II. Mahmud Han, Osmanlı Devleti’nin 19. Asırdaki en kudretli padişahlarından biri idi.
Belki en talihsizlerinden de biri olacaktı.
Kendisine, amcası III. Selim Han’ın şehadeti ve IV. Mustafa’nın tahttan indirilmesi ile neticelenecek bir darbe sonucunda, ölümden kıl payı kurtularak taht yolu açılacaktı.
Bir darbe neticesinde saltanata geçmek padişahta ne tür etkiler yapıyor bilinmez. Ancak devlet yönetiminde kime ne kadar güvenip güvenemeyeceğini bilememesi en zor bir hâl olmalıdır.
Bu darbe geleneği Türk milletinin ne yazık ki bir türlü aşamadığı kısır döngü olmuştur.
Hâlbuki Osmanlı Devleti’nde hiçbir darbeci berhudar olamamış, çoğunlukla darbe üzerinden çok da fazla geçmeden ya boynu vurulmuş ya da ipe çekilmiştir.
II. Mahmud Han, amcası III. Selim Han döneminden muhakkak ki büyük dersler çıkarmıştı.
Azimliydi. Devletini mutlaka kudretli bir hâle getirmenin yollarını araştırıyordu.
Yed-i vahid usulü ile İngilizlerin Osmanlı Devleti’ndeki büyük ticari menfaatlerini kısmıştı. İngilizler 1833 yılından beri ünlü hariciye nazırları Polmerston aracılığıyla bu engeli aşmak için uğraşmışlar fakat muvaffak olamamışlardı. Bunu, Mustafa Reşit Paşa ile sağlama imkânına kavuştular. Londra büyükelçisi iken Mason olan Reşit Paşa’yı Canning vasıtası ile elde etmişlerdi.
Reşit Paşa Mısır meselesinde İngilizlerin yardımını temin bahanesiyle Baltalimanı’ndaki yalısında dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarlıklar sonucunda İngilizlere yıllardır aradıkları imkânı fazlasıyla sunmuştu (16 Ağustos 1838).
Nitekim Palmerston, Baltalimanı Antlaşmasını “Capo d’Opera” (şaheser) diyerek coşkuyla karşılamıştı. Zira anlaşmayla Osmanlı imalathaneleri Avrupa sanayi malları karşısında büyük yara alıyor ve Osmanlı iktisadi yapısı çöküşe geçiyordu.
Anlaşmayı duyan Avusturya başbakanı Metternich, “Osmanlı şimdi bitti” diyerek anlaşmanın Osmanlılar için ne manaya geldiğini belirtmişti.
Bu gelişmeler karşısında Fransızlar, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya yardımlarını artırarak Osmanlılardan aynı hakları elde etmeyi başardılar. İngilizlerden ise beklenen yardım yoktu.
Reşit Paşa’nın, Dışişleri uhdesinde olmak üzere Londra’da oturması ve işleri takip etmesi ayrı bir garabetti.
Başta Hüsrev Mehmed Paşa olmak üzere devlet adamları onun, Baltalimanı Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’ni nasıl bir felakete soktuğunu anlatarak padişahı ciddi manada ikaz ettiler. Bunun üzerine II. Mahmud Han, Mustafa Reşit Paşa’yı İstanbul’a çağırırken idamına da irade-i seniyye çıkarttırmıştı.
Reşit Paşa Londra’dan döneceği sırada İstanbul’daki dostlarından birinden bir mektup aldı. Mektupta kendisinin büyük bir tehlikeye maruz bulunduğuna dikkat çekilirken Padişahın ağır hasta olduğu da belirtiliyor ve gelişini mümkün olduğunca geciktirmesi tavsiyesinde bulunuluyordu.
Bu mektup üzerine Reşit Paşa hastalığını bahane ederek bir müddet daha Londra’da kaldı. Aradan bir müddet geçtikten sonra II. Mahmud Han’ın vefatı vuku buldu…
Reşit Paşa’ya bu mektubu gönderen kimdi? Padişahın vefatını bu kadar kesin olarak nasıl bilmekteydi?
Reşit Paşa daha sonra bu hadiseyi Dahiliye Nazırı Said Efendi’ye söylemiş fakat haber veren dostunun kim olduğunu meselenin önemine binaen açıklamamıştır…
Bunlar gerçekten düşündürücü hususlardır. Dolayısıyla II. Mahmud Han’ın vefatını çok iyi tahlil etmek gerekmektedir.
