Sekiz padişah dönemini idrak eden Aziz Mahmud Hüdayî hazretleri, kendisine intisab eden Kayserili Ahmed Paşa’ya, devlet hizmetinde daima rehber oldu, kıymetli nasihatlarda bulundu. Halil Paşa, sadrıâzamlık görevinden emekliye ayrılınca, şeyhinin dergâhına yerleşecek, ölünce o civarda yaptırdığı türbeye defnolunacaktır.
Günümüzde “tasavvuf ehli” denildiği zaman, genellikle dünya ile ilişkisini kesmiş kişiler hatıra gelmektedir. Acaba gerçek böyle midir? Tasavvuf adamlarının dünya görüşleri, siyasî ve idarî konularda düşünceleri yok muydu? Bir köşeye çekilip sadece zikirle ve ibâdetle mi meşgul oluyorlardı?
Bu soruların cevabını, bir devre damgasını vurmuş büyük tasavvuf âlimi Aziz Mahmud Hüdayî ile devrinde veziriâzamlığa kadar yükselmiş Kayserili Halil Paşa arasındaki münasebetlerde arayacağız. Ancak, öncelikle tasavvuf tarihi hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır.
Huzurun mimarları
Hicrî beşinci asırdan itibaren sistemli bir hale gelen tarikatların, gerek fert, gerek toplum hayatında büyük tesirleri görülmüştür. Tasavvuf büyükleri, çobandan devlet reisine kadar herkese hitap edip, sözleri ve sohbetleri ile gönülleri fethetmişlerdir. Böylece fertlerin basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen göründükleri gibi olan yüksek karakterli insanlar haline gelmelerine yardımcı olmuşlardır. Dünya sevgisi ile katılaşan kalbler, onların tesirli sözleri ile yumuşamış, kenetlenmiş, toplumlar birlik ve beraberliğe kavuşmuştur.
Tarikat mensubu zatlar dinî, ilmî, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yanısıra cihad hizmetiyle; İslâmiyet’in yayılması için yaptıkları çalışmalarla dikkati çekmektedirler. Nitekim Kazeruniye tarîkatinin kurucusu Ebu İshak Kazerunî (öl. 1034) Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyeti yaymak için askerî birlikler kurdurmuştu. Kazeruniye dervişleri, gazaya gidecek ordulardan önce bölgeye girip, fethe zemin hazırlayacak faaliyetlerde bulunurlardı. Ordu ile beraber gittiklerinde ise, yaptıkları konuşmalarla askerin moralini ve maneviyatını yükseltirlerdi. Fetihten sonra da o beldenin gayrimüslim halkını İslâmiyet’e ısındırmaya çalışırlardı.
Selçuklular’da
Bunun içindir ki İslâm devletlerinde halîfeler ve hükümdarlar, âlimlere ve evliyaya daima kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebu Said Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasihatini ve dualarını almayı ganimet bilirlerdi. Bir defasında Ebu Said, Çağrı Bey‘e şunları yazmıştı:
“Allahü teâlâ, muzaffer padişah Çağrı Bey’i himayesinde bulundursun, nefsine ve mahluklara bırakmasın. Hep razı olduğu beğendiği şeyleri nasip eylesin. Sonu pişmanlık olan şeylerden muhafaza buyursun.”
İşte bu nasihatleri dolayısıyla toplumun manevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, Selçuklu sultanları tarafından hüsn ü kabul görmüşlerdir. Necmeddin Bağdadî (öl. 1210), Sultan İzzeddin Selçukî’den, Şihabüddin Sühreverdi ve Sultan Veled‘de I. Alaeddin Keykubad’dan bu mânâda izzet ve ikramlara kavuşmuşlardır.
Selçukluların son zamanlarında, Moğol istilası ile devlet otoritesinin kalmadığı, toplum hayatının karışık olduğu günlerde, tarikat ve tasavvuf ehlinin nasihatleri; huzurunu kaybetmiş insanlara bir teselli ve sükûn kaynağı oldu. Tekkeler ve zaviyeler, huzur evleriydi. Bunun yanısıra devlet otoritesinin temininde de, onların büyük gayret ve hizmetleri görüldü. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâm’a ısındırma, yahut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücadelesini veriyorlardı.
