İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Hasen bin Ali, mahlası Sezâî olup, bu mahlası Niyâzî-i Mısrî’nin (rahmetullahi aleyh) işâreti ile almıştır. Tasavvufta Gülşenî yoluna mensûb idi. 1080 (m. 1669) senesinde Gördes veya Gördos isimli beldede doğdu. Bu belde Anadolu’da bulunan Gördes olmayıp, Yunanistan’da bulunan ve şimdiki ismi Korent olan şehrin Osmanlı idâresinde olduğu zamanlardaki ismidir. Hasen Sezâî Efendi, aslen Moralıdır. 1151 (m. 1738) senesinde Edirne’de vefat edip, kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi. Tasavvufta, Gülşeniyye yoluna bağlı Sezâiyye kolunun müessisi ya’nî kurucusudur.
Hasen Sezâî Efendi, onsekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te kaldı. 1098 (m. 1687) senesinde Venediklilerin o beldeyi istilâ etmeleri sebebiyle gemi ile Gördes’ten İstanbul’a geldi. Yolculuk esnasında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden biri ile tanışıp sohbetinde bulundu. Hasen Sezâî, genç ve yakışıklı olmakla, zâhirî güzelliğe sahip olduğu gibi, edebi ve ahlâkının fevkalâde olması ve çok iyi terbiye edilmiş olmasıyla da bâtınî güzelliğe, kalb ve rûh temizliğine sahip idi. Anlayış ve istidâdının pekçok olması, onun ilerde pek yüksek ilmî mertebelere yükseleceğini gösteriyordu.
İstanbul’dan Edirne’ye geçen Hasen Sezâî Efendi, bir taraftan orada bulunan âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmekte iken, diğer taraftan kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, mânevî terbiye verecek bir rehber de arıyordu. Gemi yolculuğu esnasında tanıştığı zâtın tesîri ve gördüğü bir rüyâdaki işâret ile, Âşık Mûsâ dergâhında bulunan Şeyh Muhammed Sırrî Efendi’ye talebe olup bir müddet hizmetinde bulundu. Muhammed Sırrî’nin vefatından sonra onun vekîli olup, yerine geçen Muhammed La’lî Fenâî Efendi’ye bağlandı. Muhammed La’lî Efendi aslen Kastamonulu olup, Edirne’de Şeyh Şücâ’ zaviyesinde talebe yetiştirmekle meşgul idi. Hasen Sezâî’ye dergâhın vakıflarının icârlarını toplamak vazîfesi verildi. Bunun için Sezâî’ye; Câbî Dede Efendi de denilmiştir. Hasen Sezâî ondan me’zûn olup, Gülşenî Veli Dede dergâhının şeyhi oldu. Burada vazîfeye başlıyalı altı ay olmuştu ki, hocası Muhammed La’lî’nin halîfesi olan Muhammed Hamdî Efendi vefat etti. Bunun üzerine Sezâî onun yerine geçti.
Zâhirî (din ve fen) ve bâtınî ilimlerde çok yüksek olan Hasen Sezâî Efendi, evliyâlık yolunda da çok üstün dereceler sâhibi bir zât idi. Evliyânın büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî ile görüşüp duasını aldı.
Târihî kayıtlara göre Edirne’de elliüç sene kaldı. 1151 (m. 1738) senesi Ramazân-ı şerîf ayının onsekizinde, Pazartesi gecesi sabaha yakın orada vefat etti. Dergâhın bitişiğinde defnedildi. Daha sonra kabri üzerine kârgir kubbeli bir türbe yapıldı.
Hasen Sezâî Efendi, vefat ettiği gece şu mısraları okumuştur:
“Râh-ı aşkta (aşk yolunda) cânını kurbân eden,
Şüphesiz ol vâsıl-ı Yezdân olur.
Gülşenî’den bir kadeh nûş eyleyen,
Ey Sezâî! Nâil-i cânân olur.”
Türbesinin bulunduğu yer, vakti ile bir sebzeci dükkânı idi. Hasen Sezâî Efendi, kerâmet olarak oranın dergâha katılacağını ve kendisinin de oraya defnolunacağını işâret edip, haber vermiştir. Bu husûsta söylediği manzûme şöyledir:
Dost bağının gülü oldu küşâde,
Bülbülüz, o güle figâne geldik.
Yârin elinden içmişiz bâde,
Anınçün bunda mestâne geldik.
Dost illerini ederken seyrân,
Bunda uğrayıp olmuşuz mihmân.
Cismimiz bunda, canımız onda,
Gevherimizin aslı ol kanda.
Sezâî, şimdi biz bu dükkânda,
Biraz eylenip seyrâne geldik.
Gerçekten de durum onun bildirdiği gibi oldu. O dükkânın yeri satın alınarak dergâha ilâve edildi ve Sezâî Efendi vefat edince, o yere defnolundu.
Dergâhın mescidinde, mihrâbın sağ tarafında bulunan halvethânesi, ya’nî yalnız kalıp ibâdet ettiği husûsî odası ziyâretgâhdır.
Rivâyet edilir ki: Hasen Sezâî Efendi birgün talebeleriyle sohbet ederken, kalb gözüyle hocası La’lî Efendi’nin vefat ettiğini anlayıp, şiddetli üzüntüye kapıldı ve kendinden geçerek yere düştü. Bu esnada bir dişi kırıldı ve bu dişi bir tahtaya saplandı. Günümüzde de bu dişi, mihrabın sağ tarafında bulunmakta ve ziyâret edenler tarafından görülmektedir.
