Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Emevî Devletinin kurucusudur. Hicretten 19 yıl evvel (M. 604) Mekke’de doğdu. Babası, Ebû Süfyân bin Harb bin Ümeyye, annesi Hind’dir. Peygamberimizin kayın birâderi olup, Mekke fethedildiği gün babası ile berâber müslüman oldu. Sonra Medîne’ye yerleşerek, Peygamberimizin; “Yâ Rabbî! Onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl”, “Yâ Rabbî! Muâviye’ye yazı ve kitâb öğret! Onu azâbından koru!”, “Yâ Rabbî! Onu memleketlere hâkim kıl!” duâlarıyla şereflendi. Vahy kâtibliğine alınması, Cebrâil "aleyhisselâmın" bildirmesiyle olmuştur. Cebrâil’in getirdiği Kur’ân-ı kerîm’i ve Peygamberimizin mektuplarını yazardı. Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan hazret-i Muâviye "radıyallahü anh"; “Rabbenâ lekelhamd” derdi. Resûlullah efendimiz bu hareketi beğenip tasvip ettiği için, bunu söylemek, bütün Müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hazret-i Muâviye, Huneyn Gazâsında Resûlullah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gazvesine katıldı. Vedâ Haccında bulundu.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer zamanlarında Sûriye taraflarındaki muhârebelere katıldı. Hazret-i Ömer, onu Şam vâlisi yaptı. Hazret-i Osman, halîfeliği sırasında bütün Sûriye’yi onun emrine verdi. Hazret-i Ömer zamânında dört yıl, hazret-i Osman devrinde on iki yıl, hazret-i Ali’nin hilâfeti esnâsında beş yıl, İmâm-ı Hasan zamânında altı ay Şam vâliliği yaptı.
Hazret-i Muâviye, Milâdî 661 yılında Kûfe’de halîfe seçildi. Hazret-i Hasan hilâfeti bıraktıktan sonra, bütün İslâm memleketlerinde meşrû halîfe oldu. On dokuz buçuk sene hilâfet ve saltanat sürdü. İslâmiyetin yayılmasında kıymetli ve pekçok hizmetlerde bulunmuştur. Milâdî 662 senesinde Sicistan’ı, 663’de Sûdan’ı, bir sene sonra Afganistan’ı, Kâbil şehrini ve Hindistan’ın kuzey kısmını, 665’te Tunus’u (Afrikiyye’yi) aldı. 668 senesinde gemilerle gittiğiKıbrıs’ı ve iki sene sonra da İran’daki büyük Kuhistan eyâletini fethetti. Yine aynı sene Bizans İmparatoru Dördüncü Konstantin zamânında, oğlu Yezid’i büyük bir ordu ile İstanbul’un fethi için gönderdi ve şehir kuşatıldı. Konstantin, her sene büyük miktarda vergi vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı. 673 senesinde Ubeydullah bin Ziyâd’ı Horasan’daki orduya kumandan yapıp, Ceyhun Nehrini develerle geçerek Buhârâ’yı aldı. Hazret-i Ömer tarafından fethedilen Kudüs Hıristiyanlara geçince, hazret-i Muâviye şehri tekrar ele geçirdi. Yemen, Mısır, Kayrevan, Irak, Âzerbaycan, Anadolu, Horasan ve Mâverâünnehr’e hâkim olup, büyük bir saltanata kavuştu ve çok sevildi. Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye’ye; “Ey Muâviye! Memleketlere hâkim olduğun zaman, iyilik et!” buyurmuştur. Resûlullah’ın sohbeti ve hayır duâlarının bereketiyle, İslâmiyetin tesir sahasını çok genişletti. 680 senesinin Receb ayında Şam’da vefât etti. Kabri Şam’dadır. Bugün kabrinin taşları bile olmayıp bakıma muhtaçtır.
Hazret-i Muâviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetliydi. Güzel konuşur, adâletli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimliydi. Arabistan’da meşhur olmuş dört dâhî Sahâbîden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmıştı. Hattâ hazret-i Ömer, hazret-i Muâviye’ye her bakışta; “Bu, ne güzel bir Arap sultânıdır.” derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyerdi. Resûlullah’ın sohbetinin bereketiyle şerîatten hiç ayrılmazdı. Hazret-i Ali "radıyallahü anh" onun hakkında; “Muâviye’nin hâkimliğini kötülemeyiniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz.” buyurmuştur.
