Acımız büyük yaramız derin. Anlatılması zor. İçinde yüzlerce, binlerce hikâye barındıran ve hepsi de gözyaşlarınızı engelleyemediğiniz türden. Sarmaya kalksan sarılmıyor, merhem olmaya çalışsan yetmiyor, teskin etmeye kalksan olmuyor…
Bir millet topyekûn seferber olmuş durumda. Büyük fedakârlık ile çalışıyor. Öncelikle can diye çırpınıyor, bir can gözlüyor! Zira buz gibi bir soğuk, her geçen dakika dünya kadar kıymetli. Millet akıl sır ermez kurtuluşlara tanıklık ediyor. Kurtarılan çocukların ilk sözleri yürek burkuyor.
Düşünün bir veya birkaç kişinin kurtarılması da günleri alıyor. Büyük bir sabırla orada saatlerce soğukta bekleyen millet sevincini bendini aşan sel gibi ancak iki kelime ile ifade edebiliyor; “Allahü ekber!..” Zaten o iki kelimeden başka hiçbir kelime de onun duygusunu ifade edemezdi.Fakat o da ne? Derhal bazı televizyon kanallarında ve sosyal medya hesaplarında bir hazımsızlık başlıyor.
Can Ataklı “Bu kadar absürd bir şey olamaz” diyerek hazımsızlığını ortaya koydu. Cumhuriyet gazetesi de büyük rahatsızlık duymuştu. Sözde bir ilahiyatçının fikirlerine yer veren gazete, onun tekbir getirilmesi ile alakalı olarak, “Bu başlı başına bir cinayettir”, sözünü paylaştı.
Cehalet babası birisi ise tekbire “örgüt propagandası” dedi. Galiba bu herif Türk insanını DEAŞ militanları zannetti!..
Hani hemen yan tarafta bir çalışma yürütenler bundan rahatsız olsalar, söyleyenleri ikaz etseler falan anlarsınız. Zaten bu mesele orada çözülür. Bunlar oturdukları ve çaylarını yudumladıkları sıcak odalarında bir de bu tekbir nedir diyerek zıvanadan çıkıyorlar. Sosyal medyada birisi “Dinlemek zorunda mıyım?” diyerek cıyak cıyak ötüyordu!..İnsan ne söyleyeceğini bilemiyor…
Devlet nerede mi?
Peki bunlar oraya gitseler ne söyleyecekler diye merak ediyorsunuz.
Neyse ki sizi fazla merakta bırakmıyorlar. Koro hâlinde yolda anlaşmış gibi ağızlarından papağan misali tek bir ses çıkıyor:
“Devlet nerede? Devleti ben göremedim. Devlet sahipsiz…”
Hele bunu deprem bölgesinde faraza birisinden duysalar zevkten kendilerinden geçiyorlar.
Neyse ki soğuğa gelemeyen tipler. Geceyi orada geçirebilecek hâlleri yok. Faraza toplanacak olsalar tekbirleri bastırıp, “Devlet nerede” diye ortalığı yıkacaklar. O zaman Can Ataklı ve avanesi de dört köşe olacaklar.İşin en garip yanı bu tiplerin devletin ne olduğunu dahi bilmemeleri. Hükûmetleri devlet yerine koymaları!..
Behey ahmak! Devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Hükûmet işlerin yürütücüsüdür. “Hükûmet nerede” diyebilirsin ama “Devlet nerede” diye bağırırsan “ben ahmak birisiyim” diye ilan etmiş olursun!..
Oradaki AFAD devlettir, jandarma devlettir, polis devlettir, sağlık kuruluşları, hastaneler devlettir, itfaiye devlettir…
Bu kadar cehalet kimde olur diye düşünüyorum. Bulamıyorum. Evet bunun okuma yazma bilmemek ile hiçbir ilgisi olamaz. Dağdan inmiş biri bile “Devlet hastanesine gidiyorum” der, “hükûmet hastanesi, hükûmet postanesi, hükûmet polisi, hükûmet jandarması…” demez.
Öyleyse bu körlüktür, nefrettir, husumettir. Cehl-i inadiliktir.Allah böyle hâllere düşmekten muhafaza eylesin.
Peki bütün bunları organize eden, sevk eden, yürüten kimdir? İşte burada hükûmet devreye girer. Evet uygulamaları hatalı, eksik bulabilirsiniz. Bunlar tartışılır, tartışılacaktır da. Fakat daha neredeyse ilk günden yalan haberler yapılarak mı?
Yalancıyı ne yaparsınız?
Maalesef depremde de yalan haberler hız kesmedi. Elbette bunlar masumane basit yalanlar değildi. Birliğimizi, dirliğimizi, bütünlüğümüzü bozan, itibarımızı zedeleyen, güvenliğimizi tehlikeye atan yalanlardı. TV’lerde en etkili isimler, sosyal medyada yüz binlerce takipçisi olanlar, yalan haberler yaymaktan hiç utanmadılar!..
Önce TSK’yı hedef aldılar ve ordunun arama kurtarma çalışmalarına hiç girmediğini yazdılar. Hâlbuki jandarma ilk günden göreve başlamış bulunuyordu.
Ardından deprem çalışmalarını sekteye uğratacak korkunç yalanları devreye soktular.