Bir zaman Hasen Sezâî (rahmetullahi aleyh), İstanbul’a gelmiş idi. Daha önce Edirne’de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul’a gelince birçok kimse onu görmek arzusu ile bulunduğu yere akın etti. Fakat o, tevâzu’sunun çokluğundan dolayı, gayet sakin bir hâlde bulunuyordu. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bazılarının kalbine, Hasen Sezâî’yi tahmin ettikleri gibi bulamama düşüncesi geldi. O gece bu kimselerin herbiri, rüyâlarında, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizi ziyâret için Medînei münevvere’ye gittiklerini, fakat kapıda Hasen Sezâî’nin bulunduğunu ve huzûr-ı saâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini gördüler. Ertesi gün rüyâlarını birbirlerine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyâyı gördükleri anlaşıldı. Böylece Hasen Sezâî hazretlerinin, Resûlullah (sallallahuü aleyhi ve sellem) efendimizin vârisi olan büyük âlimlerden olduğunu yakînen anlamış oldular.
Hasen Sezâî bir ara Mısır’a gitti. Kâhire’de, Gülşenî dergâhında vazîfe yapan İbrâhim Çelebi tarafından, Gülşenî tarîkatinde ikinci pîr olarak kabul edilip, ayrıca onun için şöyle bir icâzetname yazıldı:
“Bizi, nükebâ ve nücebâ olan büyük zâtların hizmetinde muvaffak kılan, büyük zâtlara halîfe olanların, halîfe olduklarına dâir icâzet vermeye bizi vâris kılan Allahü teâlâya hamdolsun.
Bu icâzetnameyi, kulların en aşağısı İbrâhim bin Ali bin Ahmed Hasen bin Ahmed bin Şeyh İbrâhim Gülşenî yazdı.
Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey hakkı taleb eden mü’minler! Bilmiş olunuz ki, bâtılı terk ettikten sonra, bir kâmil insana (rehbere) hizmet ederek yetişip, hakta bâtıldan ayırt etmiş ve üstâdından icâzet almış bir rehber, elbette, mutlaka lâzımdır. Ancak böyle yüksek bir zât, sizi Hakkın yoluna götürebilir ve sizi yanlış yoldan alıkoyabilir. Çünkü, hiç kimse rehber olmadan önündeki yolu katedemez. Bu sebeple sizlerden biri tasavvuf yoluna girip, hakîkî bir rehbere tâbi olduktan sonra, o zâta teslimiyet ve bağlılığına göre kendisine yol açılır ve bu yolda ilerlemeye başlar. Kalbi nûrlanır.
Böyle hakîkî bir rehber, talebelerinin birçok hâllerine vâkıf olup, ameline göre talebeyi azgınlığından kurtarır. Onun doğru yola girmesine vesîle olur. Talebelerinin müşkil mes’elelerini çabucak hâllediverir. Onları alçalmaktan kurtararak yükseltir. Talebesinin müşkili, kendisinin halledemeyeceği derecede ise, o zât talebesinin bu hâlini, kendisinden icâzet aldığı zâta havale eder.
Oğlumuz Hasen Çelebi (Hasen Sezâî) halîfeliğe lâyık ve o mahalle münâsib olduğu için, Türkçe dilinde icâzetname yazdım. Herkim ona gönül verip bağlansa, bizim muhabbetimize kavuşur. Ona tâbi olup, elinde tövbe eden zikirle meşgul ola. Muhabbet ile gönlünü bizden ayrı bilmeye. Zîrâ gönüle uzak (olan muhabbeti sebebiyle) yakındır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Gönül kimi severse onunla haşrolunur.”
Kıyâmet gününde size şu lâzımdır ki, gönlünüze Allahü teâlâdan başka birşey koymayasınız. Kendinize mürşid-i kâmil (rehber) edindiğiniz hakîkî İslâm âlimini sırf Allah için çok sevesiniz. Bir kimseye gönül verirseniz bu muhabbetiniz Allahü teâlânın rızâsı için olsun. Nefse âit bir gayeyi bu sevgiye katmamalıdır. Böyle yapan hakîkat yolunda şeytandan daha kötü bir yol ortaya koymuş olur. Nefsî bir gaye ile amel yapmak, puta tapmaktan daha şiddetlidir. İbâdet yaparken nefsin arzuları işe karışırsa o amelde ihlâs yok olur. Şirk çok gizlidir. Gayret ediniz ki, yaptığınız amellerde, nefs işe karışmasın. Amellerinde ihlâs sâhibi olanlara gıbta edesiniz. İslâmiyet doğru yoldur. Hakkın yoludur. Azgınlara uyup eğri yola gitmeyesiniz. Bu nasîhatleri kulağınıza küpe gibi takasınız. Hakkın sözünü kabul edesiniz. Bâtıl söze kulak vermeyesiniz. İnkarcıların eğri sözlerine aldanarak doğru yoldan çıkmayasınız. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) söylediklerinden başkasını söyleyenlere kulak vermeyesiniz. Böyle bozuk sözler söyleyenler su üzerinde yürüyüp, havada uçsalar da bu hâllerine aldanmayasınız ve bu hâllerini kerâmet zannetmeyesiniz. Onlardan meydana gelen böyle fevkalâde hâlleri istidrâc bilesiniz. Dînimizin zâhirî hükümlerine uymakta gevşek davrandığı, bazı emirleri terkettiği, alış-veriş bilgilerine uymadığı hâlde tarîkatten ve hakîkatten dem vuranlara aldanmıyasınız. Böyle kimselerin hâllerini hakîkat zannetmiyesiniz. Onların tasavvuf hâllerini iyi bilmediklerini iyi bilesiniz. İbâdetleri tam yapmaya çok rağbet edesiniz. İbâdetleri sûret şekil olarak değil, hakîkî manâ olarak yapmaya gayret ediniz.
