Bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı hükümlerin hepsi. Müctehid âlim tarafından, îmânda ve amelde (ibâdetlerde ve işlerde) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için Müslümanlara gösterilen yol. Bir müctehidin, İslâmiyeti kaynaklardan anlamak ve anlatmak husûsunda tâkib ettiği usûller ve bu usûllere bağlı olarak çıkardığı hükümler. Mezhep, lügatte gitmek, tâkip etmek, gidilen yol mânâlarına gelir. Genel olarak görüş, doktrin, akım mânâlarına da kullanılmıştır.
Mezhep kelimesi, bilhassa günümüzde dînî bir tâbir olarak kullanılmaktadır. Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerinde de mezhepler ortaya çıkmıştır. Yahûdîliğin mezhepleri (Sadûkîler, Essenîler, Talmutçular... gibi) kısmen unutulmuş, Hıristiyanlıkta ise her bir mezhep (Katolik, Ortodoks, Protestanlık... gibi) birbirinden tamâmen uzak ayrı dinler hâlini almıştır. Aralarındaki ayrılıklar, birbirleriyle harpler ve katliâmlar yapacak derecede kin ve düşmanlığa dönüşmüştür. Nitekim 24 Ağustos 1572’de, Saint Barthelemy Yortu Gününde, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerin’in emriyle Paris ve civârında 60.000 Protestan öldürülmüştür. Hıristiyanlık dünyâsında mezhepler arasında bunun gibi büyük katliâmlar çok olmuştur (Bkz. Hıristiyanlık)
İslâmiyette mezhep
İslâm dîninde, îmân edilecek şeylerde mezheplere ayrılmak yoktur. İslâmiyet, Müslümanlardan Resûlullah efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış, îtikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna “Ehl-i sünnet îtikâdı” denilmiştir. (Bkz. Ehl-i Sünnet)
Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsâni arzularını, siyâsî görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri; aslâ karıştırmadılar. Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemal derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdis etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin teviline dalmamak.. gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara, soranlara; sâf; berrâk ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kirâmın Resûlullah’tan naklen bildirdikleri bu tebliği olduğu gibi, hiçbir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara “Ehl-i sünnet vel cemâat fırkası”, bu doğru ve asıl (hakîki) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da “Bid’at fırkaları (dalalet fırkaları, bozuk, sapık yollar” denildi.
İslâmiyette îtikâdî fırkalar (veya mezhepler)
İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek îmânı ve îtikâdı emretmektedir. Bu îmânın esaslarını ve nasıl îtikâd edileceğini bizzat Muhammed "aleyhisselâm" tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlâya, O’nun yarattıklarına ve O’nun emir ve yasaklarına îmânın nasıl olacağını da bildirmiştir. Hazret-i Muhammed’e ve O’nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve hakîki bir îmân, ancak O’nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, O’ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin öne sürecekleri dînî, siyâsî, beşerî, içtimâî, fennî vs. gibi sebeplerin ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslâmiyet her ne sûret ve sebeple olursa olsun, îmânda ve îtikâtta ayrılığa aslâ izin vermemekte, yasaklamaktadır.
Eshâb-ı kirâmın îmân ve îtikâtta hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla îmânda, îtikâtta bâzı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı 72’ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; Münâfık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’ân-ı kerîm’in müteşâbih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, Mecûsî inançlarının İslâmiyete sokulma çabaları, Eshâb-ı kirâmın maslahata (meseleye) âit konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtiraslarına perde veya âlet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni Müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına âit bâzı unsurları tamâmen terkedememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri şeklinde özetlenebilir.
Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsî ve dünyevî menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’ân-ı kerîm’deki muhkem ve bilhassa müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikâmetinde tevil ederek,yorumlayarak kendilerine Kur’ân-ı kerîmden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir (Bkz. Tefsir). Meselâ, Kur’ân-ı kerîm’de geçen, Allah’ın eli, yüzü, tahtı vb. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki mânâlarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yâni cisimlendiren ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’ân-ı kerîm’in doğru mânâsı olan murâd-ı ilâhîyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.
İslâmiyette ilk îtikat ayrılıkları, hazret-i Osman’ın "radıyallahü anh" şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah ibni Sebe adındaki münâfık olan bir Yahûdînin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak îmânlarını bozmak gâyesiyle îtikâttaki birlik ve berâberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah İbni Sebe, hazret-i Ali’nin halîfelik meselesini bahâne ederek, Müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul ettirmek için, “hazret-i Ali’nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulûl ettiğine” varıncaya kadar pekçok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. Abdullah ibni Sebe’ye aldananların içinde siyâsî hırs ve gayretle hareket edenler çoktu. Böylece hazret-i Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla hilâfet, Ali’nin hakkıdır diyen ve bu inanca sâhip olanlara “Şia” (Şiî) denildi (Bkz. Şiîlik). Şiiler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.
