İlk olarak Necip Fazıl Kısakürek Bey’in kullandığı günümüzde ise sıkça dile getirilen bir söz vardır: “II. Abdülhamid Han’ı anlamak her şeyi anlamak olacaktır.”
Oysa bu sözü her fırsatta dile getirenler de maalesef Abdülhamid Han’ı anlayamamaktadır. Nedendir bu?
Zira II. Abdülhamid Han’ı, sadece onun zaviyesinden bakmakla anlamak mümkün olamamaktadır. Mesela bendeniz II. Abdülhamid Han’ı anlayabilmek için de şöyle bir teşhiste bulunurdum:
Cemaleddin Afgani’yi anlamak, II. Abdülhamid Han’ı anlamak olacaktır…
İngilizlerin Abdülhamid Han’ı devirmek, Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak ve İslam dünyasını parçalara ayırmak için kullandıkları en tesirli metotlarından biri misyoner-casus faaliyetleri idi.
Misyoner casuslarına direktifleri veren Londra Misyoner Teşkilatı bu husustaki hedef ve gayelerini şöyle açıklamıştı:
“Biz İngilizlerin müreffeh ve saadet içinde yaşamamız için, Müslümanlar arasına nifak tohumlarını ekmemiz lâzımdır. Onların içinde ihtilâf kıvılcımlarını tutuşturmalıyız. Biz, Osmanlı Devletinin her tarafına fitne sokarak, onu yıkacağız. Böyle yapmazsak, İngilizler gibi küçük bir millet, nasıl müreffeh olur?”
İngilizler bunu sağlamak için mühtedi kılığına girip, Müslüman olduklarını iddia eden ve bu suretle Arap aşiret ve kabileleri arasına karışarak, onları çeşitli vaatlerle isyana davet eden misyoner-casuslar hazırlıyorlar ve Osmanlı Devleti’nin hemen her bölgesine gönderiyorlardı.
İngilizler bu gizli görevleri üstlenecek olan ajanlarını nerede kullanacaklarsa oranın dilini ve bilhassa Arapçayı mükemmelen öğretiyor onları İslâm dini sahasında da eğitiyordu. Onlar, bulundukları yerlerin kıyafetine bürünerek ve dillerini konuşarak aradıkları kişileri kolayca avlamayı başarıyordu. İngilizlerin sınırsız desteği de kapıları açmaya yarıyordu. Mesela Muhammed adını kullanan Hempher’la Vehhabiliğin kuruluşuna yol açmışlardı.
II. Abdülhamid Han döneminde ise doğrudan Ehl-i sünnet akidesini parçalamak üzere İslam âleminin kalbini hedef edineceklerdi. Bu sayede Sünni Müslüman kitleyi padişah ve halifelerine duydukları muhabbet ve bağlılıktan uzaklaştırmayı hedef edineceklerdi…
Cemaleddin Afgani
Vehhabi fitnesindeki başaktör Muhammed bin Abdülvehhab’ın yerini bu defa Cemaleddin Afgani alacaktı.
Kimdi bu Cemaleddin Afgani?
O, kendisini İstanbul ve diğer İslam ülkelerinde Afganlı olarak tanıtmıştı. Afganistan’da ise İstanbul’lu bir Seyyid olarak tanıttığı biliniyordu. Hâlbuki İranlıydı.
Sünni bir Müslüman olarak görülüyordu. Oysa Şii idi.
Panislamist bir âlim olarak ifade olunuyordu. Oysa masondu. Hatta masonluğun Allah’ı inkâr eden şubesindendi. İngilizlerin İslam birliğini paramparça ettiği 19. asrın ikinci yarısında kullandıkları en mühim isimdi.
Günümüze kadar özellikle “modern İslam”, “yeni İslami anlayış”, “İslam’a yeni yorum” ve “İslam’da reform” diyenlerin baş tacı olan bu adam İslam’ın neresinde duruyordu?
Cemaleddin Afgani, bugün artık kesinleşmiş verilere göre 1839 yılında İran’ın Esedabâd şehrinde doğmuştur. Lakin kendisini Afganistanlı bir Sünni olarak tanıtmıştır. Bu hâl Şiilerin takıyye anlayışından kaynaklanıyordu.
Ailesinden aldığı ilk derslerinden sonra babası Safder tarafından İran’a götürülerek Şii âlimi Murtaza el-Ensarî’den okumuş ve Irak’ta dört yıl kaldıktan sonra Hindistan’a geçmiştir. O bundan sonra hep Sünni beldelerde dolaşmış, okullarında dersler almış ve “Afgani” lakabıyla rahatça kendini gizlemeyi başarmıştır. Hindistan’da uzun süre din ve fen ilimleri tahsilinde bulundu. Sünni itikadını da iyice öğrendi. Bir müddet Mısır’da kaldı. Vehhabi görünmese de Vehhabilerin fikirlerini kullanıyordu!
1870 yılında İstanbul’a geldi. Burada kaldığı süre içinde etkili hitabeti, istibdat, hürriyet ve meşrutiyet gibi ilgi çekici söylemleri sebebiyle bazı fikir ve din adamları ile Jön Türkleri tesiri altında bıraktı. Altı ay kaldığı İstanbul’da o kadar çevre edindi ki kolaylıkla Encümen-i Daniş üyeliğine seçildi. Bu arada Darülfünûn’da kendisine bir de konuşma yaptırıldı.