Ali bin Ahmed hazretleri, Fedâil-üs-Sahâbe adlı risâlesinde, Muâviye bin Ebû Süfyân’ın üstünlüklerini şöyle anlatıyor: “İbn-i Abbâs "radıyallahü anh" şöyle anlatır: “Peygamber efendimizin mescidinde bir grup Sahâbeyle oturmuş, birbirimizin, Resûlullah zamânındaki üstünlüklerini konuşuyorduk. Bu arada içeriye Muâviye "radıyallahü anh" girerek bize selâm verdi. Selâmını aldık. Yanımıza oturdu ve; “Ey Eshâb-ı Resûlullah! Görüyorum ki, Allahü teâlâ sizi hayır için bir araya getirmiş bulunuyor” dedi. Biz de ona; “Sen de bizimlesin” dedik. Bize; “Niçin toplandınız?” diye sorunca, biz de; “Resûlullah zamânındaki fazîletlerimizi konuşuyoruz.” diye cevap verdik. “Senin de tesbit ettiğin fazîletin var mı?” diye ona sorduğumuzda; “Evet! Ben sizin hiçbirinizde bulunmayan altı hasletle fazîletli kılındım.” dedi. “Bu üstünlüklerini bize anlat. Belki içimizden bunları bilen vardır.” dedik. Muâviye bin Ebû Süfyân "radıyallahü anh" bunun üzerine anlatmaya başladı: Ben altı hasletle sizden fazîletli oldum.
Birincisi; Bir gün Resûlullah’ın hanımı olan kız kardeşim Ümmü Habîbe’nin evindeydim. Saçımı taramış, gözlerime sürme çekmiş bir hâldeyken uyku bastırdı ve kızkardeşimin dizine başımı koyup uyudum. Bu arada Peygamber efendimiz içeri girince, kardeşim başımı dizlerinin üzerinden kaldırıp, yastığa koymak istediğinde, Resûl-i ekrem; “Dizlerinin üzerinde kalsın, yâ Ümmü Habîbe!” dedikten sonra; “Ey Ümmü Habîbe! Onu çok mu seviyorsun?” buyurmuş. Kızkardeşim de; “Evet yâ Resûlallah! Nasıl sevmiyeyim? O kardeşimdir.” dediğinde, Resûlullah; “Ey Ümmü Habîbe, onu sev! Çünkü onu Allah seviyor, melekleri ve Resûlü seviyor.” buyurmuştur.” dedi. Anlattıklarını dinledikten sonra, biz de ona, doğru söyledin dedik.
İkincisi; bir gün Resûlullah efendimizle birlikte bir sefere çıkmıştık. Resûl-i ekrem bir hayvana binmiş, ben de arkalarından yürüyordum. Çok şiddetli bir sıcak vardı. Resûlullah bana doğru baktı. Sıcağın şiddetinden iki gözüm ve yanaklarım kızarmıştı. Yanaklarımdan ter dökülüyordu. Resûl-i ekrem bana; “Yâ Muâviye, yanıma yaklaş!” buyurdu. Yanına yaklaşınca beni hayvanın terkisine aldı. Sonra; “Neren bana temas ediyor?” diye sordu. Ben de; “Karnım, yâ Resûlallah!” dedim. O zaman; “Allahü teâlâ karnını ilim ve yumuşak huyla doldursun.” buyurdu.” deyince, biz de ona; “Doğru söyledin.” dedik.
Üçüncüsü; Resûlullah’a bir tabak ayva hediye edilmişti. Herkese bir tâne verdi. En sonunda bir ayva kalmıştı. Sâdece Resûl-i ekrem ve ben almamıştık. Kalan bu ayva, Resûlullah efendimizin elinden düştü. Yerden alıp kendisine vermek istediğimde; “Onu al yâ Muâviye! Yarın kıyâmet gününde, o ayva elinde olarak bana kavuşursun.” buyurdu.” deyince, biz de; “Doğru söyledin.” dedik.
Dördüncüsü ise; Resûl-i ekrem, Sahâbe-i kirâm ile birlikte Tebük Gazvesinden dönerken, Hudeybiye mevkiine geldik. Şiddetli bir sıcak vardı ve çok susamıştık. Neredeyse susuzluktan helâk olacaktık. Resûl-i ekremin yanına giderek; “Yâ Resûlallah! Mûsâ aleyhisselâmın kavmine istediği gibi, sen de Rabbinden su talep etmez misin!” dedim. Bana; “Yâ Muâviye! Bak şurada bir kaya görüyorsun.” buyurduklarında, güneş ışınlarıyla parlayan beyaz bir kaya gördüm. Peygamber efendimiz elime, ortadan yarılmış bir çubuk verdi ve; “Ey Muâviye! O kayanın yanına git ve ona bu çubukla vur. Mûsâ bin İmrân, senin Peygamberinden daha cömert değildir.” buyurdu. Gösterdikleri yere gidip taşa vurunca, baldan tatlı, buz gibi bir su fışkırdı. Hemen içmeye teşebbüs ettim. Bu sırada Sevgili Peygamberimizi ve Eshâbını hatırladım ve geri çekildim. Arkama bakınca, onları arkamda bekler gördüm. Resûl-i ekrem bana; “Ey Muâviye, iç! Allahü teâlâ bu suyu senin için yarattı.” buyurdu.” deyince, biz yine; “Doğru söyledin.” dedik.