Hazret-i Ali’nin hilâfeti, hakem tâyini yoluyla hazret-i Muâviye’ye bırakmasını beğenmeyip, hazret-i Ali’ye ve hazret-i Muâviye’ye karşı çıkıp ayrılanlara ise “Hâricî” ismi verildi (Bkz. Hâriciler). Haricilerden bir kısmı Kur’ân-ı kerîm’in bâzı bölümlerini kabul etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.
Bozuk fırkalardan biri olan Mu’tezile ise, Hasan-ı Basrî’nin derslerinde bulunan Vâsıl bin Atâ tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve velî bir zât olan Hasan-ı Basrî; “Büyük günâh işleyen ne mümindir ne de kâfirdir” diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Atâ için; “I’tezele annâ Vâsıl” yâni “Vâsıl bizden ayrıldı.” buyurmuştu. Buradaki “I’tezele= ayrıldı” kelimesinden dolayı Vâsıl’a ve onun yolunu tutanlara “Mu’tezile” ismi verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler, Vâsıl bin Atâ’nın yolundan yürüyerek Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile kader, amellerle (ibâdetlerle, muamelâtla...) îmân arasındaki münâsebet ve diğer konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.
Ayrıca Mürcie, Kaderiyye, İbâhiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırka, İslâm târihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp sonra unutulup gitmişlerdir. Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan’da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslâm ülkelerindeki Müslümanlar arasında yayılması için çalışılmaktadır. (Bkz. Vehhâbîlik)
Bozuk fırkaların çoğu târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel cemâat ise her devirde çok olmuş, İslâmiyet îmân, îtikât, amel ve ahlâk esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve muhâfaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki Müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı üzeredirler.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara (mezheplere) ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 115’inci âyetinde meâlen; “Hidâyeti (kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme atarız.” Âl-i İmrân sûresi 103’ncü âyetinde de meâlen “Hepiniz Allah’ın ipine (Kur’ân-ı kerîme) sımsıkı sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz.” buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberimiz de Müslümanlar arasında îmânda ve îtikâtta ayrılıkların felâket olduğunu bildirerek, Tirmizî’nin rivâyet ettiği meşhur bir hadîs-i şerîfinde; “Benî-İsrâil (Yahûdîler), yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyurmaktadır. Eshâb-ı kirâm bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu.
El-Milel ven-Nihal kitabının başında geçen başka bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helâk olacaktır.” buyurduğunda Eshâb-ı kirâm; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel cemâattir.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm bu defâ; “Ehl-i sünnet vel cemâat nedir?” diye sordular. “Bugün benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır.” buyurdu.
Yine Taberânî’nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîme tâbi olmak hepinize farzdır. Onu terk etmeniz için hiçbir özür olamaz. Kur’ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz. Çünkü Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.” buyurdu.
İmâm-ı Eş’arî ve İmâm-ı Mâtürîdî, Eshâb-ı kirâmın, Tabiînin, dört mezhep imâmının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yoluyla bildirdikleri îmân ve îtikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı A’zam’ın talebesi zincirindedir (Bkz. İmâm-ı Mâtürîdî). Ehl-i sünnet îtikâdının açıklanmasında bu iki imâm meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda îtikâtta doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdını izah etmekte bâzı bakımlardan farklı usuller tâkip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usüllere uyarak Ehl-i sünnet îtikâdını nakletmişlerdir.
İslâmiyette amelî mezhepler
Âmel; iş, hareket demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emir edilen veya yasaklanan işler, davranışlar amel esaslarıdır.
İslâmiyet, hayâtın bütün safhalarını içine alan bir dindir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, Müslümanlardan her an ve her işinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmayı istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve îtikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmân ve îtikâda sâhip olan Müslüman, Ehl-i sünnet vel cemâat yolundadır. Ancak sâlih ve kâmil bir Müslüman olmak için her türlü iş ve harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Âmelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan Müslümanlara fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usül, yol ve şekli gösterirler.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk Müslümanlar) îmân ettikten sonra her işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan) şiddetle kaçındılar.
