VAKIF İNSAN
Mustafa Kıbrıslı Ağabey, yaşlıyla yaşlı olurdu, çocukla çocuk. Bir bakarsın profesörlerle, bir bakarsın garibanlarla... Bir ömür inandığı değerler için çalıştı. Vakıf insandı vesselam... Bizim müessesemizde çalışmak şanstır, yaşayanlar aranır, mevtalar anılır. Hatıraları öylesine canlıdır ki sanırsınız koridorda karşınıza çıkacak. İşte iki yıl evvel böylesi bir Zilhicce ayında kaybettiğimiz Kıbrıslı Mustafa Ağabey de bunlardan biriydi mesela. Onu, yakından tanıyanlara sormalı. İbrahim Ağabeyden başlasam iyi olacak, en yakınımda o var zira... Söze "Yıl 1974" diye giriyor "Hemşehri ziyareti için Ekmekçizade Ahmed Paşa Yurduna uğramıştım, Vefa'ya ... Yurt dediğin bir medrese eskisi, ortada genişçe bir avlu, dört tarafta revaklar. Vakit girdi, namaz kılındı, Kur'an-ı kerim okundu. Esmerce, güleç yüzlü bir genç rahleyi önüne çekti, nasıl bir sohbet ama... Tasvirleri canlı, üslubu heyecanlı, sesi kubbede çınlamakta. Bir şeyler öğretebilmek için çırpınıyor adeta... Sordum kim bu? Mustafa Abi dediler... Kıbrıslı Mustafa! Aynı zamanda yurdun mutfağına bakıyormuş, işini ciddiye aldığı belli... Hiç unutmam fırında palamut yaptırmış ki böylesi değme restoranlarda bulunmaz. O gün Ganalı bir misafire (Ebubekir Bey) üzüm yemesini öğretmişti. Diyeceksiniz üzüm yemenin de nesi var? Dinleseniz öyle demezdiniz ama... İTÜ'yü kazanınca İstanbullu oldum ve muhabbetimiz arttı. Bir kere Türk diline ve lehçelerine çok vakıftı, Türkmen'le Türkmen olur, Kazakla Kazak. Kelimelerin köklerine girer, bilmece gibi çözer, ufkumuzu açar. Sanırım Arabisi de vardı. Farisi bilmem dese de inanma. Bir gün yeri geldi "An ki sıransa kuned rube mizaç, İhtiyacest, ihtiyacest, ihtiyaç!" (Nedir aslanları tilki yapan mizaç? İhtiyaçtır, ihtiyaçtır, ihtiyaç!) beytini gediğine oturtuverdi zira...
CEVİZLİ ŞİFRELER
O gün Cevizlibağ'dan geçiyoruz, sordu "Burada Kosovalılar mı oturuyor acaba?" - Abi ne alaka? - Koshelvadan hatırla, kos ceviz değil mi? Kosu bulduktan sonra gerisi kolay, ha bağ olmuş, ha ova! Sohbetlerinde gençleri hoş tutar, yayılana bayılana karışmaz. Diz üstü oturmak için kendinizi zorlamayın der aklınız ayaklarınızda kalır sonra. Dostluğu sağlamdır, vefalıdır. Diyelim bir gerginlik yaşandı, önce o özür diler, gönlünüzü almaya bakar. Astragan kalpak giyer, bu onu daha da heybetli yapar. Otağını genelde Zeytinburnu'na kurar. Ata yurt muhacirleri alacaklı gibi kapısını çalar. Burs isteyenler, kursa yazılanlar... Çoğunun vatandaşlık meselesi vardır, ki işin Ankara ayağı hayli yorar. Diyelim, Balkanlardan beş on genç gelecek, onları karşılar, ağırlar. Boşnakça, Arnavutça bilen hafızlar bulur, temel bilgilerle donatır, hediyelere boğar, yollar yurduna. Birisi evlenecek, "haydi arkadaşlar bir kampanya!" Hasta ziyaretleri, cenazeler... Cüz dağıtır, hatim toplar. Birilerine yardımcı olmaktan büyük haz duyar.
