Dün Sultan II. Abdülhamid Han’ın vefatının 103. Sene-i devriyesi idi. Kendisini rahmetle yâd ediyorum. Onu ve günümüzü anlamak açısından Tanzimat dönemini ve sonrası devlet adamlarını çok iyi tanımaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu konuyu işlemeye devam edeceğim...
Tanzimat fermanı ile birlikte, Osmanlı Devleti’nde ikiyüzlü bir politika işlemeye başlayacaktı. Bu politikanın esasını halka karşı hamasi nutuklar teşkil edecekti. Gerçekte ise devletin asıl sahipleri ve bu ülkede kimler muktedir anlaşılamayacaktı. Hatta bu durum cumhuriyet döneminde, “İktidar olursunuz ama muktedir olamazsınız” vecizesini siyaset tarihimize kazandıracaktı...
Muktedir olan kimdi? Ne zamandan beri ülkemizde muktedir olmuşlardı? İşte bu suallerin cevabı bizi Tanzimat’a kadar götürmektedir. Tanzimat dönemi padişahın bir kısım yetkilerini budamıştı. Peki muktedir olanlar Osmanlı devlet adamları mıydı? Buna “evet” cevabını vermek maalesef mümkün değildir.
Nitekim dönemin devlet adamlarının her birini tek tek incelediğimizde, İngiliz Fransız veya Rus taraftarı diye tanındığına şahit olacağız.
Osmanlı Devleti, muhteşem devirlerinde devşirdiği adamları Müslüman kılıyor ve ülkesinin hizmetinde mert bir şekilde kullanıyordu. Şimdi ise İngilizler modern ve sinsi devşirmeciliğin yolunu açmıştı. Devşirdikleri adamlar ülkesinden çıkmıyor, Müslüman kisvesini çıkarmıyor ve fakat yabancılara hizmet kuşağını bağlıyordu.
Sultan II. Abdülhamid Han 30 yıllık şahsi iktidarında devletini bu tasalluttan bir müddet için de olsa kurtaracaktı. Fakat döneminde yetiştirdiği öz evlatları, kendisine İngiliz, Fransız ve Rus’tan daha fazla hakaret edecek ve akılalmaz iftiralar yapıştıracaklardı.
Tahttan indirildikten sonra da neredeyse 80 sene, Fransız akademi üyesi Albert Vandal’ın onun için söylediği “Kızıl Sultan” ifadesi, ders kitaplarımızda okutulacaktı.
Türk’ün üç bin yıllık tarihinde hakanlarına, kağanlarına, hanlarına, şahlarına, padişahlarına, sultanlarına karşı duyulmuş bir söz değildi. En beceriksizi dahi olsa neticede sultanlarıydı, başlarıydı.
Eski Türklerdeki “kut” anlayışı İslamiyet döneminde yerini “Zıllullah” tabirine bırakmıştı.
Müslüman millet, Topkapı Sarayı girişinde yazılı olduğu gibi “es-Sultan zıllullahi fil erd” (Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesi, halifesidir) inancıyla sultanlarına karşı hürmetle hareket ediyor ona olan saygı ve bağlılıklarını her şeyin üzerinde görüyorlardı.
Biz bir din biliriz bir de padişah,
Bin yıl ömür versin yaradan Allah.
İnancı ve zihniyeti nasıl yok edilmişti, nasıl bir dönüşüm yaşamıştı. Bu düşmanlık ve kinin nedeni nasıl anlaşılabilirdi. Bunu salt menfaat anlayışı ile çözmek mümkün değildir.
Devlet Bahçeli Bey’in 01.12.2020 tarihinde Meclis Grubunda milletvekillerine hitaben yaptığı şu konuşma, bu meseleyi mükemmelen özetlemektedir.
“19. yüzyılda vezirlik, nazırlık, sadrazamlık görevlerini üstlenmiş Saffet Paşa, medeni bir ülke hâline gelmek için Avrupa’nın bütünüyle kopya edilmesini ısrarla tavsiye ve tembih etmişti.
Öze değil kabuğa bakmıştı, mazrufa değil zarfa kafa yormuştu.
Elbette akıl tutulmasına ve teslimiyetçilik anaforuna düşen yalnızca bu Paşa değildi.
Tanzimat ve Meşrutiyet süreçlerinin kategorik biçimde savurduğu devlet ricali maalesef çareyi kendi özünde, kendi değerlerinde, hemen yanı başında duran millî ve manevi hasletlerde görmedi, göremedi.
Ya görmesini bilemediler, ya da gördüklerini özümsemediler.
Ruh kökleri tarih ve milletle bir olan fikir ve siyaset adamları için haysiyet, abeste direniş değil hakikate gönüllü teslimiyettir.
Aydın geçinen zavallılar, Batılı dostları alınmasın diyerek tarihi boyunca birikmiş dev hazineleri, haşmet ve görkem aydınlığıyla parlayan muzaffer geçmişi utangaç çocuk edasıyla gizlemeye çalıştılar...”
İngiltere’nin Doğu'daki sesi!