Peygamber efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadıklarını gelir, Peygamber efendimize sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yapardı. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmeyen hususlarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik ederlerdi. Bu Resûlullah’a tâbi olmak Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki; Kur’ân-ı kerîm’e ve Resûlullah’ın sünnetine uymayan bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi. Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kâdı (hâkim) olarak gönderdiği Eshâbına, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadığı mesele hakkında ictihâd etmesini emir buyurdu. Buna Muâz bin Cebel’i vâli olarak Yemen’e gönderirken aralarında geçen şu konuşma en güzel misâli teşkil ediyor: Peygamber efendimiz Muâz bin Cebel’e şöyle buyurdu:
“Ya Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?” Muâz bin Cebel “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlallah!” diye cevâb verdi. “Ya Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?” diye tekrar sorunca “Resûlullah’ın sünneti ile.” diye cevap verdi. Tekrar; “Ya Resûlullah’ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?” diye sorunca Mûaz; “O zaman ictihâd ederim yâ Resûlullah!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimiz; “Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlünün râzı olduğunda muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.” buyurdu.
Ayrıca, vahiyle bildirilmeyen işlerde ve bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah’tan aldılar. O’nu bizzat görmenin, O’nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemallere (olgunluklar, üstünlükler) erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Herbirinin hidayet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan meselelerde ictihâd ettiler. Herbiri, âmelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve herbirinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve Müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A’zam’ın yoluna “Hanefî Mezhebi”, İmâm-ı Mâlik’in yoluna “Mâlikî Mezhebi”, İmâm-ı Şâfiî’nin yoluna “Şâfiî mezhebi”, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in yoluna da “Hanbelî mezhebi” denilmiştir. Bugün bir Müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür. Her Müslümanın ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de Hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir.
Kur’ân-ı kerîm’den herkesin kendi aklına göre mânâ verip, hüküm çıkarması da yasak edilmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîmden kendine göre mânâ çıkaran kâfir olur.” buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmdeki hükümlerin hepsini müctehid olan din âlimleri bile çıkaramayacakları için Resûlullah efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’in hükümlerini hadîs-i şerîflerle açıklamıştır. Kur’ân-ı kerîm’i ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadîs-i şerîfleri de yalnız Eshâb-ı kirâm ve müctehid imâmlar anlayabilmişler ve açıklamışlardır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi yedinci âyetinde meâlen; “Bilmiyorsanız, zikir ehline (âlime) sorunuz” buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte; “Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz. Cehâletin ilâcı sorup öğrenmektir.” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîf, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Yâni avâmın (müçtehid olmayanların) mutlak müctehidlerden sorup öğrenmesi lâzımdır.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden ictihâd ederek, İslâm dînindeki emirleri, yasakları, helalleri, haramları açıkladılar.
İslâmiyette bütün din bilgileri dört kaynaktan çıkarılmıştır. Bunlar Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyas-ı fukahâ’dır. Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’ân-ı kerîm’de açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için icmâ varsa, öyle yapılmasını bildirirler. İcmâ sözbirliği demektir. Yâni, bu işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen Tâbiînin de icmâı delildir, senettir. Daha sonra gelenlerde bir icmâ hâsıl olmamıştır (Bkz. İcmâ)
Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile de bilinemezse, müctehidlerin kıyasına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik, bu dört delilden başka, Medîne-i münevverenin o zamanki ahâlisinin sözbirliğine de senet dedi. Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihâyet, Resûlullah’tan görenek olarak gelmiştir, dedi. Bu senet, kıyastan daha sağlamdır, dedi. Fakat diğer üç mezhebin imâmları, Medîne ahâlisinin âdetini senet olarak almadı.
İctihâd, lügatte insan gücünün yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. Dînî bir terim olarak, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde, tam anlaşılır ve açık bir şekilde bildirilmemiş bulunan hükümleri ve meseleleri, açık ve geniş anlatılmış meselelere benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz ve O’nun Eshâbının hepsiyle, diğer Müslümanlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara (müctehid) denir (Bkz. Müctehid).
İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin yolu olup, buna “Re’y yolu” denir. Yâni kıyas yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemişse, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onu gibi yapılır (Bkz. Kıyas). Eshâb-ı kirâmdan sonra, bu yolda olan müctehidlerin reisi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’dir.
İkinci yol, Hicaz âlimlerinin yolu olup, buna “Rivâyet yolu” denir. Bunlar, Medîne-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyastan üstün tutar. Bu yolda olan müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı Mâlik’dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu. İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in yolunu öğrendikten sonra Bağdat tarafına gelerek İmâm-ı A’zam’ın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleştirdi. Ayrı bir ictihad yolu kurdu. İmâm-ı Şâfiî, kendisi çok beliğ, edip olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki tarafta da kuvvet bulamazsa, o zaman, kıyas yolu ile ictihad ederdi. Ahmed ibni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik’in yolunu öğrendikten sonra Bağdat taraflarına gidip, İmâm-ı A’zam’ın talebesinden kıyas yolunu almış ise de, pek çok hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan önce, hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihad etmiştir. Böylece, ahkâm-ı şeriyyenin çoğunda, diğer üç mezhepten ayrılmıştır.