Padişahın doktorları
Tarihler genelde II. Mahmud Han’ın veremden vefat ettiğini kabul etmektedir. Son dönemlerde bazı araştırmacılar ise içki müptelası olduğunu ifade ederek bunun padişahı ölüme götürdüğünü iddia etmişlerdir.
Fakat padişahı ölüme götüren hastalığın son seyri ve doktorların tavırları incelendiğinde durum pek de böyle kolay kestirip atılacak cinsten değildir.
Nitekim Padişahın ölümünün üzerinden bir yıl geçmeden doktorları arasında büyük bir suçlama yarışı başladı.
Hepsi birbirlerinin tedavi metotlarını şiddetle eleştiriyor tedavi yöntemlerinin ve teşhislerinin yanlışlığını ifade ediyordu. Bu konuda geniş bir makale kaleme alan Ali Akyıldız’ın belirttiğine göre tartışma, Fransız delege Cadalvene’in E. Barrault birlikte kaleme aldığı “Deux Annees de l’Histoire d’Orient 1839-1840” isimli eserde padişahın hastalığı ile ilgili olarak verdiği bilgiler üzerine başlamıştı.
Bu gelişme üzerine padişahın hekimlerinden J. W. MacCarthy ile Konstantin Kara Todori “Relation Officielle de la Maladie et de la Mort du Sultan Mahmud II, Paris 1841” (Sultan II. Mahmud’un Hastalığı ve Ölümü) isimli bir risale kaleme aldılar.
Onlar bu risalede padişahın hekimbaşısı Abdülhak Molla’yı ciddi biçimde eleştirmişlerdi. Bunun üzerine Abdülhak Molla da padişahın hastalığı ile ilgili Rûznâme isimli bir eser kaleme almış ve iddialara cevap vermeye çalışmıştır.
Padişahın bunlardan başka da doktorları vardır. Nitekim II. Mahmud Han’ın son döneminde hastalığı ile ilgilenen iki Avusturyalı doktor vardır. Bunlar Jakop Neuner ve Kari Ambros Bernard’dır.
Padişahın nisan ayından beri hekimbaşısı ise Abdülhak Molla Efendi’dir. Bunların dışında vefatının son haftasında tedaviye katılan Millingen, Stefanaki ve Mahmud Efendi isimli doktorların da adı geçmektedir.
1839 yılına gelindiğinde gayet sıhhatli idi!
Avusturyalı hekimlerin gelişi ve padişahla görüşmeleri hakkında verdikleri bilgiler padişahın son dönemlerinde sıhhatinin gayet yerinde olduğunu ortaya koymaktadır.
Onların İstanbul’a daveti şöyle gelişmişti:
Sultan II. Mahmud, Osmanlı İmparatorluğu’nda sağlık teşkilatı ve tıp eğitimini modernleştirmek gayesiyle Paris Elçisi Ahmed Fethi Paşa Viyana’da iken onun vasıtasıyla Prens Metternich’ten Osmanlı Devleti nezdinde çalışacak Avusturyalı iki dirayetli hekimle bir eczacının araştırılıp bulunmasını rica etmişti. Metternich’in özel hekimi Friedrich Jâger von Jaxtthal’in tavsiyesi üzerine Viyana’dan hekim Dr. Jakop Neuner ile Dr. Kari Ambros Bernard ve eczacı Hofmann bunun için seçilerek İstanbul’a gönderildiler.
Hekimler 3 Aralık 1838’de İstanbul’ geldiklerinde Avusturyalı hekim Dr. Minas ve onun tercümanı Wassiljevvich’le birlikte Padişah tarafından kabul edildiler. II. Mahmud Han, Avusturya İmparatoru ile aralarında olan büyük dostluktan övgü ile bahsederek, bu Avusturyalı iki hekimle bir eczacının İstanbul’a getirilmesindeki yardımlarından dolayı Dr. Minas’a teşekkür etti. Dr. Neuner sarayda Padişahın şahsi hekimi olarak ve Osmanlı Devleti’nin sağlık teşkilatını reorganize etmekle vazifelendirildi.
Dr. Neuner saraydaki ilk günlerinde II. Mahmud Han’ın ağır hasta kızı Hatice Sultan’ı ve bir devlet büyüğünü başarı ile tedavi ederek kendisini ispatlayacaktı.