Muhdese (sonradan yaratılanlara), kadîm (öncesi olmayan) diyerek, azıp, azdırıcı olmaktan ve böyle sapık fikirlere uyanlardan sakınmazsanız, Allahü teâlâ katında yüzünüz kara olur. Böyle fikirlere ve bunların sahiplerine uymaktan pekçok sakınınız. Onların tatlı diye sunduklarını, zehirden daha kötü biliniz. Ehl-i sünnet ve cemâat yolu hakîkat yolu olup, Resûlullah efendimizin (sallallah aleyhi ve sellem) yoludur. Bu yoldan kıl kadar da olsa ayrılmayasınız. Allahü teâlânın emrini tutup yasaklarından sakınasınız. Bâtıldan yana sapmayınız. Bu nasîhatlerimi kulağınıza küpe gibi takınız.”
Hasen Sezâî Efendi, ilim ve evliyâlığı yanında çok kuvvetli şiir söyleme kabiliyetine de sahip idi. Hattâ o kadar ki, ona; “Osmanlıların Hâfız-ı Şirâzîsi” ünvanı verilmiştir. Şiirlerinin ekseriyeti aşk ve muhabbet ile söylenmiş olup, şu beyt Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimiz için söylediği şiirlerindendir:
“Hazret-i Hakkın habîbi, sevgilisi bir dânesi,
Olduğu için, oldu âlem hüsnünün dîvânesi.”
Eserleri:
1- Dîvân: Ekserîsi tasavvufî mâhiyette olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertip edilmiştir.
2- Mektûbât: Talebelerinden, devlet adamlarından, mevki ve ilim sahiplerinden ve başkalarından mühim şahsiyetlere yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelmiştir.
3- Niyâzî-i Mısrî’nin;
“Halk içre bir âyîneyim. Herkes bakar bir an görür.”
mısra’ı ile başlayan altı beytlik bir gazelinin şerhi.
Hasen Sezâî Efendi, gâyet kibar, asâlet ve heybet sâhibi, iyi ahlâklı, çok zekî ve yakışıklı bir zât idi. Talebe yetiştirdiği sırada talebelerinin sayısının beşyüzbini bulduğu ve bunların yiyip içmelerinin bizzat kendisi tarafından karşılandığı bilinmektedir. İlme çok hizmet etti. Vefatından sonra yerine oğlu Muhammed Sâdık Efendi geçti. Bundan sonra gelen torunları da, asırlar boyunca ilme hizmet etmişler, Edirne’de ilim ve feyz kaynağı olmuşlardır. Hasen Sezâî’nin menkıbe ve kerâmetleri pek çoktur.
Rivâyet edilir ki: Hasen Sezâî Efendi zamanında, Edirne’de, kötü yola düşmüş bir kadın vardı. Bir zaman bu kadın hâlisâne olarak tövbe edip, eski hâlinden vazgeçti. Sâlih ameller işlemeye başladı. Fakat, uygunsuz kimseler tarafından tedirgin ediliyor, rahat bırakılmıyordu. Bu kadın Hasen Sezâî’ye gelerek yardım istedi. O da, o kadına dergâhta kadınlara mahsûs olan kısımda kalabileceğini bildirince, münâsib bir oda tahsis edilip, kadın orada kalmaya, ibâdet ve tâatla meşgul olmaya başladı.
Bu arada boş durmayan fitneciler, Hasen Sezaî hakkında çirkin iftirâlar yaymaya başladılar. Daha da ileri giderek, bir gece dergâhın kapısına geyik boynuzu astılar. O ise bu hâllere sabrediyor kimseye birşey demiyordu. Geyik boynuzunu dergâhın içine aldırdı. Edirne vilâyeti günlerce bu dedikodularla çalkalandı. Hasen Sezâî Efendi yine sabrediyor, hiç ses çıkarmıyordu.
Bu şayianın yayılmasından az bir zaman geçmişti ki Edirne’de müthiş bir uyuz hastalığı peydah oldu. Hasen Sezâî hakkında her kim iftirâ ve dedikodu etmiş ise ve her kim bu dedikoduları dinleyip kabul etmiş ise, bu uyuz hastalığına yakalandı. Hastalık, bu sözlere adı karışmış olanlara yayılıyor, diğer insanlara birşey olmuyordu. Hastalığa yakalananların bütün vücûtları yara bere içinde kalmış idi. Hiçbiri derdine çâre bulamadı.
Affı ve merhameti pekçok olan Hasen Sezâî (rahmetullahi aleyh), onların bu hastalık sebebiyle şiddetli acı ve sıkıntı çekmelerine dayanamadı. Mübârek kalbi tahammül edemeyip, bir gece kılık kıyâfetini değiştirerek çarşıya çıktı. Kahvelerden birine girdi. Hiç kimse onu tanıyâmadı. Uyuz olanlara yaklaşarak; “Sizin derdinizin ilâcı Hasen Sezâî’dedir” deyip oradan ayrıldı. Ertesi gün dergâhın önü ana-baba gününe döndü. Hastalığa tutulan herkes çâre bulmak ümidiyle dergâha koşuyordu. Hasen Sezâî Efendi, gelenlerden herbirine, onların dergâhın kapısına astıkları geyik boynuzundan kazıyıp, toz hâlinde veriyordu. O tozu yarasına süren herkes Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Bu arada herkes hatâsını anlayıp, yaptıkları iftirâ ve dedikodulara pişman oldular, tövbe ettiler. Böyle bir dertten kurtulmuş olmanın verdiği sevinçle, bir sergi açıp üzerine para attılar. Toplanan paralarla dergâhın kapısına bir çeşme yapıldı.
Rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; “Gidiniz. Bu altınlardan bir kesesini Güzelcebaba’daki dergâhın şeyhi Enis Dede’ye, diğerini de Bostarıpazarı’ndaki Hasen Sezâî’ye veriniz” dedi. Vazifeliler Enis Dede’ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; “Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz birşeyimiz kalmadığı zaman sahip olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok şeye sahip olduğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu ihtiyâcı olan birine veriniz ki ben de memnun olayım” dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazîfeliler Hasen Sezâî’nin dergâhına doğru yola çıktılar.
Bu sırada da Sezaî Efendi’nin dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bazı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. Hasen Sezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; “Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir” dedi. Hasen Sezâî’nin yanında para olmadığını bilen yakınları, bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasen Sezâî onları görünce; “Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim” dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular. Vâlinin adamları gelerek, gönderilen altınlar karşısında her iki zâtın nasıl hareket ettiklerini anlattılar. Vâlinin maksadı da zâten bunu öğrenmek idi. Enis Dede ile görüştüğünde; “Siz altınları kabul etmediniz. Ama Hasen Sezâî Efendi aldı” dedi. Enis Dede tebessüm ederek; “O öyle bir deryâdır ki, ufacık kirli bir taş parçasının o deryâya düşmesiyle o deryâ kirlenmez. Deryânın büyüklüğü içinde erir kaybolur. Paraları, mutlaka bir ihtiyâç sebebiyle kabul etmiştir. Yine mutlaka kendisi için değil, başkalarına fâideli olmak için kabul etmiştir ve bunu kabul etmesi de ihlâsına zarar vermez” dedi.
Daha sonra Hasen Sezâî ile görüşen vâli; “Altınları Enis Dede almadı ama siz aldınız” dedi. O da buna cevap olarak; “Efendim! O zât öyle yükseklerde uçan bir zümrüd-ü ankâ kuşudur ki, leşe konmağa dünyalık şeylere el sürmeğe tenezzül etmez” dedi. Vâli her iki zâtın tevâzuları ve birbirlerine olan edebleri karşısında hayrette kaldı. Onlara olan muhabbeti daha çok arttı.
Edirne’de devlet erkânından bazıları güle çok meraklı idiler. Birgün o gül yüzlü Hasen Sezâî Efendi’yi ziyârete gittiler. “Efendim, sizin güllerinizi görmeye geldik” dediler. O da; “Maddî güllerimizi mi yoksa, mânevî güllerimizi mi?” deyince, onlar, “Her ikisini de” dediler. Birlikte bahçeye geçtiler. Hasen Sezâî oraya bir nazar edince misâfirler kendilerini manâ âleminde, fevkalâde güzel güller, sarmaşıklar arasında gördüler. Güllerin kokusundan mest oldular. Bundan sonra hepsi Hasen Sezâî’nin talebelerinden oldular.
Birgün içkiye mübtelâ olan bazı gençler, torbalarına içki şişeleri koyarak, kıra içki içmeye gidiyorlardı. Giderken, Hasen Sezâî’nin dergâhının önünden geçmeleri icabetti. Sezâî Efendi onları görerek; “Evlâtlar, nereye gidiyorsunuz. Torbaların içindeki şişelerde ne var?” diye sordu. O gençler, muziplik olsun diye ve hâllerini gizlemek için gülerek; “Efendi baba! Kıra gezmeye gidiyoruz. Şişelerimizde de şerbet var” dediler. Hasen Sezâî tebessüm edip; “Peki öyle olsun” buyurdu. Gençler ayrılıp gittiler. Kıra vardıklarında sofralarını kurdular. Şişelerindeki içkiyi içmeye başladıklarında hepsi birden çok şaşırdı. Çünkü şişelerin içindeki içkilerin hepsi şerbet olmuştu. Hepsi birden yolda Sezâî Efendi ile karşılaştıklarını ve konuşmalarını hatırladılar. Bu hâlin, o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anlayıp, hepsi tövbe etti ve ondan sonra bir daha içki içmediler.
Hasen Sezâî’nin (rahmetullahi aleyh) hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefatından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefatından yüz sene kadar sonra, kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de ma’lûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasen Sezâî’nin cesedi de göründü. Vefatından sonra aradan yüz küsur sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu taptaze olarak duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrâfı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tamir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.
Sefînet-ül-evliyâ kitabının müellifi Hüseyn Vassâf Halvetî şöyle anlatır: “1324 (m. 1906) senesinde Sezâî hazretlerinin türbesini ziyâret için Edirne’ye gitmiştim. Ziyâret esnasında duyduğum, hissettiğim mânevî haz pek yüksektir. Başucundaki taşın üzerine kutubluk alâmeti olmak üzere siyah bir sarık sarılmıştır. Bu ziyâretim mânevî bir hava içerisinde geçti. Ayaklarını bastığı tahta bile teberrüken muhafaza olunmuştur.
Edirne’ye daha sonraları birkaç defâ gittim. Son ziyâretim 1341 (m. 1922) senesinde oldu. Sezâî Efendi’nin güzel kokulu türbesini ziyâretle şereflendim. O sıralarda türbeye bakmakla vazîfeli olanlar her nasılsa dünyâya düşkün kimseler olduğundan, onların alâkasızlığı ve lâkayd hâlleri sebebiyle türbe bakımsız hâlde idi. İçeriyi örümcek ve tozlar kaplamış vaziyette idi. Cildleri bozulmuş, sahifeleri eskimiş Kur’ân-ı kerîmler de ortalıkta duruyordu. Bu duruma çok üzüldüm. Hattâ bir kimse içeriye kadar girmiş, sandukanın üzerinde örtülü bulunan değerli kumaşın yarısını keserek, götürüp satmış idi. Bunu öğrenince üzüntüm daha da arttı. Çok mahzûn oldum. Böyle yüksek bir zâtın türbesinin bu derece bakımsızlık içinde bulunması ne kadar acı idi. Mahallî vakıfların bozulması ve dergâha bakanların geçim derdine düşmeleri, türbeye hizmeti aksatmış idi. Hemen türbeyi temizlemek için teşebbüse geçtim. Allahü teâlânın izni ve yardımı ile türbeyi lâyık olduğu hâle getirdik.”
