Geçtiğimiz hafta Meral Akşener’i, başında “İstanbul Sözleşmesini uygula” yazısıyla görünce eski günlere gitti aklım.
Marmara Üniversitesinde doktora yaptığı yıllara. O zaman yaptığı konuşmalara, davasına, gayesine, hedeflerine…
Nasıl ifade edeyim ki, rüyamda görsem inanmayacağım bir manzara idi!
İstanbul Sözleşmesi gibi; dini, örfü, namusu ayaklar altına alan bir derin projeyi uygulatmak için çırpınan nasıl bir Türk olabilir, diye düşündüm!..
Yine AK Parti içinde 28 Şubat zulmüne direnen bazı kişilerin bugün itibarıyla bu sözleşmenin yanında nasıl bir halet-i ruhiye ile olabileceğini acı acı düşünerek kahroldum.
Evet, Kaftancıoğlu, İmamoğlu, Özgür Özel, Pervin Buldan'ları anlayabiliyordum. Onlar maalesef her vesile ile bu duyguların bu ideallerin açıkça hasımları olduğunu belirtiyorlardı.
Peki, Türklüğü, İslâm’ı savunanlar nasıl bir savrulmuşluk yaşıyordu? Onların yanına nasıl varmışlardı?
Sonra tarihime daldım gittim. Biz ne idik nasıl bir mazimiz vardı? Bu belki de bir sığınma limanı arama durumuydu! Belki güç alma, ayakta durma, geleceğe ümitle bakma heyecanını yitirmeme çabasıydı!
Evet, tarihime sığındım.
Türk dünyayı yönetiyordu.
İmparatorluklar kuruyordu. Âleme medeniyet sunuyordu.
Edep ve ahlak timsali idi.
Resul’ün izinden yürüyordu.
Allaha kullukla övünüyordu.
Böyle olduğu zaman Cenâb-ı Hakk dünyayı ona bahşediyordu. Aziz kılıyordu!
Tarihe yedi asırlık damgasını vurmuş Osmanlı Devleti için son dönemlerimizin büyük mütefekkirleri şu değerlendirmelerde bulunuyordu.
Erol Güngör:
“Osmanlı Devleti, Bizim medeniyet eserlerimizin ve kültür kıymetlerimizin âdeta imbikten geçmiş numunelerini vermiş ve yapıcı gücümüzün en yüksek sembolü olmuştur...”
Cemil Meriç:
“Tarihin en büyük medeniyeti Osmanlı medeniyetidir. Bu, Avrupa’nın toprağa bağladığı vatan mefhumunu bayrağa ve imana bağlayan bir medeniyettir. Millî kinlere yabancı, her inanca hürmetkâr insanı insana düşman yapan sınıflardan uzak, alan değil veren, istismar eden değil imar eden, fedakâr bir medeniyet. Her şey manadır, maddeyi eterize eden, buharlaştıran bir medeniyet…”
Nihat Sami Banarlı Bey de ‘Osmanlı kimdir?’ derken şu mükemmel özeti yapmaktadır:
“Bu vatanın miras kalan bir kısım topraklarında bir nur gibi parlayarak öteki beyliklerle kardeş kavgasına girmeden İstanbul’u ve Balkanları elde edip bu ülkelere Türk ahlak ve adaleti ile İslam nurunu götürmek için gazalara girişen bu uğurda Mehmetçiğinden hükümdarına kadar hevesle şehid olarak Anadolu ve Balkanlar Türkiye’sini bize ebedî vatan bırakan büyük inanmışlar, büyük ülkücüler ve büyük Türkler ordusu...”
İşte bu medeniyetlere ulaşmak için gerçek manada “Türk olmak” gerekir.
Nedir bu Türk olmak?
Türk olmak; Oğuz Han’dan Abdülkerim Satuk Buğra Han’a, Alparslan’dan Fatih’e tarihini destanıyla, gazalarıyla, zaferleriyle her anıyla yaşamaktır.
Türk olmak; Oğuz Han töreli bir nesil olmaktır. O töreyi bilmek uygulamaktır.