Osmanlılar’da
Bilâhare, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük payı olan tarikat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde de memleketin her tarafında hizmet verdiler. Öyle ki, imparatorluğun kuruluşundan sonuna kadar, Osmanlı padişahlarının hemen hepsi âlimler, şairler ve sanat sahibi kimselerin yanı sıra, devrin meşhur mutasavvıflarına büyük değer vermiş, onlara hizmet ve hürmette kusur etmemeye çalışmışlardır. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ile yakın münasebeti ve ona damat olması, Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’nın duasını alabilmek için peşinde koşması, Yıldırım Bayezid’in Emir Sultan’a hürmeti ve onu kendine damat edinmesi, Fatih Sultan Mehmed’in Akşemseddin’e olan sarsılmaz bağlılığı II. Bayezid‘in Şeyh Ebü’l-Vefa‘ya, Yavuz Sultan Selim‘in Halîmî Çelebiye, Kanunî‘nin Merkez Efendi‘ye bağlılıkları hep bu hususu isbat eden tarihi delillerdir.
Bir tasavvuf büyüğü
Aziz Mahmud Hüdayî de yaklaşık bir asra damgasını vurmuş tasavvuf büyüklerinden biridir. 1541-1628 yılları arasında yaşayan Hüdayî Efendi, Kanunî Sultan Süleyman‘dan başlayarak II. Selim, III. Murad, III. Mehmet, I. Ahmet, I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad devirlerini idrak etmiş, vaaz ve nasihatleri, sohbetleri, hükümdarlar ve devlet adamlarıyla münasebetleri ve eserleriyle, her kesimden insanın gönlünde taht kurmuştur. Osmanlı padişahlarının yanısıra Ferhad Paşa, Kayserili Halil Paşa, Sarı Abdullah Efendi, Hocazâde M. Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Şâhî Efendi gibi devlet adamlarına da nasihatlarda bulunmuş, onların icraat ve politikalarına yön vermiştir.
Kayserili Halil Paşa ‘nın hayatının anlatıldığı “Gazâ-nâme” isimli eser, Aziz Mahmud Hüdayî ile bir Osmanlı paşası arasındaki münasebeti göstermesi yanında, tasavvuf büyüklerinin dinin yayılması konusundaki gayretlerini aksettiren müşahhas örneklerle doludur.
Öncelikle Halil Paşa‘nın Aziz Mahmud Hüdayî’ye intisabı, eserde şu cümlelerle anlatılmaktadır: “Paşâ-yı pîr ü perver hazretlerinin kadîmden irâdet ve inâbet getürdükleri şeyhi ve senedi seferde ve hazerde himmet-i aliyyesinden istimdâd ettiği şefi’-i mutemedi olup makbûl-ı dergâh-ı rabb-i vedûd kutb-ı dâire-i vücûd, şems-i semâ-i irfan ve şühûd, sirâc-ı hangâh-ı terk ü tecrîd, emin-i bârigâh-ı ilm ü tevhîd olan Şeyh Mahmud Üsküdari Hazretleri…”.
“Gazâ-nâme “de Aziz Mahmud Hüdayî‘nin kendisine gönülden bağlı bulunan Halil Paşa ile müşaverelerinin anlatıldığı bölümler, bir tasavvuf büyüğünün devlet işleri ile yakından ilgi ve irtibatını gösteren çarpıcı misallerle doludur.
Celâlîlere karşı
XIII. asrın başlarında Anadolu, on binlerce kişinin ölmesine, binlerce hanenin sönmesine ve halkın perişan olmasına yolaçan Celâli fetretinin dehşetini yaşıyordu. Aziz Mahmud Hüdayî, o sırada Yeniçeri Ağası rütbesiyle seferde bulunan müridini şu sözlerle teşyî etmektedir:
“Canboladzâde-i bed-nihâd nimet-i celîle-i pâdişâhı ile pervereş bulmuşken, veli ni’metine âsi ve âk (isyankâr) ve dâhil-i zümre-i şikâk ve nifak olmağın min cânibullah dest-i kuvvet ve iktidarı beste ve bazu-yı takat ve i’tibârı şikeste olmuştur. Bilâ tereddüd üzerine varmanız ümmet-i Muhammed’e nâfi ve bunun hakkından gelinmek ırk-ı cümle-i ehl-i fesadı kâtı’ olmak biiznillah melhuzdur.”