"BUĞD-I FİLLAH"
İngilizlerden hiç hoşlanmazdı. Şarkıcı Lord Melody (Fitzroy Alexander) tarafından seslendirilen anonim ezgiyi tercüme etmişti bana... "Shame and scandal in the family" cümlesi ile başlayan parçada şöyle bir hikaye anlatılır: Evin oğlu evlenme çağına gelir. Bir kız bulur. Babası "onu alma" der. Niye? Bu kız senin kardeşindir aslında. Annen bilmez ama... Bir başka kız bulur. Babası, "sana yine hayır demek zorundayım evlad" der, "Bu kız da kardeşindir, annen bilmez ama..." Üçüncü tekrarda oğlan kızar, durumu annesine açar. Kadın bir kahkaha atar "ayol bu herif salak" der "seni kendi oğlu sanıyor!" Defalarca sohbetine katıl tek tekrar duyamazsın. Halbuki hatiplerin joker konuşmaları olur, değişik mekanlarda başa sararlar. Gençler tekrara düşenden hazzetmez, bir çırpıda siler atarlar. Duygusaldır da... Bazen dolar taşar, oturup beş dakikada şiir yazar. Tasnife üşenmese kırk kitabı olurdu inan.
ZENGİN BİRİKİM
İslam büyüklerine çok bağlıdır. Söz dinlemeyenlere pek kızar. "Seviyorum" diyen "ama" ilave etmemeli der. Muhabbete müdahene (gevşeklik) sığmaz. İkna kabiliyeti büyüktür. Tarihçiye tarih anlatır, ziraatçiye ziraat. Uzay, atom, gen teknolojisi gibi detay konularda uzman ağırlar... Tam bir cemiyet insanı, girift mevzuları berraklaştırır, misallerle süslemeye bakar. Sanki manyetik alan, sohbetine oturan kalkamaz. Eğer siyasete soyunsa kesin bakandı, ticarete atılsa holdingleri olabilirdi pekala. Ama dünyalık kovalamadı. Bazen yemek götürürdüm gözleri parlar. Anlarım ki evde bir şey yok, ben de getirmesem aç yatacak. Müminin üç alameti vardır buyrulmuş: İllet, gıllet, zillet. Evet illetliydi (hastaydı), gılletliydi (fukaraydı). Gurbette vefat etti, ki bu da büyük nimet. (Dr. İbrahim Pazan)
PAYLAŞMANIN TADI
Nasıl zamanında beni tutup tutup birilerinin evine götürdüyse bizim evimize de gençleri getirirdi. Düşünün yirmi yirmibeş delikanlı, en az iki manga. Hanım yedirmeye bayılır, değişik yemekler hazırlar. Kıbrıslı sevdi mi tam sever. Sanki aileden biri olur. Benim hiç haberim yok, Konya'ya gitmiş, annemi bulmuş, çayını çorbasını içmiş. Gurbetteyiz ya kadıncağızı rahatlatmış, kalbine serin su serpmiş... Kıbrıslı'nın iki yakası bir araya gelmedi, gelemezdi de. Gözetip kolladığı öğrenci evlerinin, erzaklarını temin eder, kiralarını ayarlar, hatta gider yemeklerini yapar. Bir bakmışsın gömleğin ipte, çamaşırlarını yıkayıp asmış sana sormadan. (Suphi Birpınar)
BUYRUN SOFRAYA
Ramazan 30 gün iftara davetlidir. O kendisini çağıranlara şart sürer. "Bak arkadaşlarımı da getiririm ama.. Sahura da kalırız ona göre hazırlan!" Top atılır, ev sahibleri "buyrun sofraya" derler. Yok önce namazımızı kılalım, sonra rahat rahat yemek yiyelim. Hakikaten sofra başında sohbet uzar. Teravihin ardından bir sohbet daha... Muhabbet öyle tatlanır ki bir bakarsın sahur olmuş, vakit daralmakta... Eve gün ışırken dönersiniz, yemeğe sohbete doyarsınız ama hasret kalırsınız uykuya. (Ahmet Sırrı Arvas)
Adana'dayız. Bizim ailenin fırıncı olduğunu duymuş. Çekti beni kenara, soruyor da soruyor. Halbuki bunlar erbabının bilebileceği konular. Yok odun ateşi, yok nohut maya... İnce zevkliydi vesselam... (Ali Bal)
HAYMANA
Yeni tanışmıştık sordu. Nerelisiniz?
- Haymana.