Bu konuşmasında “Her azanın bir sanatı vardır. Ruhun sanatı da peygamberliktir” diyerek Peygamberliğin çalışarak elde edilecek bir sanat olduğunu ifade etmesi Ehl-i sünnet ulemanın büyük tepkisini çekti. İstanbul’un dışına çıkarıldı. Zamanın Şeyhülislamı tarafından tekfir edildi.
Afgani, İstanbul’dan Mısır’a geçti. Kahire’de Ezher Üniversitesi’nde dersler verdi. Felsefe, fıkıh, astronomi ve tasavvuf ile ilgili vaazlardaki slogan tarzı siyasi konuşmaları şöhretini artırdı. Yaptığı konuşmalarda bilhassa dinde reform yapılması gerektiğini, terakki ve özgürlüğü sık sık dillendiriyordu. Tek kurtuluş ilacının “doğrudan Kur’an-ı kerime bağlanmak” olduğunu dile getiriyordu. Talebeleri arasında Abduh ve Reşit Rıza dikkat çeken isimlerdi. Evine gelenlerin büyük kısmı Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşuyordu.
İngilizlerin kıskacında
Muhiplerinde kendisine karşı Peygamberden öte bir muhabbet oluşuyordu. Nitekim Muhammed Abduh kendisini şu sözlerle methedecektir:
“Benim, senin yüceliğin yanında hiçbir irade ve varlığım yoktur. Ben sadece senin üçlü ruhunun uygulanmasına yardımcı olan bir aletim.”
“Melekler mabudları hakkında kuşku duysa, nebiler vahiy hakkında şüpheye düşse bile, ben efendim, seninle ve senin yolundayım.”
Afgani, Mısır’dayken mason locaları ile irtibat kurmaya başladı. İtalyan localarının oturumlarına katıldı. Kahire’de 1871 senesinde İngiliz Büyük Locası’nın himayesinde kurulmuş olan Şarkın Yıldızı Locası’nın güçlü yapısı ilgisini çekti ve üye olmak istedi. Onun bu arzusunu, Mısır’da İngiliz ikinci konsolosu Ralph yerine getirecektir.
Afgani artık İngilizlerin avucundaydı. Kendisine bağlanan şahısları bilhassa gazete çıkarmaya teşvik ediyor ve destek veriyordu. Bunların başında Suriyeli Hıristiyanlardan Edip İshak ve Selim el-Anhuri ile Yahudi talebesi Yakup Sanu geliyordu. En güzide talebelerinden Muhammed Abduh da yazılarıyla onlara destek oluyordu. İrtibat kurduğu her kişi, II. Abdülhamid Han’a düşman kesiliyordu.
1882’de İngiliz devlet adamı Lord Salisbury’nin daveti üzerine Londra’ya gitti. Oradan Amerika’ya geçen Afgani tekrar Londra üzerinden bu defa Paris’e geldi. Burada iken uzun süre İngiliz istihbaratçı, Yahudi yazar ve misyoner Wilfrid Blunt’un evinde kaldı. O, artık projelerini Blunt ile birlikte geliştiriyordu.
Afgani’nin bundan sonra söylemleri de değişecektir. İngilizler Ehl-i sünnet düşmanı bu sinsi adamı sanki Müslümanları birleştirmek için çırpınan bir hüviyete büründüreceklerdir. Mason locasından da çıkan bu adam artık bir Pan-İslamizm savunucusu olmuştu. Güya birlik adamıdır. Fakat ne hikmetse bütün çalışmaları İngilizlerin işine yaramaktaydı!
Afgani, Paris’te iken bir araya geldiği talebesi Abduh ile birlikte Ürvetü’l Vüska gazetesini çıkarmaya başladı. Ücretsiz dağıtılan bu gazetenin çıkarılabilmesi için İngilizler el altından sürekli maddi destek sağlıyordu. Buna karşılık gazetede göstermelik bir şekilde zaman zaman İngilizlerin aleyhinde yazılar da çıkıyor ve İngilizler de kendisini sözde kınıyorlardı. Böylece Afgani’nin İslam ülkelerinde sistemli bir şekilde propagandası yapılmış oluyordu. Müslümanları Avrupa sömürgeciliğine karşı uyandırma politikası güden gazete ise sürekli meşrutiyetçi fikirleri işlemekteydi.
Önceleri, kültürel bir akımın üyeleri olarak ortaya çıkan bu Arap milliyetçileri, daha sonraları gizli siyasi cemiyetler kurup Avrupa’dan her türlü desteği sağlayarak Sultan Abdülhamid’le mücadelede, Yahudi, Ermeni ve Jön Türklerin yanında yer aldılar. Bunlar, her fırsatta, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin yanında yer aldıklarını da ilân ediyorlardı.
Afgani bir taraftan da “Pan Türkizm”in önderleri ile beraberdi. Onları da Türkçülüğe teşvik etmekten geri durmuyordu.
Tabii ki Afgani’nin tedrisinden geçen veya ona muhabbet duyan hemen herkeste Abdülhamid Han düşmanlığı da zirve yapıyordu.
Bu sinsi Türk, İslam ve Ehl-i sünnet düşmanı ile II. Abdülhamid Han’ın yaptığı mücadeleyi de inşallah sonraki yazımda ele alacağım…
TEFEKKÜR
Sözlerim fehmin kadardır kıl nigah
Hasretim fehm-i sahiha ah ah
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
18.02.2018 Türkiye Gazetesi
http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/600768.aspx
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"