Hüdayî Efendi ‘nin bu mektubu Halil Ağa‘ya ulaştığında, serdar Kuyucu Murad Paşa celâlîlere karşı yapılacak cengi tehir etmişti. Ancak mektubu okuyan Halil Ağa, emrindeki yeniçeri alaylarının nizamını bozdurmayıp eşkıya güruhu ile çarpışmaya girişti ve onları darmadağın etti.Osmanlı kuvvetleri Haleb kalesini zaptettiği sırada ise, Halil Ağa‘ya Hüdâyî hazretlerinin şu mektubu ulaştı:
“Ba’de’t-teslîm ve’t-tevkîr inhâ-i dâi-i fakir budur ki mizâc-ı şerifiniz nicedir? Hoş muşuz? Eyüler misiz? Elhamdülillah… Haleb gibi hısn-ı hasın biinâyeti’l-kâdiri’l-muîn suhulet ile feth olup asker-i İslâm selâmet ile dahil olmuşlar. Bu ni’met-i celîleye şükren daima Rızâullah tahsilinde ikdam ve ihtimamda ve her halde Cenâb-ı Rabbi izzete ittikal ve i’tisamda olasız…”
Kaptan-ı derya iken
Halil Ağa, celalî isyanlarında gösterdiği başarılı hizmetleri üzerine, 1609 tarihinde kaptan-ı deryalığa tayin edildi. Bundan sonra fasılalarla tam dört defa getirildiği kaptan-ı deryalık görevinde başarılı hizmetlerde bulundu. Maltalı korsanların faaliyetlerini önlediği gibi, Malta adasını da vurarak zengin ganimetler ele geçirdi. Hüdayî hazretleri, bu seferden büyük memnuniyet duyarak kendisini şu mektubuyla tebrik etti:
Gazâ ve cihâdınız mübarek ve meymûn ve sa’i cemdiniz Rızâullah’a makrûn olup, hemîşe Hazret-i Mevlâ muininiz ve nusret-i Hak refik ve karininiz ola. Elhamdülillah sübhanehü Malta canibine sefer ve anda biinâyetillahi tealâ nice feth ve eser zuhuruna zafer müyesser olmuş. Ümiddir ki Hazret-i Melik-i Kadir kemâl-i kereminden cümlenize muin ve nasır ola.
Beyt:
Gazâ emrinde bezl-i ictihâd it
Cihan darında kesb-i nîk nâm it
Halil Paşa sadrıâzam
Halil Paşa, seferlerden dönüşünde Aziz Mahmud Hüdayî‘nin Üsküdar’daki dergâhına giderek onun sohbetlerinden istifade eder, dualarını almayı en büyük nimet bilirdi. 1617 yılında Şah Abbas‘ın fesadını ortadan kaldırmak için veziriâzamlıkla İran serdarlığına tayin edildi. Paşa, sayısız askeri ile Üsküdar’a geçip, eskiden beri serdar çadırı yeri olan menzilde otağını kurdurmuştu. Cümle vüzerâ, ulemâ, meşâyıh ve ağalar orduyu uğurlamak üzere toplandıklarında, Aziz Mahmud Hüdayî Efendi de gelerek Allahü teâlâ yolunda cihad etmenin faziletinden bahisle, Cenab-ı Hak’dan İslâm askerini muzaffer kılması, din düşmanlarmı ise kahretmesi yolunda niyazda bulundu. Beyt:
Andan ider ehl-i Hûda kesb üfeyz
Himmeti deryasına yok hadd ü gayz
Hüdayî Efendi, daha sonra hırkasını Halil Paşa‘ya giydirmiş ve kendisine pek çok hayır duada bulunmuştur. Görüldüğü gibi, padişahtan sonra Osmanlı Devleti’nin en yüksek icra mevkiinde bulunan zât ile din ilimlerinde yüksek bir âlim arasında tam bir teslimiyet içerisinde mürşid-mürid ilişkisi göze çarpmaktadır.
Şeyhinin yanında
İki defa sadaret mevkiine gelen Halil Paşa, 1628 yılında tekaüde ayrıldıktan sonra şeyhinin dergâhında münzevî bir hayat yaşarken, 1629 yılında vefat etti. Hüdayî Efendi türbesinin hemen yakınına yaptırdığı türbesine defnolundu.
Aziz Mahmud Hüdayî ‘nin şu şiiri şimdi yan yana iki türbede yatmakta olan Şeyh ve müridinin halini ne güzel tavsif etmektedir.
Ezelden aşk ile biz yâne geldik
Hakikat sem’ine pervane geldik
Tenezzül eyleyip vahdet ilinden
Bu kesret âlemin seyrâna geldik
Göçüp ferman ile bunca avalim
Gezerken âlem-i inşâna geldik
Fena bulduk vücûd-ı Fânî mutlak
Bıraktık katrayı ummana geldik
Nemiz ola Huda’ya sana layık
Heman bir lûtfile ihsana geldik
Umarız irevüz baki cihâna
Civâr-ı Hazret-i Rahman’a geldik
Geçüb âhir bu kesret âleminden
Hüdayî halvet-i Sultan’a geldik.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"