Âdem ve bütün peygamberler benimle öğündüğü gibi ben de ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nûmân olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır, onları yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır.
Kıyâmete yakın ilim azalır, cehâlet artar ve ilmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleriyle fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.
İlim Çin’de de olsa alınız.
Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan elbette dînini yıkar.
Namaz, müminin mîrâcıdır.
Mümin tüccara benzer. Tüccar sermâyesini kurtaramadıkça kâr edemez. Bunun gibi farzı kılmayıp kazâsı olan kimse, kazâsını kılmadan nâfile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse kazâsını ödemedikçe, Allahü teâlâ onun namazlarını kabul etmez.
Amelsiz söz kabul olmaz. Niyetsiz amel kabul olmaz. Sünnete uygun olmazsa hiçbiri kabul olmaz.
Birbirinize Müslümanlığı öğretiniz. Emr-i mârûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez.
Günâh işleyeni elinizle men ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse sözle mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbinizle beğenmeyiniz. Bu ise îmânın en aşağı derecesidir.
Fitne veya bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zamanda hakkı bilen, bilgisini Müslümanlara duyursun. Hakkı, yâni doğru yolu bildiği hâlde, Müslümanlara duyurmayanlara Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar lânet eylesin. Allahü teâlâ bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabul etmez.
Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayâtın kıymetini, hastalıktan önce sıhhatin kıymetini, dünyâda iken âhireti kazanmanın kıymetini, ihtiyârlamadan önce gençliğin kıymetini, fakirlikten evvel zenginliğin kıymetini.
Acele etmek şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır. Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günâh işleyince hemen tövbe etmek.
Müslümanın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellâh diyerek cevap vermek.
Müflis kimdir, biliyor musunuz? buyurdu. “Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir” dediler. “Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır, kiminin kanını akıtmıştır, kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sâhiplerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem’e atılır.” buyurdu.
Yâ Ebâ Hüreyre! Allah’tan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allah’a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyle cârî olmuştur ki, her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.
Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticârette çalışıp helâl para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mübah olan şeylerle kendisini eğlendirip haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez.
Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir.
Yarın ölecekmiş gibi âhirete ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ işlerine çalışınız.
Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. Âhirette ise Cennet’ten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.
İki gün aynı hâlde bulunan, yâni her gün ilerlemeyen, bir şey öğrenmeyen, aldandı ziyan etti.”
Hurma ağaçlarını nasıl aşılamalarının uygun olacağını soran Eshâb-ı kirâma; “Tecrübe edin: Bir kısım ağaçları, babalarınızın usûlü ile, başka ağaçları da Yemen’de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın. Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın.” buyurmuştur.
Yabancı dil öğrenin, düşman şerrinden böyle kurtulursunuz.
Beş şeyi yapan kadın Cehennem’den kurtulur: Beş vakit namazını kılar, Ramazan ayında oruç tutar, zevcini, anasını, babasını üzmez. Yüzünü ve saçlarını yabancı erkeklere göstermez. Dünyâ sıkıntılarına sabreder.
Müslümanların en iyisi, en faydalısı, zevcesine karşı iyi ve faydalı olandır.
Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennem’den korumalısınız. Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz. Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız.
Sonra yaparım diyenler helâk oldu.
Günâhına tövbe eden hiç günâh yapmamış gibidir.
Şüphe edilen altını, ateşle muâyene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dertle, belâ ile imtihan eder. Bâzısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Bâzısı da bozuk olarak çıkar.
Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdir etmiştir.
Eshâbım hasta olmaz. İslâm dîni hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder, acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan doymadan önce kalkar.
Allahü teâlâ haram şeylerde size şifâ yaratmamıştır.
Vatan sevgisi îmândandır.
Cennet anaların ayağı altındadır.
Baba hakkı için diyerek yemin etmeyiniz. Yemin, Allah ismi ile olur.
Kolaylaştırınız, zorluk çıkarmayınız.
Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan duâ, o belâ gelirken korur.
Aklın alâmeti nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup Allah’tan af ve merhamet beklemektir.
Ben, lânet etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim.
İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyâya yaymak için gönderildim.
Allah’ı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim.
Beni ziyâret için gelip, başka bir iş yapmayarak yalnız ziyâret edene kıyâmette şefâat etmek bende hakkı olur. Bana selâm verene ben de selâm veririm.
Şefâatime inanmayan O’na kavuşamaz.
İnsanın dîni arkadaşının dîni gibidir.
Din bilgisi iki kısımdır: Biri kalpte olan faydalı bilgilerdir. İkincisi dil ile anlatılan zahir bilgilerdir.
Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir.
İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi, kötü olursa, bütün organlar kötü olur. Bu kalptir.
Şirkten sakınınız. Şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir.
Zikrin en kıymetlisi (Lâ ilâhe illallah) demektir.
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy hayrâtı ve hasenâtı yok eder.
İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir.
Mü’min vekâr sâhibi olur, yumuşak olur.
Kişi sevdiği ile berâberdir.