- Haymana adı nereden gelir bilir misin? Ertuğrul Gazinin annesi Hayme Ana'dan. Bir de otlak manasına kullanılır ama bize birinci rivayet uyar. Yedirmekten çok hoşlanırdı rahmetli. Şimdi diyelim çorba yapıyor, kapı çalındı, elini hemen maşrapaya atar... Evet pişmiş aşa su... Ama onun yemekleri bozulmaz, suyunun suyuna bile doyulmaz. Sevgisini kattığından olacak. (Ahmet Demirbaş)
Ben onun bir eve eli boş geldiğini hatırlamam. Geçen kızlarım çeyiz sandıklarına bakıyorlar, Hint işi başörtüler, şallar... Üzerinde bir not "Mustafa Amcanızdan!" Gel de Fatiha okuma... (Dr. Levent Saraç)
Pazartesi Akşamları TGRT FM de Rumeli programı yapıyoruz malum. Yaşlı bir kadını aldık telefona. Nasıl heyecanlı. "Şükürler olsun Rabbime sen yaşıyorsun!" Kadıncağız sesimi Mustafa Ağabeyinkine benzetmiş. "O öldü" diyemedim, hiç bu kadar zorlanmamıştım radyoculuk hayatımda... (Halil Delice)
O DA BİR MERTEBE
Hiç unutmam bir menkıbe anlatmıştı... Efendim mollalar imtihandan geçiriliyor. Birini çağırıyorlar ve ilk sual geliyor: "Vallahi'nin başındaki vav, vav-ı atıfa mıdır, yoksa vav-ı kasem mi?" Talebe mevzuya vâkıf değil, sallıyor. Müderris "tamam geçtin" diyor, "çıkabilirsin!" Mümeyyiz "nasıl geçer" diye itiraz ediyor, "yanlış söylemedi mi?"
- Bunun babasına da aynı soruyu sormuştum "hani vav" diye diretmişti. Bu hiç değilse inkâr etmiyor! Bir gün Üsküdar'dan vapura bindik, namazı Eminönü'nde kılacağız hesabımızca. Olacak bu ya vapur geç kalktı, vakit daraldı. Aşağı katta namaz tahtaları var ama suyu nerden bulacaksın şimdi? Dolanırken çımacılardan birinin ibriği dikkatini çekti, suyu kullandı ama içine de sinmedi. Oturup bir not yazdı dürüp sıkıştırdı sapına... "Suyunuzun bedelini ödemek isterim. Telefonum şu numara..." (Mehmet Okyay)
GÖNLÜ ASYA'DA
Mustafa Abi, Orta Asya'ya büyük bir tutkuyla bağlıydı. Nitekim hayatını kaybettiğinde de İran Bistam civarlarındaydı. Anadolu seyahatlerinde de bir durağı, bürolarımız olurdu mutlaka...
NE DEDİLER?
Olmayayor ama!
Kıbrıs'ta gazete dağıtıcısıyım. Zaman zaman tayyare gecikir, dağıtım aksar, aboneler bozulurlar. Canımız nasıl sıkılır anlatamam. Mustafa Abi bir yolunu bulur havayı yumuşatıverir ustalıkla. Keyifli günlerimiz de olur. "Gelin bakayım, gelin bakayım!" Bizi etrafında toplar. Ellerini göbeğinin üzerinde bitiştirip anlatmaya başlar. Aramızda sigara tiryakileri de var ama aldırmaz. Ehil, na ehil bakmaz, herkesin kulağına bir şeyler gitsin diye çabalar. Biz Kıbrıs'ı ondan öğrendik, adayı avucunun içi gibi bilir, her adımında ayrı hatıra... Girnekapı'daki Askeri Müzede resmini görünce çok şaşırmıştım. Yanılmıyorsam Yüzbaşı Binbaşı gibi bir rütbe de yazıyordu isminin başında. Demek hayli yararlık göstermiş zamanında. Bizi Hellim peyniri ile o tanıştırdı, itina ile dilimler, kızartır. İnanın abartmıyorum sadece patlıcan üzerine 13 bölüm belgesel yapar. Şöyle bir çay kaşığı tatsın nerenin zeytinyağı olduğunu anlar. Şimdi böylelerine "gurme" diyorlar. Mustafa Ağabeyin eli yemeğe yakışır ama tarifini daha da güzel yapar. Hele iftara doğru tasvir kabiliyeti yükselir, alakasızlar bile yutkunmaya başlar. Bazen işgüzarlığımız tutar, bekar usulü yemek yaparız, çorba, makarna filan... Şimdi pilavda sıvı yağ kullandın di mi? Yandın! Büyük hata! Gözlerini iri iri açar ve o şirin Kıbrıs üslubu ile mırıldanır: "Olmayayor ama!" (Osman Sağırlı)