Kahramanmaraş’ta “yanardağ patladı-patlayacak” haberlerini, Hatay’da “baraj patladı” haberi takip etti. Arama kurtarmaya katılanlar dehşetle kaçışınca kurtulmayı bekleyenler canlarından oldu.
“Devlet yok” yalanı hiç tutmayınca bu defa bölücü maksatlı yalan haberler konu edilmeye başlandı. “Enkazdan ilk olarak AK Partilileri çıkarıyorlar” ve “Alevilerin olduğu yerlere yardım gönderilmiyor” yaygaraları koparıldı. Hani “Şeytan’ın aklına gelmez” denilen türden bu nevi yalan beyanlar bunların aklına geliyordu…
Samsun’da deprem olacak, Balıkesir’de deprem olacak, Maraş’ta yeni deprem paniği, “Atatürk Barajı’nda çatlaklar oluştu” yalanları milletin ümidini kırmak ve yardım faaliyetlerini sekteye uğratmak amaçlıydı.
Bütün bunların cevapları verildikçe yeni yalanlar önü alınmaz bir şekilde servis ediliyordu.
Bunlardan bazıları da Afgan ve Suriyeli düşmanlığını böylesine nazik günlerde zirveye taşıyacaktı. “Bir Afgan, çıkan cesetlerin ellerini kesip altınlarını çalıyor” iftirası milleti galeyana getirdi. Kurtarmaya gelen Suriyelilere dahi saldırılar gerçekleşti. Yalan olduğu ortaya çıkınca haberi çıkaran tutuklandı.
Yine “Suriyeliler Fenerbahçe tırını yağmaladı, Suriyeliler itfaiye erinin telefonunu çaldı ve Arap, Alevi ve Kürt nüfusun olduğu yerlere AFAD gitmiyor” haberleri hep büyük fitne ve iç karışıklığa davetiye çıkaran yalanlardı.
Arap ülkeleri sistemli bir şekilde yalanlarla yıpratılırken İsrail ise meşhur bir hesap öncülüğünde parlatılmaya çalışılıyordu. Oysa İsrail Parlamentosu’nda Filistinli bir kadın vekil Türkiye ve Suriye’ye taziyede bulunmak isterken, başkan ısrarla Türkiye kelimesini kullanmamasını ihtar ediyordu. Bu sırada başta Katar olmak üzere Arap ülkelerinden yardımlar yağıyordu. Yalanlar ise bitmek bilmiyordu…
Daha acı olanı da bu yalanlara muhalefet liderlerinin de koro hâlinde katılmasıydı. Bilhassa “Devlet yok” yalanı hepsinin ağzına sakız gibi yapışmıştı.
Depremin dördüncü gününden itibaren koşarak gelen siyasetçiler boş bir alan bulup, “hani devlet nerede” diye çığırtkanlık yapmaya başlıyordu. Yani gündemlerinde yardım, yara sarma ve depremzedenin derdine derman olma gibi bir dertleri yoktu.
Birinci dertleri deprem üzerinden hükûmeti yıpratmaktı. Onu yaptılar. İkinci dertleri ise seçimdi. Nitekim Ankara’ya döner dönmez onu da ağızlarından çıkardılar: “Seçimler ertelenemez…”
İşte on dört milyon insanın değeri onların nazarında ancak bu kadardı. Gazetelerinde, “Can pazarında inşaat sözü” diye başlık atan güruh ise seçim nutuklarını hiç duymayacaktı…
Biz yine yalanlara dönecek olursak. Türklerin İslamiyet’le yeni yeni tanıştığı günlerdi. Bir Türk komutanı Müslüman bir âlime dinleriyle ilgili bilgiler soruyordu.
“Adam öldürene zina yapana ne ceza verirsiniz?” diye sordu. Aldığı cevaplar kendisini tatmin etmişti. “Peki yalancıyı ne yaparsınız?” dedi. O da “Yalanın derecesine göre had cezası uygulanır (belli sayıda ayaklarına falaka)” dedi.
Bu cevap Türk komutanı memnun etmemişti. “Biz bir ayağını bir ata diğer ayağını başka bir ata bağlarız sonra da atları ters yönlere doğru koştururuz” dedi.
Şayet bu “eski Türk cezası” uygulanmış olsaydı yalancılar pişkin pişkin ortada dolanabilir miydi acaba?..
Bilhassa İslamiyet’e uzak durup “eski Türk dini” diye ahkam kesenlerin, yalanları ortaya çıktığında yüzü kızarabilseydi bari. Ne gezer?
En acı olanı derdinize bile oturup ağlayacak vakit vermiyorlar!…..
Not: 15 Şubat gecesi “Türkiye Tek Yürek” kampanyasına destek veren değerli sanatçılarımıza, sunucularımıza, TV kanallarımıza, desteklerini esirgemeyen devlet kurumlarımıza, necip milletimize minnettarlığımı ifade ediyorum. İnşallah bu kampanyanın devamı gelecektir. İnanıyorum ki devlet millet el ele yaralarımız daha çabuk sarılacak ve kutlu yürüyüşümüz devam edecektir…
TEFEKKÜR
Yalancıdan uzak dur, kaç hele
Sen ömrünü geçir doğruluk ile
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
17.02.2023
Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ahmet-simsirgil/aciya-aglayamamak–636912
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"