Bu dört mezhebin hâli, bir şehir ahâlisinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kânunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kânunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Bâzen uyuşamayıp, bâzısı devletin maksadı, beldeleri tâmir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleriyle, kânunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefî mezhebine benzer. Bâzıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Bâzıları ise kânunun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfiî mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kânunun başka maddelerini de toplayıp, birbiriyle karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yollunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kânuna uygun olduğunu söyler. Kânunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kânundan ayrılmaları, kânunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kânuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezhep imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur ve hattâ sevap kazanır. Çünkü Peygamberimiz; “Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yoktur.” buyurdu. Dört mezhebin bu ayrılıkları bâzı işlerde olup, dînin temellerinde ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olduklarından birbirini severler ve aslâ kötülemezler. Bu dört mezhepten herbirine Ehl-i sünnetten milyonlarca kimse uydu. Dört mezhebin îtikâdı bir olduğundan birbirlerine yanlış demez, bid’at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezheptedir, deyip her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli daha çoktur, bilir. İctihadla anlaşılan işlerde, İslâmiyetin açık emri bulunmadığı için Ehl-i sünnet olan ve dört mezhepten birine uyan her Müslüman; “Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezhep yanlıştır, doğru olmak ihtimali de vardır” der ve öyle inanır. Dört mezhebin amellere, yâni ibâdetlere, işlere âit belli birkaç şeyde birbirlerinden ayrılmaları, Müslümanar için rahmet ve kolaylıktır. Hadîs-i şerîfte; “İş hayâtında, Müslümanların mezheplere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir.” buyruldu ki, bununla amellerde olan ayrılık bildirilmektedir. Îmânda ve îtikâtta ayrılık felâkettir ve kesinlikle yasaklanmıştır. Allahü teâlâ ve Peygamberi, müminlere merhametli olhdukları için, bâzı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilseydi, öylece yapmak farz olurdu. Yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hâli çok güç olurdu. İşte böyle işleri mezhep imâmları açıkça bildirilenlere benzetmekte, birbirlerinden bâzı bakımlardan ayrılmışlardır.
Bir Müslümanın, dört mezhepten hangisinde ise o mezhepteki bilgileri öğrenmesi, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır. Bir mezhebe uyan bir Müslüman, mezhebinin imâmının Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ-ı ümmetten çıkardığı delillere uymaktadır. Bu delilleri bilmesi şart ve lâzım değildir. Amellerde asıl olan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ezberlemek değil, işleri Allahü teâlânın rızâsına uygun yapmaktır. Mezhep imâmları, ömürlerini vererek, Allahü teâlânın râzı olduğu bilgileri bütün Müslümanlara sağlam vesikalarla haber vermişlerdir. Müslümanlar, asırlardır olduğu gibi şimdi de bu dört mezhepten birine uymakta ve işlerini buna göre yapmaktadır. Şâyet bir işin yapılmasında haraç, zorluk bulunursa, yâni kendi mezhebine göre yapmasına imkân kalmazsa, bu işini diğer üç mezhepten birine göre yapması câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı şartlarını gözetmesi de lazımdır.
Görüldüğü gibi, eğer mezhep imâmları arasında bu farklılıklar olmasaydı, Müslümanlar karşısına çıkan bir işte şaşkın, çâresiz ve sıkıntı içinde kalacaktı. Bugün nikâh, talak, zekât, gusül, abdest, namaz, setr-i avret ve daha birçok mühim meselede dînen makbul bir zarurete, sıkıntıya düşen dört mezhepten birindeki Müslümanlar diğer mezheplerden birinin o konudaki hükmüne uyarak İslâmiyete uygun yaşamak imkânına kavuşmaktadır. Ancak, bir işte dînin kabul ettiği bir zarûret olmadan kendi mezhebinin hükmünü bırakıp, bir başka mezhebe uymak ve keyfine göre bir işi filan mezhebe, başka bir işi öteki mezhebe, bir diğer işi de daha başka bir mezhebe göre yapmak kesinlikle yasaktır ve İslâmiyette buna “Telfik” veya “mezhepsizlik” denir. Böyle olan bir kimse, işlerinde Allahü teâlânın rızâsını değil, kendi arzusunu düşünüyor demektir. Bunun ise; dîni, insanların isteklerine göre değiştirebilen bir oyuncak hâline getirmeye kadar gideceği açıktır.