28 Ocak 1839’da ise eczacılık alanında bazı projelerini anlatmak üzere bizzat padişahın huzuruna çıkmış ve yaşadıklarını şöyle nakletmişti:
“İçeri girdiğimde Padişah hazretlerinin günlük kıyafeti içinde bir koltuk üzerinde oturduğunu gördüm. Sultan çok dostça bana yaklaşmamı işaret etti ve nabzına bakmam için elini uzattı ve ben de hemen o saniyede nabızlarını kontrol ettim.
Padişah: Zannedersem biraz üşütmüşüm dediler, ben de: Nabzınızda hasta olduğunuza dair bir emare yok diye cevap verdim…”
Memnun kalan padişah sonra benden, “Kaç yaşında olduğunu tahmin etmemi” istedi.
Ben de: “Majesteleri ancak 50 yaşında olsalar gerek” dedim.
Majesteleri (Padişah) başını açarak: “Ben 52 yaşındayım ama gördüğünüz gibi saçlarım hâlâ simsiyah. Başkalarından bu yaşta saçlar ya dökülür ya da kırlaşır” dedi.
Ben, bunun oldukça ender rastlanan bir durum olduğundan bahsettikten sonra, kendileri gibi hayırsever ve çalışkan hükümdarların tesis ettikleri sağlık müesseseleri ile yalnız kendi tebaasına değil, bütün insanlığa büyük hizmette bulunduklarını belirterek, inşallah bunu bundan sonraki kuşakların da böyle takdir edeceklerini ümit ettiğimi ifade ettim.
Majesteleri bu arada; “Uzun zamandan beri Fransızca öğrenmeye gayret ediyorum, ama devlet işlerinin çokluğundan ötürü bunu ilerletmem bir türlü mümkün olmuyor” diyerek devlet işlerinin yoğunluğundan şikâyet etmişti.
Konuşma bundan sonra hastane ve eczanelerin durumu ile ilgili olarak devam edecektir… Bu görüşme gösteriyor ki 1839 yılına girildiğinde padişah gayet sıhhatli bir durumdadır…
Doktorları neden engellendi?
Yine doktorların raporlarından anlaşılacağı üzere padişahın 1839 yılına kadar da ciddi denilebilecek bir rahatsızlığı olmamıştır. 1839 yılı başlarında padişahın uykusuzluk ve sinir sistemindeki yıpranmalarından bahsedilir. İlk ciddi rahatsızlığı olarak 8 Mart tarihi verilir. Bu da bir öksürük nöbetidir ve doktoru nezle olduğunu belirtir.
Abdülhak Efendi’nin hekimbaşılığa geldiği Nisan ayından itibaren ise şikâyetler gittikçe artmaya başlar!.. Nedense Abdülhak Molla’nın söylediği tek şey vücudunun güya içkiye alışmış olduğunu belirtmekten öte değildir. Kendisinin bile padişaha içki verilmesini istemesi nasıl bir hekim olduğunu ispatlamaya yetmektedir.
Fakat bu tarihten itibaren doktorların birbirlerini suçlamalarında çok ciddi şüpheler vardır. En önemli suçlama ise Hekimbaşı Abdülhak Molla tarafından, doktorların ya devre dışı bırakılması veya Sultan’ın tedavisi hususunda görüşlerine değer verilmemesidir.
Nitekim Constant von Wurzbach’ın 1849’da Viyana’da yayınlanan “Biographische Lexikon” isimli biyografik eserinde Dr. Neuner’in İstanbul’a gelişinden beş ay sonra Sultan II. Mahmud’un hastalığının ağırlaşmaya başlaması ile birlikte, padişahla görüşmelerinin engellendiği belirtilmektedir. Bu gerçekten çarpıcı bir iddiadır. Zira bu tarih Abdülhak Molla’nın tekrar hekimbaşılığa geldiği döneme rastlamaktadır.
Keza Dr. Neuner’in yanındaki Dr. Bernard’ın açıklamaları da büyük kuşku uyandırmaktadır. O, Padişah’a 18 Haziran’dan önce yapılan konsültasyonda alınan kararların Hekimbaşı tarafından uygulanmadığını, Hekimbaşının yetkilerine dayanarak hastalığa hiç de iyi gelmeyen birtakım bitkilerle Padişah’ı tedavi etmeye çalıştığını ve bunun ise hastalığı daha da azdırdığını ifade etmiştir.
Bernard’ın iddiasına göre de, II. Mahmud Han’ın çevresindekiler, Dr. Neuner’i Padişah’tan mümkün mertebe uzak tutmaya çalışmıştır.