Hasen Sezâî Efendi çok yüksek bir zât idi. Devamlı olarak Allahü teâlâyı zikrederdi. Ya’nî O’nu hiç unutmaz, hep hatırında tutardı. Etvâr-ı seb’ayı (nefsin yedi hâlini) nazm olarak tarif ve sırlarını îzâh etmek üzere uzunca bir kasîdesi vardır. Buna, Şümû’u lâmi’ denir. Dâmâdı Ahmed Müslim Efendi de bu kasideyi gayet ârifane olarak, çok güzel şerhedip açıklamış ve bu şerhine, “Şerh-ı kasîdet-iş-Şümû’u lâmi’ bi beyânî etvâr-ı seb’a” ismini vermiştir. Bu eser 1210 (m. 1795) senesinde basılmıştır. Etvâr-ı seb’a, nefsin yedi hâli olup şunlardır:
1- Nefs-i emmâre, 2- Nefs-i levvâme, 3- Nefs-i mülhime, 4- Nefs-i mutmainne, 5- Nefs-i râdıyye, 6- Nefs-i merdıyye, 7- Nefs-i sâfiyye.
Sezai Efendi’nin kaç evlâdı olduğu kat’î olarak bilinmemekte olup, büyük oğlu Sâdık Efendi tanınmaktadır. Bundan başka bir oğlu ve iki kerîmesi (kızı) bilinmektedir. Kerîmelerinden birini Ahmed Müslim Efendi, diğerini de Hâfız Mustafa Efendi ile evlendirmiştir. Oğlu Sâdık Efendi ve her iki dâmâdı da tasavvuf yolunda yüksek derece sâhibi olup her üçü de Sezâî Efendi’nin halîfelerinden idiler.
Hasen Sezâî Efendi’nin Mektûbât’ından seçmeler:
Oğluna yazdığı bir mektuptan bazı kısımlar:
“Gözümün nûru evlâdım. Her hâlde seni cenâb-ı Hakka emânet ettim. Kalb gözüm açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin ki, bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyurulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmette bulun. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder.
Dâimâ affedici ol. Vasiyyetlerimi tutarsan hem dünyâda rahat ve muhterem, hem de âhırette mükerrem olursun ve rızâmı kazanmış olursun. Dâimâ i’tikâdı düzgün, sâlih kimselerle birlikte bulun. Dünyâ fânidir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bakî kalacak şey Allahü teâlâ için olan muhabbettir.”
Yine oğluna yazdığı başka bir mektuptan bazı kısımlar:
“Gözbebeğim evlâdım. Seni, her hâlde, Allahü teâlâya ve O’nun sevdiklerine emanet ettim. Hak teâlâ encâmını (âkıbetini, sonunu) hayreylesin (Amîn). Vaktini ganimet bil. Nefisini tanımaya çalış. Bedeninde feyz ve ihsân olunan kuvvetler emânettir. Fırsat elde iken, vaktini kemâl sâhibi olmak için harcayasın. Dâimâ nefsine muhalefet et. Mahlûklardan gelen eziyet ve sıkıntıyı nefsini terbiye eden ilâçlar say ve sabreyle. Tahammül et. Böyle yaparsan rûhun kuvvet bulur.
Dünyâ hayâtı üç-beş gündür. Aldanıp da fırsatı kaçırmayasın. Tembel kimselere uymayasın. Dinsizler ile görüşmeyesin. Ehl-i sünnet olanlar ile yâr ve kardeş ol.”
Babadağlı Muhtârî-zâde Derviş Ahmed’e yazdığı mektuptan bir kısım:
“Canım oğlum. Allahü teâlâ yardımcın olsun. Varlık âleminde her sûrette selâmette olasın. Dervişlik çok kıymetli bir hâldir. O güzel sıfat herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ bunu sevgili kullarından bazılarına ihsân eder. Nefse her ne güç gelirse, iyi bil ki insana ondan hayırlısı olmaz. Mektubun geldi. İnşâallah kalb genişliğine nail olursun. Seni her husûsta cenâb-ı Bârî’ye emânet ettim. Devamlı bizi hatırlayınız.
Ben unutmam seni ey gözümün nûru,
Sen de an zaman zaman bu mehcûru (ayrı düşmüşü).”
Derviş Yûsuf Efendi’ye yazdığı bir mektuptan bazı kısımlar:
“Esselâmü aleyküm. Oğlum Derviş Yûsuf! Ne hâldesin, seni çok özledim. İnşâallah yakında görüşürüz. Orada bulunan sevdiklerimize hayır dualarımı bildiriniz. Cümleniz hak yolunda gidiniz. Günlerinizi gafletle geçirmeyiniz. Ömür sermâyenizi beyhude yere sarf etmeyiniz. Birbirinize sevgi ve kardeşlikle muâmele ediniz. Bu yüksek yolda gayrılık yoktur. Muhabbet üzerine kurulmuştur. İnsanlık îcâbı meydana gelen ve kusur gibi görünen beşeri sıfatlara değil, hakîkî manâya bakınız. Size, orada bulunanlara ve çocuklarınıza, bu duacınız ve burada bulunanlar çok selâm ederler.”
