Seyâhatnâme’siyle meşhur bir Türk yazarı ve seyyahı.
1611’de İstanbul’un Unkapanı semtinde doğdu.
1682'de Kahire, Mısır'da vefat etti.
Aslen Kütahyalı olan âilesi, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiştir. Babası Saray-ı Hümâyûn kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendidir. Devrin büyük imâmlarından Evliyâ Mehmed Efendiye çok hürmet duyduğu için oğlunun ismini Evliyâ koydu.
İlk tahsilini Sıbyan Mektebinde yapan Evliyâ Çelebi, daha sonra Unkapanı’nda Fil Yokuşu’ndaki Hamid Efendi Medresesinde, yedi yıl eğitim gördü. Bu arada Sâdizâde Dârülkurrâ’sına giderek Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Babasından da zamânın güzel sanatlarından olan hat, nakış, tezhib öğrendi. 1635 yılında, teyzezâdesi Silahdâr Melek Ahmed Ağa vâsıtasıyla Ayasofya Câmiinde Dördüncü Murad Hana takdim edilen Evliyâ Çelebi, yüksek seviyede devlet adamlarının, ilim erbâbının ve askerî şahsiyetlerin yetiştiği kaynakların en büyüklerinden biri olan Enderûn Mektebine alındı. Burada dört yıl kaldıktan sonra 40 akçeyle sipâhî zümresine katıldı.
Evliyâ Çelebi, genç yaşta (1630’larda) seyâhat etmek, yeryüzünde yaşayan çeşitli toplulukları, kurulan medeniyetleri, mîmârî eserleri tanımak arzusuna düştü. Buna, içinde yaşadığı çevrenin büyük ölçüde sebep teşkil ettiği görülmektedir. Babasının Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinden kalma, güngörmüş bir kişi olması, hepsi hoş-sohbet kimseler olan babasının arkadaşlarının anlattığı şeyler, zâten insanları, yeryüzünü tanımaya meraklı olan Evliyâ Çelebi’yi gezip görmeye, tanımaya daha da heveslendirdi.
Bir süre bu fikri nasıl gerçekleştirebileceğini düşündüğünü; “Peder ve mâder (anne) ve üstad ve birâder kahırlarından nice halâs olup, cihânkeş olurum.” sözleriyle belirten Evliyâ Çelebi, Aşure Gecesi, rüyâsında, Yemiş İskelesindeki Ahi Çelebi Câmiinde kalabalık bir cemâat arasında Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görmüş, huzûruna varınca; “Şefâat yâ Resûlallah!” diyecekken, heyacanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” demiştir. Peygamber efendimiz de tebessüm buyurup, bu gence hem şefâatini müjdelemiş, hem de seyâhati ihsân etmiş, orada bulunan Sa’d bin Ebî Vakkas (radıyallahü anh) da gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmiştir.
Uykudan uyanınca ilk iş olarak, rüyâsını zamânın meşhur yorumcularından, Kâsım Paşa Mevlevihânesi Şeyhi Abdullah Dede’ye anlatır. Dede, bu parlak rüyâyı güzelce yorumladıktan sonra; “İptidâ, bizim İstanbul’cağızı tahrir eyle” tavsiyesinde bulunur. Evliyâ Çelebi’nin ilk faaliyeti olan İstanbul gezileri netîcesinde başlıbaşına bir İstanbul târihi sayılabilecek Seyâhatnâme’nin birinci cildi meydana gelmiştir. Ancak, babası, Evliyâ Çelebi’nin taşraya çıkmasına uzun zaman karşı koyup, izin vermemiştir. Fakat 1640’ta, eski dostu Okçuzâde Ahmed Çelebi ile gizlice Bursa’ya giden Evliyâ Çelebi’nin bu yolculuğu bir ay sürer. Dönüşünde artık oğlunu tutamayacağını anlayan babası, seyâhata çıkmasına izin verir. Türk İslâm edebiyâtının, dünyâca tanınmış bir şahsiyeti böylece doğar.
İstanbul’da dört yıl kaldıktan sonra, Yûsuf Paşa ile Hanya Seferine katılan Evliyâ Çelebi, sonra tekrar İstanbul’a döndü. Ertesi yıl (1647’de) Defterdârzâde Mehmed Paşa ile Erzurum’a gitti ve bu arada Tiflis ile Bakü’yü gezdi. Defterdârzâde’nin Şuşik Beyi üzerine yaptığı sefere de katılan Çelebi, Âzerbaycan ve Gürcistan’ı da görmek fırsatını buldu. Gürcistan Seferinde bulunduktan sonra 1647 kışını Erzurum’da geçirdi. Bu sırada devlet, Vardar Ali Paşa isyânına karşı gerekli işlerle uğraşırken, Anadolu’daki paşalarla anlaşmaya çalışan Defterdârzâde, Evliyâ Çelebi’yi kuvvet toplamak ve mektup getirip-götürmekle görevlendirdi.
1650’de Melek Ahmed Paşanın sadrâzam olması üzerine, Evliyâ Çelebi’nin eline pekçok yeri gezme fırsatı geçti. Celâlîleri cezâlandırmak üzere ordu ile Söğüt yöresine gitti. Sadrâzam, Özi Beylerbeyliğine tâyin olununca, Evliyâ Çelebi’nin de ilk Rumeli seyâhati başladı (23 Ağustos 1651-Haziran sonları 1653). Seyâhate, bâzan Melek Ahmed Paşa ile bâzan da yalnız çıktı. Rusçuk’tan İstanbul’a mektup getirip-götürdü. Silistre’ye gitti. Özi eyâletinin kasaba ve köylerini dolaştı. Baba dağı köylerinde gördüklerini yazdı. Sofya’da bulundu.
