Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslüman.
Şehit; harp meydanında düşman tarafından, hükümete karşı gelen âsiler tarafından veya yol kesiciler tarafından kılıç, top, tüfek gibi silâhlarla ve bunlara benzer herhangi bir âletle öldürülen, yangın veya boğulmakla, vebâ (tâûn) gibi salgın hastalıkla ölen, yâhut harp meydanında üzerinde ölüm alâmeti olduğu hâlde bulunan kimsedir. Böyle bir kimseye şehit denilmesi, ölürken bir takım rahmet melekleri hazır bulunduğu veya Cennete gireceğine şehâdet olunduğu, yâhut kendisi Allahü teâlânın huzûrunda diri olarak rızıklandırıldığı içindir.
Şehitlik, Allah katında peygamberlikten sonra en yüksek mertebedir. Peygamberlerden sonra derecesi en yüksek olan şehitlerdir. Şehitler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Cennette, onlar için sonsuz nîmetler hazırlanmıştır. Îmânla ölen ve Cennet’e giren bir kimse, dünyâya tekrar gelmek istemez. Fakat şehitler böyle değildir. Onlar, tekrar dirilmek ve tekrar şehit olmak arzu ederler. Bu arzuları, şehitlik mertebesinin Cennet nîmetlerinden daha tatlı, daha zevkli olmasındandır. Şehitlerin, Cennet nîmetlerine kavuştukları vakit; “Ey Rabbimiz, biz senin yolunda tekrar şehit olmak için dünyâya döndürülüp öldürülmeyi istiyoruz.” diyerek, Allahü teâlâya yalvaracaklarını Peygamber efendimiz haber vermektedir.
Şehitlerin, kul borçlarından başka bütün günahları affolunur. Kul borçlarını da, Allahü teâlâ kıyamette, hak sâhibine Cennet nîmetleri ihsan ederek helâllaştıracaktır. Allah yolunda savaşırken, hudut boylarında nöbet tutarken ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerinin sevâbı verilir. Kabirlerinde diridirler. Her biri, kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder. Suda boğularak şehit olana, karada şehit olanın iki misli sevap verilir. Havada şehit olanlar da böyledir.
Müslümanları, asırlarca harp meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzu, âhirette şehitlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için can atmalarıdır. Dünyânın fâniliğine, âhiretteyse Cennetin ve nîmetlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân edenler, şehit olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydanlarında kahramanca dövüşen ve düşmandan yılmayan Müslüman askerler, şehit olmak arzusuyla yanıp tutuşmuşlar ve aslâ düşmandan yüz çevirmemişlerdir. Halbuki dünyâ zevklerine aşırı derecede düşkün olanlar ve âhirete inanmayanlar, güçlü gördükleri düşmanları karşısında tutunamayıp harp meydanını terk etmişlerdir. Durum, bugün de böyledir.
Ancak mümin olanlar şehit olur. Allah’a ve dinine inanmayanlara âhirette şehitlik muâmelesi yapılmaz. Şehitler dünyâda ve âhirette, durumlarına göre muâmele görürler. Tam şehit olan ve dünyâ şehidi olan, öldükleri vakit üzerinde bulunan kanlı elbiseleriyle gömülür ve yıkanmazlar. Allahü teâlânın huzuruna, harpte yaralanıp şehit oldukları andaki durumlarıyla gelirler. Yaralarından akan kan misk ve amber gibi kokar.
Şehit olarak ölmeyi istemek îmânın kâmil olmasının alâmetidir. Onun için her Müslüman şehit olarak ölmek için duâ eder. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, şehitliğin fazîletlerini, üstünlüklerini Eshâbına haber verince, bütün Eshâb-ı kirâm şehit olmak istemişler, namazlarından sonra şehit olarak ölmek için duâ etmişlerdir. Bu hususta duâsı meşhur olan Eshâb-ı kirâm çoktur. Bunlardan, Abdullah bin Cahş’ın duâsı pek meşhurdur.
Hazret-i Abdullah bin Cahş, Resûlullah’ın (aleyhisselam) halasının oğlu ve kayın birâderidir. Bedir Savaşında olduğu gibi, Uhud Savaşında da büyük fedakârlıklar göstermiştir. O, bu savaşta şehit olmak istiyordu. Arkadaşlarından Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri, bu arzusunu şöyle anlatmaktadır:
Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi:
“Şimdi burada, sen duâ et, ben “âmin” diyeyim. Ben de duâ edeyim, sen “âmin” de!” Bunun üzerine “peki” dedim ve şöyle duâ ettim:
“Allah’ım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak geri döneyim!”
Benim yaptığım bu duâya, içten “âmin” dedi. Sonra da duâ etmeye başladı:
“Allah’ım, bana zorlu kâfirler gönder. Kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir tânesi de beni şehit etsin. Sonra, benim dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde, senin huzûruna geleyim. Sen bana: “Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda, Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim, diyeyim.”