İslâm âlimleri mezhepsizliğin, dinsizliğe giden bir köprü olduğunu bildirmişlerdir. Müslümanlardan İslâm âlimlerine uymaları istenmektedir. Hadîka kitabında bildirilen hadîs-i şerîflerde âlimler hakkında; “Din âlimleri, peygamberlerin vârisleridir.”, “Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir.” “Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir.”“Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.” buyuruldu.
İslâm âlimlerine uymak, bir mezhepten birinde bulunmakla olur. Asırlardır gelip geçmiş bütün İslâm âlimleri de bu dört mezhepten birinde bulunan âlimlerden ders alarak yetişmişler ve bu mezheplere uymuşlardır. Ehl-i sünnet âlimleri, hükümleri eksiksiz kayda geçirilmiş bulunan, her Müslüman tarafından işitilen, bilinen ve asırlardır. Müslümanların tâbi olduğu, uyduğu dört hak mezhepten birine uymadan yapılan amelin bâtıl olacağını sözbirliğiyle bildirmişlerdir.
Mezhepleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolaylıklarını birleştirmeye çalışan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca Müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de Nisâ sûresi 115’inci âyetinde meâlen; “Müminlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız.” buyurmaktadır.
Dört mezhep imâmının ve bunların yetiştirdiği müctehid olan âlimlerin çözdüğü meselelerin sayısı milyonları aşmaktadır. Bunlardan yalnız İmâm-ı A’zam hazretlerinin 500 binden fazla fıkıh meselesini çözdüğü kıymetli kitaplarda bildirilmektedir. Dört mezhebin imâmları ve bunlara bağlı müctehidleri, Müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin dindeki hükmünü bildirmişlerdir. Asırlardır dört hak mezhebe uyan Müslümanlardan, herhangi bir müşkülün cevâbını bulamayan hiç duyulmamıştır. Bu gün de dünyânın her yerinde yaşayan Müslümanın her türlü işlerinin cevâbı, bu dört hak mezhebin kitaplarında vardır. Yeniden ictihâdı îcâb ettiren, cevapsız kalan, çözülmemiş bir mesele bırakmamışlardır. Âhirette mesûliyetten kurtulmak için Müslümanlar, amellerini nasıl yapacaklarını mezheplerinin inceliklerine vâkıf Ehl-i sünnet âlimlerinden sorarak veya bunların kitaplarından okuyarak kolaylıkla öğrenmektedirler.
Çoğu Hıristiyan papazı olan Avrupalı müsteşriklerin ve peygamberliğe inanmayan modern teoloji filozoflarının kitaplarında veya bunların kitaplarından yapılan tercüme ve iktibaslarda yalan ve iftirâ olarak bu dört hak mezhep mensupları arasında tartışmalar, hattâ silâhlı mücâdeleler vukû bulduğunun yazıldığı esefle görülmektedir. Halbuki İslâm târihinde hiçbir devirde Hanefîlerle Şâfiîler, Mâlikîler vb. arasında mezhep ayrılığı sebebiyle en küçük bir sürtüşme bile vukû bulmamıştır. Başta dört mezhebin imâmları birbirlerini dâimâ hürmet ve sevgiyle yâdetmişler, birbirlerinin ictihadlarına aslâ yanlış dememişler ve kötülememişlerdir. Siyâsete ve hükümet işlerine hiçbir devirde karışmamışlardır. Bunlara uyan Müslümanlar da mezhep imâmlarının yolundan giderek, dört mezhepten birine uyan din kardeşleriyle sevişmişler, asırlar boyu birarada huzur ve rahat içinde yaşamışlardır. Müslümanları bölmeye, aralarını açıp birbirleriyle düşman etmeye ve çatıştırmaya matuf bu iddia ve iftiralar İslâmiyeti bilen, târih bilgisi doğru ve kuvvetli, kültürlü Müslümanlar arasında hiçbir îtibar görmemekte, gerek ülkemizde ve gerekse diğer İslâm ülkelerindeki dört hak mezhepteki Müslümanlar, birbirlerini severek, sayarak, kardeşçe, rahat ve huzur içinde yaşamaktadırlar. Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanlar, dört hak mezhebe uymanın değil, uymamanın bölücülük ve tefrika çıkarmak olduğunu çok iyi bildiklerinden, birbirlerine olan muhabbetleri derinleşmektedir.
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"