Tevekkül ehli
Eskişehirdeyim... Bir kış gecesi, nasıl soğuk, yağmur, rüzgar... Kapı çaldı, pencereden baktım ağzı yüzü sarılı bir adam. "Kim o?" - Benim abi, Mustafa! Bilirim soğuğa tahammülü yoktur, yukarı aldım. Meğer Adana'ya gitmek üzere çıkmış, yolda cüzdanını çalmışlar. Trenden inmiş, İlhan Abi'yi bulurum nasıl olsa... Sobaya odun attım, çay çorba artık ne varsa... Isınınca neşesi yerine geldi. Bir dizine oğlum Baha'yı öbürüne Ali'yi oturttu, başladı neşeli hikayeler anlatmaya... Onun dertlerini dert etmeme gibi dervişçe bir yanı vardı, para çalınmışsa çalınmış, vakit kaybolmuşsa kaybolmuş. Vardır bir hayır, kimin umurunda? İsmail Patlak diye bir dostumun babasıyla tanıştırdım, mandıracı. Ona bir peynir anlattı adamcağız dondu kaldı. Hani tereyağı bahsi açılsa onda da uzman. Bilhassa tıb, tarih ve edebiyata çok meraklıydı. Rehber Ansiklopedisi'ni hazırladığımız günlerde hızımıza hız kattı. Onun dalga boyunu yakala tamam, geçinmek kolay. Baktım mesai sıkıyor. "Sen kafana göre çalış" dedim anlaştık. Hava karardı mı keyfi yerine gelir, sabahlara kadar tıkırdar, bir gecede üç günlük iş atar. İslami ilimlerde ciddi bir birikimi vardı, eğer şeyhlik yapmaya kalksa binlerce mürid toplardı inan... Bir ara mesaisini dinî eserleri satmaya dağıtmaya adamıştı. Gençleri özendirmek için "gideceğimiz yerin şu şu yemekleri meşhurdur" der, "vay efendim şöyle kebaplar, böyle tatlılar..." Sonra? Sonra n'olsun, beş on somun, bir kasa domates alır. Isır ısır tuza ban... Gariplik işte, lokantalara götürmesini o da bilir ama... Ah para! (İlhan Apak)
Buhara pilavı
Mustafa Ağabeyin hayatı "doyurması gerekenlerle", "doyurulması gerekenleri" buluşturmakla geçti. Bu zor bir işti, katalizörlük yapayım derken reaksiyona da girdi, perhizleri erteledi. Misafirin şaşkını ev sahibine ikram edermiş o ikisine de ederdi. Zeytinburnu'nda garibhaneleri vardı, Türkistanlılarla birlikte Buhara pilavı yapar, tepsilerle sunar. Yanında ayran, üstüne gökçay. Ben onun kadar keyifli yiyen birini görmedim. Mesela imambayıldı geldi, efendim bu ismi nerden aldı, hangi paşa hoşlanırdı, patlıcanın iyisi nerede yetişir, domates biber nasıl seçilir? Yeme içme adabı ile ilgili birçok inceliği de öğretiverir bu arada... Bir gün radyoda adamın biri Osmanlıya sataştı. Yok efendim padişahlar hainmişler de filan... Kıbrıslı hiç germedi, adamı kibarca uğurladı. Sonra Osmanlıyı bir anlattı o kadar olur... Muhatabını tahkir etmeden ama... Okşaya okşaya... (Haldun Kalkan)
Menkîbelerde yazılır ya o gün gerçekten meltemliydi... Dergâhın avlusunda sırtını manolya ağacına yaslamış nefeslenmişti.. Yorgundu... Toprağı okşarken "şuracığa yatırıverseler" demişti "bilsen nasıl özledim o büyükleri" Kısa bir süre sonra vefat haberi gelecekmiş. Nerden bilebilirdim ki? (M. Sırrı Önür)
İrfan Özfatura
Türkiye Gazetesi
13.12.2009
Kaynak
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/irfan-ozfatura/427321.aspx
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"