Yine aynı zâta yazdığı başka bir mektuptan bazı kısımlar:
“Esselâmü aleyküm. Oğlum Derviş Yûsuf! Hak teâlâ yardımcın olsun. Büyükler dünyâ ve âhırette elinden tutsunlar. İnşâallah, Hak teâlâ sana zâhirî ve bâtınî yükselmeler nasîb eylesin. Sûretini ma’mûr, hâl ve gidişatını pür-nûr eylesin. Her hareketinde, dînimizin emirlerine, tasavvuf yolunun edeb ve inceliklerine riâyet edesin. Allahü teâlâdan, Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Resûl aleyhisselâmın vârisleri olan büyük âlimlerden başkasına gönül vermiyesin. Böyle yaparsan her işin gönül hoşluğuyla olur. Biz senden hoşnuduz. Allahü teâlâ da râzı ve hoşnûd olsun.
Allahü teâlânın mahlûkuna ibret nazarıyla bakasın. Hiç kimseye kem gözle bakmayasın. Baktıklarına merhametle bakasın. Böylece Allahü teâlânın rahmetine nail olman ümid olunur. Hak teâlâ hepinize, mânevî olarak ilerlemek ve yüksek derece sâhibi olmak nasîb eylesin.
Size olan sevgi ve hasretimiz pekçoktur. Yanımızda olmanızı ne kadar istiyoruz. Gerçi yanımızda hizmet edecek adamımız çoktur. Lâkin sizin hizmetinizden hoşnûd ve emîn olduğumuz için sizleri hatırladıkça gönlümüz parçalanıyor. Bununla beraber orada da büyüklerin hizmetinde bulunuyorsunuz. Berhudar olasın. Ya’nî güzel hâl üzere olasın ve büyükler, hizmetinizden memnun ve mesrûr olalar.”
Yine Derviş Yûsuf’a yazdığı bir mektuptan bazı kısımlar:
“Dâimâ bâtınını nûrlandırmak ve tamir etmekle ve zâhirini (dış görünüşünü) de dînimizin emirlerine tam uymakla süsle! Her an edebe riâyet et. Başkalarının yalan yanlış işlerine, hâllerine tâbi olma! Bilakis sen öyle güzel hâl üzere bulun ki, başkaları senin bu hâline imrenerek sana tâbi olsunlar, sana benzemeye çalışsınlar.
Herkese merhamet et! Sana iyilik edenlere olduğu gibi kötülük edenlere de iyilik etmek için gayret et! Herkese hâline göre muâmele et. İyilik yapmaya ve hayır eserleri bırakmaya çok gayret göster ki, kıyâmete kadar ismin hayırla yâd edilsin.
Devamlı olarak Allahü teâlâyı zikrediniz ve her işinizde O’nu hatırlayınız ki, bulunduğunuz yer, Allahü teâlâyı zikretmenin nûru ile nûrlansın.”
Yine aynı zâta yazdığı bir mektuptan bazı kısımlar:
“Allahü teâlâ büyüklerin dergâhında yüzünü ak eyleyip, büyüklerin yoluna kavuştursun. Sizi dünyâda evliyâlık nûru ile azîz ve âhırette dîdârını göstermekle ikrâmda bulunduklarından eylesin!
Geçmiş büyüklerimizin yolu üzere bulununuz. Onlar gibi hareket ediniz. Devamlı olarak Allahü teâlâyı hatırlayınız. O’nu hiç unutmayınız. Bir an O’ndan gâfil olmayınız. Dünyalık için hiç kimseye yaltaklık yapmayınız. Yalnız Allahü teâlâ için tevâzu ediniz. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir.”
“Devamlı olarak kendi hâlinle meşgul olasın.”
Yine aynı zâta yazdığı başka bir mektuptan bazı kısımlar:
“Oğlum Derviş Yûsuf! Hak teâlâ seni üstâdın hazret-i Gülşenî’nin sırrına mazhar eylesin. Allahü teâlânın dostları olan evliyâya hizmette bütün kuvvetinle gayretli olasın ve onların her işlerini kendi işlerinden önce tutasın. Hevâsına tâbi olanlara uymayasın. Dâimâ başkalarını hakka davet edesin. Kalbini bir an Allahü teâlâdan ayırmayasın. Her ne ki seni, cenâb-ı Hak ile meşgul olmaktan alıkoyarsa o şeyi put bilip, ondan o şekilde kaçınasın.
Talebe arkadaşlarınız ile birlik ve beraberlik içinde bulunasınız ve birbirinize karşı dâimâ dostluk ve muhabbet gösteresiniz. Allahü teâlânın sünneti, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) sünneti ve evliyâ zâtların sünneti vardır. Allahü teâlânın sünneti; mahlûkâtın ayıp ve kusurlarını setretmek, gizlemektir. Peygamberlerin sünneti müdârâdır. Müdârâ, kendisine veya başkalarına zarar gelmek korkusundan dolayı iyiliği emretmek ve haramı men etmek mümkün olmazsa, böyle hâllerde fitneye sebep olmamak için, fitneye mâni olmak için susmak, idâre ederek güzel muâmelede bulunmak ve yüze gülmek demektir. Evliyânın sünneti ise, insanların eziyet ve sıkıntılarına tahammül etmektir. Bu sünnetler ile amel etmeye gayret edesin.”
Başka bir mektuptan bir kısım: “Bir güçlükle karşılaştığın zaman Allahü teâlâya tevekkül et ve O’na güven. O müşkil işini büyüklere havale eyle. Böyle yaparsan her işinde galip ve muvaffak olursun.