Beşincisi de; Resûlullah, mescid-i saâdetlerinde bulundukları bir sırada Cebrâil "aleyhisselâm" geldi. Havada durup; “Esselâmü aleyke yâ Ahmed! Allahü teâlâ size selâm ediyor. Bugün de sana ve ümmetine ikram olarak bir fazîlet verildi.” deyince, Resûl-i ekrem; “Ey Kardeşim Cebrâil! Bu fazîlet nedir?” diye suâl etti. Cebrâil de cevap olarak; “Sana, Âyet-el-kürsî’yi ihsân etti.” deyince, Resûlullah; “Bu âyeti kim yazacaktır?” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm; “Şu kapıdan içeriye ilk giren kişi.” dedi. O kapıdan Resûl-i ekremin yanına giren ilk şahıs ben oldum. Resûlullah bana; “Yâ Muâviye! Cenâb-ı Hak bugünkü fazîleti sana nasîb etti.” buyurunca; “Nedir o, yâ Resûlallah?” dedim. Bunun üzerine; “Sana, âyet-el-kürsî’yi tahsis kıldı.” buyurdu. Sonra beyaz bir kâğıt ve kırmızı yâkuttan bir kalemi bana uzatarak; “Ey Muâviye! Âyet-el-kürsî’yi yaz!” buyurdu. Ben de; “Yâ Resûlallah! Eve gidip hokka ve mürekkep getireyim mi?” diye sorunca, Resûl-i ekrem; “Yâ Muâviye yaz! Zîrâ Allahü teâlâ kalemi de Âyet-el-kürsî’den yaratmıştır.” buyurdu. Bunun üzerine yazmaya başladım. Yazma işini bitirince, Resûl-i ekrem elimde bulunan kâğıtları aldı. Sonra, Resûlullah efendimiz âyet-el-kürsîyi okumaya başladı. Her harf üzerinde duruyor ve onları çok güzel telaffuz ediyordu. Ben de kendilerini dinledim.” deyince, biz yine; “Doğru söyledin.” dedik.
Altıncısı ise; bir gün Peygamber efendimizin arkasında namaz kılıyorduk. Resûl-i ekrem, Fâtiha sûresini okuyup “Veleddâllîn” dediklerinde, peşinden; “Âmîn” dedim. Namazdan sonra mihrâbtan Eshâb-ı kirâma; “Ey Müslümanlar! Hanginiz “Âmîn” dedi?” buyurunca, hiç kimse cevap vermedi. Ben de cevap vermekten korktum. Resûl-i ekrem aynı soruyu iki üç defâ tekrarladılar. Fakat yine kimseden bir ses çıkmadı. Bunun üzerine ben; “Yâ Resûlallah! Ondan ne istiyorsunuz?” dediğimde; “Onu ve ona tâbi olanları Cennetle müjdelemek istiyorum.” buyurdu. O zaman; “Yâ Resûlallah! Ben söyledim.” deyince; “Yâ Muâviye müjdeler olsun! Onun ve kıyâmete kadar onu söyleyenlerin sevâbı sanadır.” buyurdu.” deyince, biz de ona; “Doğru söyledin.” dedik.
Hazret-i Muâviye buyurdu ki:
Herkesi memnun etmek, mümkündür; yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olmasıyla sevinir.
Yumuşaklık gösterip tahammül ediniz ki, fırsat dâimâ elinizde olsun. Fırsatı ele geçirdikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz affedersiniz.
Büyük İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek’e; “Hazret-i Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz’den hangisi efdaldir?” diye soruldukta; “Resûlullah’ın yanında giderken, hazret-i Muâviye’nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz’den yüzlerce defâ daha kıymetlidir.” buyurmuştur. Hazret-i Muâviye, Peygamberimizden çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:
Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dînine zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona doğruyu gösterir.
Ahmed, Nesâî ve Ebû Dâvûd’un, hazret-i Muâviye’den alarak bildirdiklerine göre; “Bütün günahları Allah’ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölen ve kasten bir mümini öldüren müstesnâ.”
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi, 1994 İstanbul Cilt 14 s. 250 - 251
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"