Gönlüm böyle bir duâya “âmin” demek arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için mecburen “âmin” dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı alıp, savaşa devam ettik. Hakikaten savaş, Abdullah’ın arzu ettiği şekilde cereyan etti. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. Bir ara Abdullah’ın elindeki kılıç kırıldı. Resûl-i ekrem efendimiz, ona bir hurma dalı verdi. Bu dal, bir mucize olarak kılıç gibi önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşman öldürdü.
Savaşın sonuna doğru, nihâyet istediği gibi, şehit düştü. Akşam üstü cesedinin yanına vardığımda, duâ ettiği gibi, dudakları, burnu ve kulakları kesilmiş halde kanlar içinde yatıyordu. Hazret-i Hamza ile berâber aynı kabre koyup defnettik.
Üç türlü şehit vardır:
1. Tam şehit: Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir Müslüman, zulümle haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanlarıyla Allah için cihad ederken düşman tarafından; sulhta âsiler, yol kesiciler, şehir eşkiyâları, gece hırsız tarafından, herhangi bir vâsıta ile ödürülünce, hemen ölürlerse veya Müslümanların ve ehl-i zimmilerin canlarını, mallarını korumak için, bunlarla olan çarpışma yerinde bulunan ölü üzerinde yara, kan akması gibi öldürülme alâmetleri görülürse veya şehirde öldürülmüş bulunup, kâtili bilinir ve kısas yapılması lâzım gelirse, bunlara “tam şehit” denir. Tam şehit, dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen mikdarından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırıyla defnolunur. Cenâze namazı, Hanefî’de kılınır. Şâfii mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehit sevâbına kavuşurlar.
2. Dünyâ şehidi: Allah rızâsı için cihad etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harp eden, yalnız “dünyâ şehidi” olur. Bunlara dünyâda şehit muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür, yıkanmazlar. Fakat, âhirette hakîki şehitlere vaad edilen mükâfatlara kavuşamazlar, çünkü niyetleri bozuktur. Cennetteki nimetler, Allah’ın râzı olduğu kimseler için hazırlanmıştır.
3. Âhiret şehidi: Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde ölürse, zulümle öldürülünce veya cihadda ve eşkiyâ, âsi, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanınca, hemen ölmez, bir namaz vakti çıkıncaya kadar aklı başında kalır veya başka yere götürülüp, orada ölürse yalnız “âhiret şehidi” olurlar. Dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Had, ta’zir, kısas cezâlarıyla öldürülenler, kurşuna dizilenler, îdâm edilenler ve hayvan tarafından öldürülenler yıkanırlar.
Boğularak, yanarak, garib, kimsesiz olarak, duvar ve enkaz altında kalarak ölenler ishâlden, tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sara hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din bilgileri öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulümle hapsolunup ölenler. Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, islâmiyyete uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar (ve fıkıh kitaplarında daha geniş olarak izah edilen şeyleri yapanlar), hergün yirmibeş kerre (Allahümme bârik lî filmevt ve fî-mâ ba’d-el-mevt) okuyanlar, Duhâ ya’nî kuşluk nemâzı kılanlar, her ay üç gün oruc tutanlar, yolculukda da vitr nemâzını terk etmiyenler, ölüm hastalığında, kırk kerre (Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn) okuyanlar, her gece Yasîn okuyanlar, abdestli olarak yatanlar, devâmlı olarak mudârâ edenler [ya’nî dîni korumak için dünyâlık verenler], gıdâ maddeleri getirip ucuza satanlar, soğukda gusl abdesti alınca hastalanıp ölenler, her sabâh veyâ akşam devâmlı olarak üç kerre (E’ûzü billâhissemî’il’alîmi mineş-şeytânirracîm) ile (Haşr) sûresinin sonunu [Hüvallahüllezî..yi] okuyanlar ölünce âhiret şehidi olurlar. [Hiç harâm lokma yimemiş, (Takvâ ehli) çürümez. Başka sebeble çürümemenin, şehîdlik ile alâkası yokdur.]
Mâlikî âlimlerinden Alî Echürî diyor ki, (Yol kesici haydûd, suda boğulursa ve çaldığı at üzerinde cihâd ederken öldürülen kimse ve bir odada günâh işliyenler üzerine ev çökse, bunların hepsi şehîd olur. Çünki, günâh sebebi ile ölenler şehîd olmaz. Günâh işlerken, şehîdliğe sebeb olan bir sebeble ölürse, Âhıret şehîdi olur ve günâhının cezâsını da yüklenir. Bunun gibi, şerâb içip çatlayan şehîd olmaz. Fekat şerâb içip, serhoş hâlde iken, zulm ile öldürülen kimse şehîd olur. Çünki, şerâbdan ölmemiş, başka sebeble ölmüşdür. Fekat, şerâb günâhını da yüklenir.). Bunlar İbni Âbidînde yazılıdır. İbni Nüceymin (Eşbâh) kitâbının şârihlerinden Hayreddîn-i Remlînin ve Müeyyed zâde Abdürrahmân efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim” Fetâvâlarında da diyor ki, (Şerâb içen kimse, serhoş iken öldürülse, şehîd olur. Şerâb içmek büyük günâhdır. Fekat şehîd olmağa mâni’ olmaz).
Şehitlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
Allah yolunda öldürülmüş olanlar için ölüler demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler. Fakat siz iyice anlayamazsınız. (Bakara sûresi: 154)
And olsun, eğer siz Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bir bağışlama ve esirgemesi, Onların toplayacakları dünyâ menfâatlerinden elbette daha hayırlıdır. And olsun, eğer ölür veya Allah yolunda öldürülürseniz muhakkak ki, Allah’ın huzûrunda toplanacak, hesaba çekileceksiniz. (Âl-i İmrân sûresi: 157-158)
Sakın Allah katında öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu Onlar Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan (şehitlik rütbesinden) dolayı neşeli haldedirler ve arkalarından kendilerine şehitlik rütbesiyle katılamayan mücâhitler hakkında şunu müjdelemek isterler: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar.” (Âl-i İmrân sûresi: 169-170)
Kim Allah ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar. (Nisâ sûresi: 69)
Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlar, Allah onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. (Hacc sûresi: 58)
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
Şehidin, kul borcundan başka bütün günahlarını Allahü teâlâ affeder.
Allah yolunda şehit olmayı gönülden isteyen kimse, şehit olmasa dahi şehitlik sevâbına nâil olur.
Malının yanında; kanını, dînini, ehlini korumak uğrunda öldürülürse şehittir.
Onları (şehitleri) yıkamayın! Çünkü kıyâmet gününde her yere miskü amber gibi koku saçacak.
Şehitler beştir: Tâûna (vebâya) tutularak ölenler, ishâl (dizanteri) hastalığından ölenler, suda boğularak ölenler, yıkıntı altında kalarak ölenler ve Allah yolunda savaşırken öldürülen kimseler.
Bir Şehidimizin Son Sözleri
Şehidin Kimliği:
İsmi .................................Mehmed Tevfik
Rütbesi .............................Kolağası (Ön Yzb.)
Görevi ..............................Bölük Komutanı
Baba Adı............................Ali Rıza
Doğum Târihi ....................1296 (1881)
Doğum Yeri .......................İstanbul
2 Haziran 1916’da bir İngiliz mermisiyle yaralanmış ve Çanakkale Askerî Hastânesinde şehit olmuştur.
Ovacık Karibindeki Ordugâhtan 18 Mayıs 1331, Pazartesi (1916)
Sebebi hayâtım, feyz ü refikım,
Sevgili Babacığım, Vâlideciğim;
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamd olsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu yazılarımı yazıyorum.
Hamdü senâlar olsun Cenab-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar isâl etti (ulaştırdı). Yine mukadderât-ı ilâhiye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için ne sûretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz ü refikım ve hayatım oldunuz. Cenâb-ı Hakk’a ve sizlere çok teşekkürler ederim.
Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamânıdır. Vazife-i mukaddese-i vataniyeyi îfâya cehdediyorum. Rütbe-i şehâdete suûd edersem (kavuşursam) Cenab-ı Hakk’ın en sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için, bu her zaman benim için pek yakındır.
Sevgili babacığım ve vâlideciğim! Göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezih’ciğimi evvelâ Cenab-ı Hakk’ın sâniyen sizin himâyenize tevdi ediyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen sa’yediniz. Servetimizin olmadığı mâlumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstesem de pek beyhudedir. Refikama hitaben yazdığım melfuf mektubu lütfen kendi eline veriniz! Fakat çok müteessir olacaktır. O teessürü izale edecek veçhile veriniz. Ağlayacak, üzülecek tabiî, teselli ediniz. Mukadderât-ı ilâhiye böyle imiş. Matlubât ve düyunâtım hakkında refikam mektubunda leffettiğim deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde mukayyet düyunât da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha mufassaldır. Kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Ruhumu şad ediniz. İşlerimizin tesviyesinde refikama muavenât ediniz ve mu’in olunuz.
Sevgili hemşirem Lûtfiye’ciğim.
Bilirsiniz ki sizi çok severdim. Sizin için ve sa’yimin yettiği nisbette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir. Beni affet, mukadderât-ı ilâhiye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!
Hepiniz, hergün beş vakit namaz kılınız! Bir namazı kaçırmamaya çok dikkat ediniz. Rûhuma Fâtiha okuyarak beni sevindiriniz! Sizi de Cenâb-ı Hakk’ın lutuf ve himâyesine tevdi ediyorum.
Ey akrabâ ve ehibbâ ve eviddâ (dostlar) cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz. Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun. Elvedâ, elvedâ. Cümlenizi Cenab-ı Hakk’a tevdi ve emânet ediyorum. Ebediyen Allah’a ısmarladık. Sevgili babacığım ve vâlideciğim.
Oğlunuz
Mehmed Tevfik
Kaynaklar: Yeni Rehber Ansiklopedisi Cilt: 18, Tam İlmihal Seadeti Ebediyye Sayfa: 998
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"