Mektûbunu eksik etmeyesin. Hâllerini sık sık bildiresin. Her işinde Allahü teâlânın yardımı üzerine olsun. Orada bulunanlara da selâm ederiz.”
Talebelerinden Seyyid Osman’a yazdığı mektuptan bir kısım:
“Oğlum Seyyid Osman! Hazret-i Allah her husûsta yardımcın olsun, ilim ve tasavvuf erbâbına hizmet etmeyi ibâdet bilesin. Onların en aşağısına bile hizmet etmekten ar etmiyesin (utanmayasın). “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” buyurulmuştur. Kibirlenmek, kendini var kabul etmek, ya’nî kendini birşey zannetmek çok tehlikelidir. İnsana ne zarar gelirse hep böyle düşüncelerden gelir.”
Yine Seyyid Osman’a yazdığı mektuptan bir kısım:
“Her husûsta seni cenâb-ı Hakka emânet eyledim. Zâhirî (görünen) işler ile meşgul olmak seni hak yolunda ilerlemekten mahrûm etmesin. Bundan evvel geçen zamanı muhafaza et. Geçmiş olan zamandan elde ne var. Hiçbirşey değil mi? Geleceği de ona göre düşün. Onun da gelip geçeceğini hatırla. Vaktini ganimet bil. Netice-i kârı bulmaya gayret eyle. Netice-i kâr nedir dersen, nefsi tanımakdır. Nefsini tanıyan onun kötülüklerine hilelerine aldanmaz. Hepinize samimî sevgi ve selâmlarımızı bildiririz.”
Yine aynı zâta yazmış olduğu bir mektuptan bazı kısımlar:
“İnsanın söz, fiil ve fikir olarak ya’nî her haliyle hidâyete tâbi olması, nefsi her neyi emrederse ona muhalefet etmesi lâzımdır. Fikir, uygunsuz düşüncelerden uzak olmalıdır ki, bu uygunsuz düşünceler kalbi meşgul etmesin ve o şekilde hareket etmeye sebep olmasın. Sonra nice uygunsuz düşünceler meydana gelir ve kalbi kaplar da güzel ahlâkı yok eder. Nihâyet, o bozuk düşünceler insanı aşağı derecelere düşürür ve sonunda hidâyet menzilinden ayırır. Nitekim, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olunca, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olunca bütün organlar bozuk olur. Bu kalbdir”buyurmuştur. Ya’nî bu, yürek denilen et parçasındaki gönüldür. Buna göre, kalbin bozuk düşüncelerden korunması en başta gelmektedir.”
Dâmâdı Mustafa Efendi’ye yazdığı mektuptan bir kısım:
“İnsan, neş’e sâhibidir ve fikrine ya’nî gönlündeki düşüncelerine bağlıdır. Fikri nasıl ise neş’esi de o şekilde olur. Bu vücûdun aslı sahrada yapılmış bir eve benzer ki, o ev ile güneş arasında perde yoktur. Fakat, düşünün ki bu evin bütün pencereleri kapatılmış. Bu hâlde güneşin ziyâsı o evin iç kısmına tesîr eder mi? Etmez. Ama bu evin dört tarafında bulunan pencerelerin hepsi açık olsa, perde bulunmasa, güneşin ziyâsı evin içine girer. Güneşin ziyâsı girmemiş olsa bile ziyâsının aksi eve girer ve ev aydınlık olur. Evde olan görülür, İşte feyz ve hidâyete kavuşmuş olan kimse pencereli eve benzer. Kalbine hidâyet nûru akseder ve kalbine geleni gideni görür ve bilir.”
Halîfesi Hacı Muhammed Dede’ye yazdığı mektuptan bazı kısımlar:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Oğlum! insanı Allahü teâlâya yaklaştıran evliyâlık hâlleri, Allahü teâlânın ihsânlarından bir ihsândır. Cenâb-ı Allah bu ni’meti dilediğine ihsân eder. Bir kulunu evliyâlığın yüksekliklerine kavuşturmayı murâd ettiğinde, göklerde bulunan meleklere; “Filân kulumu seviyorum, siz de sevin” diye nidâ eder. Bu nidâya muhâtab olan göklerdeki melekler, yeryüzünde bulunan meleklere nidâ ederek bu hâli bildirirler. Yerdeki melekler de, insanların kalblerine, o bahtiyar ve şerefli zâtın muhabbetini yerleştirirler. Sevilmek kişinin kendi işi değildir. Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Ya’nî Allahü teâlâ bir kimsenin muhabbetini kulların kalblerine yerleştirmedikçe, o kimse ne kadar isterse ve gayret etse de sevilmez.
Bütün amellerini Allahü teâlânın rızâsı için edesin. Ya’nî yaptığın bütün işler O’nun râzı olduğu işler olsun ve yalnız O’nun rızâsı için yapılmış olsun. Bir amel yaparken, sırf Allah rızâsı için değil de bir arzuya kavuşmak niyeti araya girerse, kalbine ilâhî feyzlerin gelmesine mâni olan perdeler hâsıl olur. Bu ise dünyâ ve âhıret saâdetinin elden gitmesine, sonsuz felâketlere düşmeye sebep olan şeylerin başta gelenlerindendir. Sen seni sevenler için nasıl hayır dileyici, hayır isteyici isen, seni sevmiyenlere dahî aynı şekilde ol.”