Vasvar Antlaşmasından sonra elçi olan Kara Mehmed Paşanın maiyetinde Viyana’ya gitti. 1668’de ise İstanbul’dan çıkıp kara yolu ile Batı Trakya, Makedonya ve Teselya’yı gezdi. Mora sâhillerine ve oradan da Kandiye’nin fethinde bulunmak üzere Girit Adasına geçti. Mayna İsyânı üzerine tekrar Mora’ya dönüp, Adriya sâhillerini dolaştı. Senelerce at üzerinde seyâhat etmesi, cirit oynaması, iyi silâh kullanması, Evliyâ Çelebi’nin çevik ve sıhhatli bir yapıya sâhib olduğunu göstermektedir. Evlenmediği, çocuğu olmadığı bilinmektedir. Zengin ve köklü bir âileye mensûb olup, gezi gâyesiyle gittiği çeşitli yerlerde vazîfeler almış, katıldığı pekçok savaştan aldığı ganîmetler, verilen hediyeler ve gezdiği yerlerde yaptığı ticâretten elde ettiği para ile rahat bir hayat sürmüştür. Ölüm târihi kat’î olarak bilinmemekle birlikte, 1682 olduğu tahmin edilmektedir.
Evliyâ Çelebi, gerek pâdişahlar ve gerekse diğer ileri gelen devlet erkânıyla, yakın ahbaplıklar kurmuş olmasına rağmen, hiçbir makam-mevki hırsına kapılmadığı görülüyor. O, ömrünü, gezip-görmeye, yeni insanlar ve beldeler tanımaya, onlar hakkında bilgiler edinmeye adamıştır. Seyâhat hâtırı için pek çok kimseyle, maiyetinde bulunduğu kişilerle hoş geçinmek gibi zor bir işin üstesinden gelen Çelebi, uysal yaradılışlı, zekâsı, nüktedânlığı ve kültürü sâyesinde meclislerin neşesi olan, her yerde aranan pek sevimli bir zâttı. Bütün sâmimiliğine ve hoşgörüsüne rağmen, gördüğü uygunsuzlukları, açık veya kapalı bir dille tenkid etmekten çekinmedi.
Evliyâ Çelebi’nin kendinden sonrakilere, bilhassa târih ve coğrafya alanında büyük hazîne olarak bıraktığı Seyâhatnâme’nin aslı on cilttir. İstanbul Kütüphânelerinde beş ayrı yazma nüshası vardır. Dil bakımından dikkat çeken eserin imlâsında tutarsızlık görülür. Bu tutarsızlık, her memleketin ağzına göre kaleme alınmasından ileri gelmektedir. Eser bu açıdan ele alınınca büyük bir diyalektik malzeme olarak ortaya çıkar.
Eserin birinci cildinde İstanbul’un târihi, kuşatmaları ve fethi, İstanbul’daki mübârek makamlar, câmiler, Sultan Süleymân Kânunnâmesi, Anadolu ve Rumeli’nin mülkî taksimâtı, çeşitli kimselerin yaptırdığı câmi, medrese, mescit, türbe, tekke, imâret, hastahâne, konak, kervansaray, sebilhâne, hamamlar... Fâtih Sultan Mehmed zamânından îtibâren yetişen vezirler, âlimler, nişancılar, İstanbul esnâfı ve sanatkârları yer almaktadır.
İkinci ciltte Mudanya ve Bursa, Osmanlı Devletinin kuruluşu, İstanbul’un fethinden önceki Osmanlı sultanları, Bursa’nın âlimleri, vezirleri ve şâirleri, Trabzon ve havâlisi, Gürcistan dolayları; üçüncü ciltte Üsküdar’dan Şam’a kadar yol boyunca bütün şehir ve kasabalar, Niğbolu, Silistre, Filibe, Edirne, Sofya ve Şumnu şehirleri hakkında geniş bilgiler; dördüncü ciltte İstanbul’dan Van’a kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, Evliyâ Çelebi’nin elçi olarak İran’a gidişi, İran ve Irak hakkında bilgiler; beşinci ciltte Tokat sonra Rumeli, Sarıkamış’tan Avrupa’ya kadar çeşitli ülke ve eyâletler; altıncı ciltte Macaristan ve Almanya; yedinci ciltte Avusturya, Kırım, Dağıstan, Çerkezistan, Kıpçak diyârı; Ejderhan havâlisi; sekizinci ciltte Kırım ve Girit olayları, Selânik ve Rumeli’deki hâdiseler; dokuzuncu ciltte İstanbul’dan Mekke ve Medîne’ye kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, evliyâ menkıbeleri ile Mekke ve Medîne hakkında geniş bilgiler; onuncu ciltte ise Mısır ve havâlisi yer almaktadır.
Seyâhatnâme ilk olarak 1848’de Kâhire Bulak Matbaasında Müntehâbât-ı Evliyâ Çelebi adıyla yayınlanmıştır. İkdam Gazetesi sâhibi Ahmed Cevdet Bey ile Necib Âsım Bey, Pertev Paşa Kütüphânesindeki nüshayı esas alarak 1896 senesinde İstanbul’da basmaya başladılar. 1902 senesine kadar ancak ilk altı cildi yayınlanabilmiştir. Yedinci ve sekizinci ciltleri 1928’de Türk Târih Encümeni, dokuz ve onuncu ciltleri ise 1938’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Daha sonraları ise eser ya kısaltılarak veya seçmeler yapılarak çeşitli araştırmacılar tarafından yayınlanmıştır.
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"