Diğer taraftan Dr. Kara Todori ve MacCarthy’nin suçlamaları da Dr. Bernard gibi bilhassa Abdülhak Molla üzerinde yoğunlaşmıştır. Kendileri, birkaç yıldan beri Padişah’ın hekimi olmalarına rağmen, bilhassa hastalığın nüksettiği son dönemlerinde hastalık konusundaki rollerinin seyircilikten öteye gitmediğini belirterek ikinci planda bırakıldıklarını ifade etmişlerdir. Onlara göre de şayet Hekimbaşına sundukları teklifler günü gününe yerine getirilmiş olsaydı, hastalığın ilerlemesi durdurulabilirdi.
Yabancı hekimlerin iddiada bulundukları ortak bir nokta da Abdülhak Molla’yı hekimlikte ehil bulmayıp sadece adıyla doktor diyerek tanımlamalarıdır. Gerçekten de Abdülhak Molla’nın 1836 yılında görevinden alınması da, onun güvenilir bir hekim olmadığına dayanıyordu.
Peki suçlanmaların odağındaki Hekimbaşı Abdülhak Molla kimdi ve padişahla ilişkileri nasıldı?
Hekimbaşı’nın ihaneti mi?
Abdülhak Molla, 22 Aralık 1786’da İstanbul’da doğmuş olup, babası Dîvân-ı Hümâyun mensuplarından Mehmed Emin Şükûhî Efendi idi. Süleymaniye Tıp Medresesi’ni bitirerek müderris oldu (1801). Ağabeyi Mustafa Behcet Efendi’nin ilk hekimbaşılığı sırasında saray hekimliğine getirildi. Çevresinin ısrarlarına rağmen, ağabeyi yaşının küçüklüğünü öne sürerek Sarây-ı Cedîd’e tayinini uygun görmediği için meslek hayatına Sarây-ı Atîk’te başladı. Bu vazifesine, II. Mahmud tarafından ağabeyi ile Keşan’a sürülünceye kadar devam etti (1821).
Bir yıl devam eden sürgün hayatı küçük kardeşi tarihçi Hızır İlyas Efendi’nin aracılığı ile sona erdi ve Sarây-ı Cedîd’e hekim tayin edildi.
Abdülhak Molla, hekimbaşı bulunan ağabeyi Mustafa Behcet Efendi’nin 1834 yılında ölmesi üzerine hekimbaşı oldu… 1836’da kendisine Anadolu Kazaskerliği payesi de verildi. Ancak aynı yıl payesi elinden alınarak hekimbaşılıktan çıkarıldı. Yerine tıp ilmini lâyıkı ile tahsil ettiği padişah tarafından bilinen cerrahhane müdürü Ahmed Necib Efendi getirildi.
Ancak Abdülhak Molla, üç yıl sonra Nisan 1839 tarihinde tekrar hekimbaşılık görevine kavuşacaktı. Fakat onun bu gelişi II. Mahmud Han’ın sonunu da getirecekti. Molla’nın kini hekimliğinin önüne mi geçmişti?!.
Zira doktorların raporlarından da anlaşılacağı üzere onun gelişi ile birlikte Padişahın şikâyetleri birdenbire artmıştı. Nitekim son üç ayında halsizlik, mide ağrısı, kanlı balgamlı öksürük, öksürüğe bağlı uykusuzluk, sinirsel yorgunluk, iştahsızlık, sindirim sisteminde bozukluk, kabızlık, dilin üzerinde koyu sarı bir pas tabakası, yüksek ateş, bulantı ve kusma gibi belirtiler dile getirilmiştir… Bunlar zehirlenmenin de bir belirtisi olamaz mıydı?
Padişahın hastalığı ve şikâyetleri artarken yine aynı tarihlerden itibaren yanındaki hekimlerin hep geri planda bırakılmaları ve tedavi usulü hakkında söylediklerinin askıya alınması bir tesadüf olabilir miydi?
Yoksa planlı programlı bir tarzda padişah ölüme doğru götürülmüş müydü?
Hekimler padişahı tedaviden uzak tutulurken İngiliz elçisine günü gününe haberler kim tarafından gönderiliyordu?
Londra’daki Reşit Paşa’ya öldürteceği bilgisinin yanı sıra, padişahın yakında öleceği bilgisi kim tarafından uçuruluyordu?