Mehmed Dede isminde bir zâta yazdığı mektuptan bir kısım:
“Gözümün nûru evlâdım. Hazret-i Allah basîret nûrunuzu ziyâde eylesin. Hakkı hakkıyla görmek nasîb etsin. Cennet’ine, sonsuz ni’metlere dâhil eylesin! Hak yoluna girenlerin en başta yapması îcâb eden şey, nefsin arzularını terk etmektir ve kendisinden ilim ve edeb öğrendiği, hakîkî âlim olan rehberinin, üstâdının rızâsını kazanmaktır. Üstâdının, sakınılmasını emrettikleri şeylerden mutlaka sakınmalıdır. Evliyâya karşı çok muhabbet etmelidir. Tohum ekilen bir yerde, mahsûl elde edilmesinin mutlak olduğu gibi, büyüklere muhabbet etmenin meyvesi de vallahi zuhûr eder. Bunda hiç şüphe bulunmasın.”
Talebelerinden birine yazdığı mektuptan bir kısım:
“Hak teâlâ bâtın (kalb) gözünü açıp, kalbini ma’mûr ve mesrûr eyleye. Amîn.
Cenâb-ı Hak insân-ı kâmili kendi zâtına ayna eylemiştir. O aynanın cilâsı, parlaklığı muhabbetle olur. Nûr-u Hûda’nın gelmesi, kulun gönlündeki düşüncelerine, ihlâs ve muhabbetine göredir. Nûrun gelmesine mâni olan perde var ise bu kuldandır. Haktan değildir. Bunun misâli şuna benzer ki, güneş ışığı bütün evleri kaplamıştır. Lâkin pencerelerini kapalı tutanların, perdeliyenlerin evlerinin içleri aydınlık olur mu? Elbette olmaz. Güneşin bunda ne kusuru vardır. Allahü teâlâ gönül genişliği, ferahlığı versin. Mektûbunu eksik etme. Biz de yazıyoruz. Lâkin gönül bununla teselli bulmuyor. Dâimâ kavuşmak, görüşmek istiyor. İnşâallah o da nasîb olur.”
Talebelerinden birine yazdığı bir mektuptan:
“İnsan vücûdunun Hak teâlânın aynası olduğunda şüphe yoktur. Lâkin aynayı çok tozlandırıp da hakîkati görmemek de büyük bir mahrûmiyettir. İhlâs ile ibâdet ederek, o aynayı parlak tutmak lâzımdır. Bunun için çok gayret etmelidir. Hiçbir zaman nefs ile mücâdeleyi terk etmemelidir. İlerlemeye çalışmalıdır. Tarlaya tohum ekilmese mahsûl meydana gelir mi? Elbette gelmez. O hâlde ilerliyebilmek için gayret lâzımdır. Allahü teâlânın bizim amelimize hiç ihtiyâcı yoktur. Bizim amelimiz ancak yine bize âittir. Hak teâlâ hepimizi İslâmiyet yolunda dâim eylesin. Âkıbetimizi hayreylesin. Görünüşte insan olan, fakat hâl ve gidişatı insanlığa yakışmayan kimselerden uzak eylesin. Her an biraz daha ilerlemek, yükselmek nasîb eylesin. Selâm ve dua ederim.”
Başka bir talebesine yazdığı bir mektuptan:
“Allahü teâlâ mânevî ni’metlerden hisse almanı nasîb eylesin. Sakın ha, dünyâ itibârına aldanıp mânevî yükselmeden geri kalmayasın. Sûrete, görünüşe itibâr etmeyesin. Zira görünüşteki itibâr, olsa olsa su üzerinde meydana gelen dalgaya benzer. Su üzerindeki dalganın devamlı olması mümkün müdür ve ona bağlanıp kalmak akıl kârı mıdır? Hak teâlâ manâ âlemimizi ihyâ eylesin. Bize hidâyet versin. Çeşitli yanlışlara düşerek, ma’neviyâtımızın harâb olmasından Allahü teâlâya sığınırız.”
Hasen Sezâî Efendi’nin şiirlerinden seçmeler:
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) için yazdığı şiirlerinden:
Vücûdum mülkümün sultânı sensin.
Muhakkak cânımın cânânı sensin.
Sezaî vârını mahvetti şimdi.
Hemin mevcûd olan ihsânı sensin.
***
Muhammed Ma’den-i sıdk ve safâdır (aleyhisselâm),
Muhammed menba’ı cûd ve atâdır (aleyhisselâm).
***
Derûnumu âteş-i aşkınla yandır yâ Resûlallah!
Dil teşnemi (susuzluğumu) mey-i vaslınla kandır yâ Resûlallah!
Ayrılık ateşin bağrımı yakıp aşkın revân etti,
İki gözüm çeşmesi dolu kandır yâ Resûlallah!
Sezâî derd-i menddir (dert sâhibidir) bâb-ı lütfuna iltica eyler,
Bilirim ki, dergâhın dâr-ül-emândır yâ Resûlallah!
Hazret-i Hakkın habîbi, sevgilisi, bir dânesi
Olduğu için oldu âlem hüsnünün dîvânesi.
Zât-ı pâkindir sebep bu âlemin icâdına,
Olmasa teşrîfin olmazdı cihân kâşânesi.
Kenz-i aşkın mahzeni olmuş Sezâî galiba,
Hiç imâret istemez bu gönlüm dîvânesi.
Gel dikensiz gül istersen gülşen irfânındadır,
Bûy-ı cânânı taleb kıl gülistan cânındadır.
Kaynaklar
1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-3, sh. 128
2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 2562
3) Sicilli Osmanî; cild-3, sh. 15
4) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 84
5) Tercüme-i hâl-i hazret-i Sezâî. (Mektûbât-ı hazret-i Sezâî) (Matbaa-i âmire İstanbul-1289)
6) Menâkıb-i Şeyh Sezâî-i Gülşenî (Üniversite Kütüphânesi T.Y. No: 424)
7) Tezkire-i Sâlim; sh. 350
8) Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1064, 1159
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"