Türkistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Kaşgarlı olup, doğum târihi belli değildir. Nizâmeddîn-i Hâmûş’tan feyz aldı. Molla Câmî’nin üstâdıydı. 1456 senesinde Afganistan’daki Herat şehrinde vefât etti.
Sâdeddîn-i Kaşgârî, ilk önce babasının verdiği din terbiyesiyle büyütüldü ve etrâfına örnek olacak şekilde yetiştirildi. Babası, ticâret için gittiği uzak memleketlere onu da berâberinde götürür, çeşitli ülkeleri görüp, geniş bilgiler elde etmesini isterdi. Babası her fedâkârlığa katlanarak onu okutmaya başladı. Sâdeddîn, üstün zekâsıyla kısa zamanda, tefsir, hadis, fıkıh gibi naklî ilimleri ve zamânın fen bilgilerini öğrendi. Bu ilimlerde derin âlim oldu ve kitaplar yazdı. Bu arada nefsini terbiye etmek için uğraşıyor ve bir mürşide (yol göstericiye) talebe olmak ihtiyâcını hissediyordu. Alâeddîn-i Attâr’ın (rahmetullahi aleyh) talebelerinden Nizâmeddîn-i Hâmûş’un karanlık gönülleri aydınlattığını duydu. Vakit geçirmeden huzûruna gitti. Kendisini talebeliğe kabul etmesi için yalvardı. Talebeliğe kabul olununca çok sevindi ve şükür secdesine kapandı. Hocasının her emrini yapar, hizmetiyle şereflenmeye can atardı. Kısa zamanda Nizâmeddîn-i Hâmûş’un en önde gelen talebesi oldu. Hocasının sohbetiyle olgunlaşıp yetişti ve halîfesi olmakla şereflendi.
Sâdeddîn-i Kaşgârî hazretleri, Herat’ta, Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (Molla Câmî) isimli talebesini yetiştirerek, o zamânın meşhûr âlim ve velîler grubuna dâhil eyledi. Vefâtından sonra yerine halîfe, vekil olarak bıraktı. 1456 senesi Cemâzilâhir ayında, Çarşamba günü öğle vaktinde Herat’ta vefât etti.
Sâdeddîn-i Kaşgârî talebelerine nasîhat edip buyurdu ki:
“Ey dostlarım! Biliniz ki, Allahü teâlâ azâmet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamasanız da böylece îtikâd edip inanmalısınız. Tenhâda ve açıkta edebi gözetmek başlıca vazifenizdir. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahi, ayağınızı uzatmayınız. Her an Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi zâhir ve bâtının edebi ile süsleyiniz. Zâhirî edep; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istigfâr eylemek, az konuşmak, her işi ihlâsla yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardır. Bâtınî edep ise; bid’at sâhibi, fâsık gibi kimselerle düşüp kalkmak, dünyâya bağlanmak gibi Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten, yâni mâsivâdan uzaklaşmaktır.
Bir insanda bir kalp vardır. Oraya sâdeceAllahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır. İnsan, her nefeste bir hazîneyi kaybeder. Ancak cenâb-ı Hakk’ı hatırladığı zamanlar bu hazîne kaybolmuş sayılmaz. Bu şuûr insanda hâkim olunca, Allahü teâlâdan utanma duygusu da berâber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, cenâb-ı Hakk’a yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, ilâhî feyz nûru girer. Bu nûr, doğudan batıya kadar her zerreye hayât verir. Fakat penceresiz evler nasipsiz kalır:
İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeylerle uğraşmaktan hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmalıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması lâzımdır. Çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmek Allahü teâlânın âdeti değildir.”
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt 17 s.167-168
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"