İşte Osmanlının içine düştüğü bu büyük dönüşümün en büyük aktörü İngiliz Lord Stratford Canning idi. Evvelki hafta nispeten değindiğimiz Canning’i ve devlet adamlarımız üzerindeki tesirini çok iyi bilmek gerekmektedir.
Londra’nın merkezindeki West Minister Abbey Katedrali’nin içerisine yerleştirilen Stratford Canning heykelinin altında dönemin meşhur Kraliyet Şairi Alfred Tennyson’nun şu notu her şeyi özetlemekteydi:
“İngiltere’nin Doğu'daki sesi!” Bu sesin sahibi Osmanlıyı nasıl teslim almıştı.
O, 1832 yılından itibaren Osmanlı içerisinde faaliyetlere başlamıştı. Etkileyeceği adamı da bulmuştu. Bu Mustafa Reşit Paşa idi. Ancak bu yıllarda gerek Reşit Paşa’nın aşağı rütbesi gerekse II. Mahmud Han’ın kudreti ona arzuladığı oyunu oynama fırsatını vermeyecekti. Fakat Canning çok iyi bir gözlemci ve takipçiydi.
II. Mahmud Han dönemi ıslahatları dış dünya için korkutucuydu. Zira II. Mahmud Han, imparatorluğu tekrar güçlü kılma hamlelerini bir bir atıyordu. Hatta Yunan meselesinde aldıkları yanlı taraf üzerine Canning de dâhil büyükelçileri ülkeden kovar gibi uzaklaştırmıştı.
İngiltere’nin bu oluşuma fırsat vermemesi gerekti. Nitekim Osmanlı donanması Navarin'de yakılmış ve onun yaraları sarılmadan yeniçeri ocağı da kaldırılmışken dizginler ellerine geçirilmeliydi!..
Bu dönemde Reşit Paşa’nın Londra’ya gelmesi büyük bir şans olacaktı. Canning, kendisiyle uzun uzun görüşme ve planlarını tertipleme imkânını bulacaktı. Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa meselesi de kendilerine istedikleri fırsatı altın tepsi içinde sunmuş bulunuyordu.
Reşit Paşa, Mısır meselesinde Osmanlıların desteklenmesi karşılığında İngilizlerin beklentilerinin fazlasıyla karşılanacağını belirtmişti. Diplomasi başarısı olarak gösterilen bu hareket aslında teslimiyetten başka bir mana taşımıyordu.
Nitekim önce Mehmed Ali Paşa’nın İngilizlerin de teşviki ile Osmanlı Devleti üzerine yürüme planı başarı ile sahnelendi. Ardından II. Mahmud Han’ın vefatı tasarlanan projeleri hayata koyma imkânını sundu.
1839 yılında genç ve tecrübesiz padişaha siyasi destek vaadiyle Tanzimat Fermanı ilan ettirildi. Bir kısım Osmanlı devlet adamları Mısır meselesinin halli ile birlikte Tanzimat’ı askıya almayı düşünüyorlardı.
Ancak İngilizler aynı düşünmüyordu. Bu adımdan asla dönüş olmayacaktı. Dönüşüm yoluna girenler yobaz ve gerici olarak yaftalanacaktı!
Nitekim Mustafa Reşit Paşa ile birlikte Tanzimat’ın mimarı olan Stratford Canning, 30 Ekim 1841’de Britanya Kraliçesi Alexanderia Victoria tarafından “Fevkalade yetkili elçi” olarak İstanbul’a atandı. Fakat bu fevkalade elçi, yetkileri kimden alıyordu, kime veriyordu?
Canning’e Kraliçe tarafından verilen talimatnamede şu husus önemle vurgulanmıştı:
“Doğu Akdeniz’de Türk gücünün desteklenmesi ve imparatorluğun iç karışıklık ya da yabancı saldırganlığı neticesinde dağılmasının önüne geçilmesi...” Osmanlı Devlet adamları görünüşte deva gibi olan bu öldürücü zehri kolayca yutacaklardı!
Şanlı geçmişlerini kolayca unutmuşlardı. Bugün dahi eserlerimizde hep İngilizlerin Osmanlı toprak bütünlüğünü sağladığı anlatılır. İngiliz’in neler kazandığı ve öldürücü darbeyi nasıl indirdiği ise hep göz ardı edilir.
Demek ki Osmanlı Devlet adamları yıkılmamanın formülünü kendilerine "büyük dost" sıfatı ile yaklaşan İngiltere’de bulmuşlardır.
Artık İngilizler güya dosttur! Bizim devlet adamları da artık bu dostun emir eri hükmündedirler!
Nitekim ABD’nin de yeni Türk devletinin kurumlarına sızması, komünizm tehlikesini göstermekle olmuştu.
Bu hâl aynı senaryonun yüzyıl sonraki versiyonu değil miydi?
Haftaya II. Mahmud Han’ın vefatına bir başka cepheden bakacağız!..
TEFEKKÜR
Bir dîdede kim nûr-i hakîkat ola eyler,
Âyine-i emr üzre ferdâyı temaşâ...
Bursalı Tâlib
(Bir gözde hakikat nuru varsa,
Olaylar aynasında geleceği seyreder.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
12.02.2021
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/617564.aspx
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"