Ciddi hiçbir kaynakta geçmemesine rağmen padişahın sabah akşam deli gibi içki içtiğini iddia eden, ölümünü içkiye bağlayan ve güya diğer doktorların karşı çıkmasına rağmen hastalığında dahi içki vermek için çırpındığı ifade edilen bu hekimbaşıya ne kadar inanmak icap eder?
Bütün bu can alıcı noktalar birleştirildiğinde Abdülhak Molla liderliğinde Reşit Paşa taraftarı bir cuntanın Sultan Mahmud Han’ı ortadan kaldırmış olduğu ayan beyan belli olmaktadır!.. Zira görevden azli dolayısıyla padişaha muğber olan Abdülhak Molla neticede bu iş için biçilmiş kaftandı.
II. Mahmud Han’dan sonra Osmanlı Devleti’nin İngilizlere yarı bağımlı bir hâle gelmesi, Reşit Paşa’nın konumu ve devlet sisteminin tamamen değişmesi bunun açık bir göstergesi değil midir?
II. Mahmud Han gibi kudretli bir padişahla yürütemeyecekleri reform ve değişiklikleri henüz on altı yaşındaki Abdülmecid Han’a rahatlıkla yaptırabileceklerdi.
Tarih okumalarına dikkat!
Öte yandan bu durum tarih okumalarımızın ve tahlillerimizin ne kadar sıkıntılı olduğunu da bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Zehirlendiğine dair hiçbir emare bulunmadığı hâlde, Alman Babinger’in uyduruk bir iddiası esas alınarak Fatih Sultan Mehmed zehirlenerek öldürüldü tezi bir anda kabul görmektedir.
Şehit edildiği bütün kaynaklarca ve araştırma raporları ile belli olan Sultan Abdülaziz’in intihar ettiği sadece darbecilerin tahlillerine dayanılarak canhıraşane savunulmaktadır.
Buna karşılık II. Mahmud Han’ın ortadan kaldırılışına bunca emare varken gündeme dahi getirilememesi düşündürücü olmaktan çok daha öte bir durumdur.
Milletimize “Büyük” ve “Koca” lakapları ile öğretilen İngiliz uşağı Mason Reşit Paşa ile ekibinin II. Mahmud Han’ı ortadan kaldırdıkları bu hainane teşebbüs, belki de tarihimizde üstü başarıyla örtülen en büyük komplo hareketi olmuştu.
Zira devlet idaresinde büyük değişimlere yol açan olayların öncesindeki vakalar mutlak irdelenmeye muhtaçtır. Bunların bazıları çok açık bir biçimde yürütülürken bazıları ise gayet başarılı bir tarzda üstü kapatılarak gerçekleştirilmiştir.
Misal olarak Fatih’in vefatında Osmanlı devlet idaresi aynı yörüngede hayatiyetini devam ettiriyordu. Zehirlenmiş olması veya olmaması çok da önemli değildi.
Peki aynı durumu II. Mahmud Han, Abdülaziz Han ve II. Abdülhamid Han için söylemek mümkün müdür?
Nitekim Cumhuriyet döneminde de 27 Mayıs 1960 darbesi büyük değişimi getirirken Menderes idam olunmuştu. 28 Şubat postmodern darbesinde ise Özal’ın ölümü hep şaibeli bulunmuştur. Zira ondan sonra devlet yönetim anlayışı büyük ölçüde değişime uğramıştı.
Tayyip Bey’i zehirleme girişimlerinin başarısız olunması üzerine 15 Temmuz işgal hareketi de, devlet gemimizin farklı bir yörüngeye oturtulması maksatlı değil miydi?
Bu arada zihniyetin değişmesi ile birlikte millî olan devlet büyüklerimizin büyük karalama kampanyalarına düçar olması ve gençlerimizin bunlara inandırılması da eğitim sistemimizin ayrı bir sorunudur.
Nitekim, sadece doktoru Abdülhak Molla’nın ifadesiyle -ki o da Sultan’ın vefatında büyük şaibe altındadır- sabah akşam içki içtiğine inanılan II. Mahmud Han’ın dinî yaşantısı ve şahsiyetini de inşallah haftaya “Cuma Divanı” köşemde anlatacağım.
TEFEKKÜR
Rûz u şeb dîdelerim derdin ile kan ağlar
Vâkıf olan benim esrârıma ol ân ağlar
Dâğ-ı sînem göricek hûn ile âlûde benim
Rahm edip hâlime ezhâr-ı gülistân ağlar
II. Mahmud Han
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
19.02.2021
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/617669.aspx
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"