Türk olmak; Bilge Kağan’ın çağrısına kulak vermektir. Üstte gök, altta yağız yer çökse de töresine, iline sahip çıkmaktır.
Türk olmak; Peygamberinin aşkı ile Mevlid-i Şerif’i yazan Süleyman Çelebi olmaktır.
Türk olmak; İstanbul surlarında Ulubatlı Hasan olmaktır. Gaza aşkıyla yanmaktır.
Türk olmak; Uzun Hasan’ın annesinin, Trabzon üzerine yürüyen Fatih Sultan Mehmed’in dağları tırmandığı sıradaki perişan hâline bakarak “Oğul bir Trabzon kalesi için bu sıkıntıya değer mi burasını da gelinime bıraksan olmaz mı?” demesi üzerine;
“Hey ana sen bizi bu sıkıntıyı Trabzon kalesi için mi çeker zannedersin. Bu eza ve cefa din yolunadır, Allah yolunadır. Biz bu çile ve meşakkati çekmezsek bize gazi demek yalan olmaz mı” deyişidir.
Türk olmak; Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Seferi öncesinde Hasan Can’a;
“Ya Hasan Can bizim ecdadımız, Cenâb-ı Hakk tarafından bir yere sefere memur edilmedikçe yola çıkmazlardı. Biz dahi öyleyizdir”, sırrına erişmektir.
Türk olmak; Barbaros Hayreddin Paşa’nın padişahlarına muhabbetini izhar ederken;
“Dünyada en büyük iksir dedikleri şey padişah duası ve teveccühüdür. İşte biz Osmanlının nazarına nail olduk. Allah katında ve halk yanında nam ü şân sahibi, payelerimiz yüce ve kılıcımız keskin olup Arş'a asıldı. Her kim Âl-i Osman’dan dua alırsa şüphesiz tuttuğu iş kolay gelir. Zira onlar bir ulu ocaktır. Kim onlara yan bakarsa onun başı aşağı olur”, deyişindeki birlik ve beraberlik mefkûresidir.
Türk olmak; Divriği Ulucami kapısında şiirleşmiş taş olmak, Hindistan'da Taç Mahal olmaktır.
Türk olmak; Selimiye, Süleymaniye ve Sultanahmed’in kalem gibi minarelerinden yükselen ezan seslerine âşık olmaktır.
Türk olmak; Dağıstan’da Şeyh Şamil, Otranto’da Ahmed Paşa, Kudüs önlerinde Selahaddin-i Eyyûbi olmaktır.
Türk olmak; Mekke’de Medine’de nazil olan Kur’ân-ı kerimi Amasya’da yazan Hattat Hamdullah olmaktır.
Türk olmak; Suriye’ye giderken "nereye?" diye sorulduğunda tank üzerinde büyük bir gurur ve mutlulukla “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya” diyen Mehmetçik olmaktır.
Türk olmak; Sürgünleri, katliamları yaşayan, vatanını kaybeden soydaşlarının ve yine sürgünde Osmanoğullarının acısını yaşayan olmaktır.
Türk olmak; Mazlum milletlerin umudu, Hızır gibi bekleneni olmaktır.
Türk olmak; Mostar’da köprü, Kerkük’te kaledir.
Türk olmak; Evladının eline kına yakarak askere gönderen anne, şehit haberini aldığında içine akıttığı gözyaşları ile ciğerini yakarken “Vatan sağ olsun” diyen baba olmaktır.
Türk olmak; Her şeyden önce Rabbinin rızasını düşünen mümin olmaktır!
Türk’ü tanımaya ve tanıtmaya ne olduğunu ve ne olmadığını anlatmaya devam edeceğiz.
Ta ki inşallah kendimize gelebilelim...
TEFEKKÜR
Tarihin muazzam takı altından
Ağır ve şahane geçti Selim’ler,
Bellerde palalar altın kabzalı,
İri kavuklarda iri dilimler...
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
11.12.2020
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/616608.aspx
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"