Bir kimse Allahü teâlâya kavuşmayı severse, Allahü teâlâ da ona kavuşmayı sever.
Evliyâ ol kimsedir ki, onlar görülünce Allah hatırlanır.
Fitne uykudadır. Bunu uyandırana Allah lânet eylesin!
Üç kimse imânın tadını bulur: Allah’ı ve Resûlünü her şeyden daha çok sever. Yalnız Allah’ın sevdiği kimseleri sever. Îmâna kavuştuktan sonra kâfir olmaktan korkması, ateşte yanmak korkusundan daha çok olur.
Ey eshâbım! Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden onda dokuzunu yapıp, birini yapmazsanız, helâk olursunuz. Cehennem’e gidersiniz. Bir zaman gelecek ki, o zamanın müminleri emirlerin birini yapabilip, dokuzunu bıraksalar, Cehennem’den kurtulurlar. O zamanda îmânı olanlara müjdeler olsun.
İslâmiyet garip, kimsesiz olarak başladı. Son zamanlarda başladığı gibi garip olarak geri döner. Garip olan Müslümanlara müjdeler olsun.
Müslümanlık, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahlûklarına acımaktır.
Müslüman olmayan bâzı meşhurların Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz ve İslâm dîni hakkındaki sözleri şöyledir:
Napoléon: Târihe dünyânın en büyük askerî dehâlarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransız İmparatoru Napoléon şöyle diyor:
“Allah’ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine, Îsâ Romalılara, fakat Muhammed (aleyhisselâm) bütün eski dünyâya bildirdi. Arabistan tamâmiyle putperest olmuştu. Îsâ’dan altı asır sonra Muhammed (aleyhisselâm) kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhim, İsmâil, Mûsâ ve Îsâ’nın (aleyhimüsselâm) Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan Aryenler, hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Rûhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı akîdeleri yaymaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzurunu tamâmen bozuyorlardı. Muhammed onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, O’nun ne babası ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
Prof. Carlyle: Dünyânın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle diyor ki:
“Hazret-i Muhammed gelmeden evvel Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Muhammed aleyhisselâm gelince bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den Granada’ya kadar her taraf birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât sanki bir şimşekti. O’nun etrâfındaki bütün insanlar, O’ndan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”
Mahatma Gandhi: Hindistan’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hintli lider, İslâm dînini ve Kur’ân-ı kerîmi inceledikten sonra şunları söylemiştir:
“İslâm dîni yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dîni saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslâmiyeti benim gibi seveceklerdir. Ben, İslâm dîninin Peygamberinin ve O’nun yakınında bulunanların nasıl hayat sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanâate vardım ki, İslâmiyetin süratle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sâdeliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevâzuu (alçak gönüllülüğü), sözünü dâimâ tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz bağlılığı yüzünden İslâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir.”
Lamartine: Dünyâca tanınmış büyük Fransız edibi ve devlet adamı. Türkiye Târihi adlı eserinde Muhammed aleyhisselâm için şöyle diyor:
“Hazret-i Muhammed bir yalancı peygamber miydi? O’nun eserlerini ve târihini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuveti yoktur; nasıl ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir mânevî ilhâmın gücü de onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devâm eden bir “fikir” yâni İslâmiyet yalan olamaz. Bunun çok samîmî ve çok inandırıcı olması gerekir. O’nun hayâtı, uğraşmaları, memleketinin hurâfelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları hâlde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşehrileri arasında türlü hâdiseler çıkartmak ve kendini âdetâ kurbân yerine koymak gibi hâllere tahammül etmesi, Medîne’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan îtimâdı, en büyük felâket zamânında bile duyduğu insan üstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, sözlerini kabul ettirme hırsı, sonsuz ibâdeti, Allah’la mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devâm eden şan ve şerefi, zaferleri O’nun hiçbir zaman bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir îmâna sâhip bulunduğunu gösterir.
Filozof, hatip, peygamber, kânun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni îmân esasları koyan ve yirmi büyük dünyâ imparatorluğu ile bir büyük İslâm devleti kuran kişi: İşte Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) budur!
İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla ölçülsün; acaba O’ndan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”
Bu arada son yıllarda Avrupa ve Amerikalı çeşitli araştırmacılar tarafından yapılan, târih boyunca en büyük insan kimdir, en mükemmel insan kimdir, gibi araştırmaların da, gerek insan zihni vâsıtasıyla ve gerekse kompüterlerle yapılsın dâimâ “Hazret-i Muhammed’dir” hükmü ile neticelendiğini unutmamak gerekir.
Canım, kurban olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Gel şefâat eyle kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Mümin olanların çoktur cefâsı,
Âhirette olur zevku safâsı.
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Yedi kat gökleri seyrân eyleyen,
Kürsînin üstünde cevlân eyleyen,
Mîrâcda, ümmetin Hak’tan dileyen,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
YÛNUS n’eyler iki cihânı sensiz,
Sen hâk peygambersin şeksiz şüphesiz!
Sana uymıyanlar, gider îmânsız,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed!
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"