Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır
Son yılların popüler edebiyat ve romancısı Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanı daha okurları ile buluştu. Romanın ana kahramanlarının Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ve Taçlı Hatun oluşu ise muhakkak ki esere olan ilgi ve alakayı kat be kat artırdı.
İskender Bey’in televizyonlarda çıkmadığı TV kanalı herhalde kalmadı.
Bunlardan bir tanesini ben de dinlememiş olsaydım belki romanı okumayacak ve belki bu yazıyı da kaleme almayacaktım.
Ancak orada bir değerlendirme yaparken üç cümlede dört büyük hataya düşmesi ilgimi çekti. Bu defa roman hakkında bir değerlendirme yapmama da yol açtı.
Zira İskender Bey bunun sadece bir roman kurgusu olduğunu belirtmiyor, tarihi hadiselerin doğruluğu üzerinde de ısrarla duruyordu. Hatta daha da ileri giderek tarihi hadiselerin mutlaka belgelere dayandırılması gerektiğini sık sık vurguluyordu.
Nitekim bir tenkide uğramamak için eserinin önsözünde:
“Yazdıklarımı okuyup tarihi açıdan eleştirilerini esirgemeyen değerli dostlarım Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ve Doç. Dr. Erhan Afyoncu’ya,” diyerek teşekkürlerini beyan etmesi muhakkak ki kendisinde eserin tarihi olaylara tam bağlı olmasını istediğini gösterirken okuyucuda da bu duyguyu daha da pekiştirmektedir.
İskender Bey’in yukarıdaki bilim adamlarının görüş ve düşüncelerine ne ölçüde kıymet verdiği ve onların yönlendirmesi ile tarihi hadiseleri düzelttiği konusunda doğrusu büyük tereddütlerim oluştu. Zira eserin içerisinde, şayet titiz bir çalışmadan geçirdiler ise, tanıdığım ve değer verdiğim kıymetli bilim adamlarımızın altına imza atamayacakları birçok tarihi bilgi ve kurgu var.
Ancak okuyucu, eserin tarih danışmanı olarak bu kıymetli bilim adamlarının isimlerini gördüğünde, romandaki çarpıtılmış hakikatleri doğru diyerek kabullenecek ve belki de en küçük bir tereddüde mahal kalmadan okuyacaktır.
Bu itibarla eser hakkında küçük bir mütalaa yazmayı ve kıymetli okuyucularımla paylaşmayı uygun buldum.
Fuzuli’nin yukarıdaki beytinde şair sözü yalansız olmaz özdeyişine paralel olarak demek ki isminin başına Prof. unvanı eklenmesi de anlaşılan vaziyeti değiştirmiyor. Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanda tarihin en meşhur şahsiyetleri hakkında bu kadar hata yapması ve romanını bu kadar yanlış bir kurgu üzerine bina etmesi doğrusu anlaşılır bir hadise değildir.
Dilerseniz öncelikle yazarın Haber Türk TV’de 15 Ekim 2010 tarihli Öteki Gündem programında, romanından da esinlenerek söylediği sözlerden başlayalım. İhtimaldir ki okuyucularımızdan büyük bir kısmı da bu söyleşiyi izlemişlerdir.
İskender Pala Bey, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’in eline geçen Taçlı Hatun’a ne yapacağını düşünürken hatırına Timur Han’ın Yıldırım Bayezid’in hanımına yaptıklarını getirtmektedir.
İşte bu itibarla o söyleşide bu hadiseyi el alırken şöyle nakletti.
Yıldırım Bayezid Han’ın hanımı Türktü. Ankara savaşı sonrasında Timur Han’ın eline geçince Timur, kendisini çırılçıplak soydurdu ve askerlerine sakilik yaptırdı. Bu utanç dolayısı ile Osmanlı padişahları bir daha Türk kadınlarla evlenmediler. TV’de bunları anlattı.
Romanı okurken bunları neden anlattığının ifadelerini de bulmuş buldum. Şöyle ki:
“(Şah İsmail) Emir Timur ile Sultan Bayezit arasında geçenleri, Timur’un Yıldırım Hanın eşine yaptıklarını çok iyi biliyor ve Sultan Selim’in –o kanlı Selim diyor- Taçlı’ya böyle bir şeyi reva göreceğinden korkuyor. Acaba Selim de Emir Timur gibi davranır, Taçlı’yı soyundurup ordusunun önünde sakilik yaptırarak şerefini paymal eder miydi”? (Şah&Sultan, sh. 225).
Tarihi bir roman yazılırken insan kendi dönemine göre ve düşüncesine göre mi yazar yoksa tarihini yazdığı şahsiyetin düşüncesini mi ele alır. Ben roman ve hikâye yazarı olmadığım için bilemiyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki kahramanını net bir biçimde tarihin mümtaz simalarından seçmiş olduğu halde o tarihi şahsiyeti maddi ve manevi yönleri ile tanımıyorsa veya onun şahsiyetine uygun olarak yazmıyorsa yazdığı kişi o olmaktan uzak olacaktır.
Yazarın burada öncelikle Timur Han’ın şahsiyetini çok iyi tanıması gerekir. Sanırım bu mevzuda “Timur ve Tüzükatı” adlı eseri dikkatle okuması gerekirdi. Üzerinde pek çok araştırmalar yapılan son olarak BKY yayınları arasında “Devlet Yönetmek” adı ile de yayımlanan bu eserden Timur Han’ın hayat ve devlet düsturlarını gösteren on iki maddeyi okusa acaba yazar onun askerlerine, bu kadar rahat içki içirip ortalıkta kadın kız oynattırabilir miydi?
Ben burada sadece birinci düsturunu söylemekle yetinmek istiyorum.
“Allah’ın dinini ve Hazret-i Muhammed’in hükümlerini dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslamiyet’i tuttum”.
Timur Han “ Biz ki Müluk-ı Turan Emir-i Türkistan’ız. Biz ki Türk oğlu Türküz. Biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün başbuğuyuz” diyerek kişiliğini Türk kültürüne töresine sahip çıktığını da açıkça ortaya koyan bir liderdir. Bu büyük cihangirin, mağlup ve gaza ehli yiğit bir Türk hakanına böyle bir hakareti uygun göreceğine acaba kim inanır. Böyle bir davranışı değil Türk’ün Türk’e, Türk’ün gayri Müslim hükümdarlara dahi uyguladığına dahi bir emsal gösterilebilir mi?
Sultan Alparslan’ın Bizans imparatoruna, Yıldırım Bayezid’in Macar şövalyelerine, Yavuz Sultan Selim’in Memluk hükümdarına karşı davranışlarını bilmek yetişir sanıyorum.
Belki böyle bir muameleyi, en nefret ettiği bir hükümdar olan Şah İsmail’in eşini esir etmiş bulunan Selim Han’dan bekleyebilirsiniz. Ancak onun da hiçbir şekilde Taçlı Hatun’u rencide etmediği ve ulemadan çok sevdiği Tacizade Cafer Çelebi ile evlendirdiği bilinmektedir.
Diğer taraftan İskender Pala Bey’in hiç olmazsa bu durumu en iyi bilecek ve belki bu konuyu Yıldırım Bayezid’in aleyhine mutlaka kullanacak olan Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi ile Nizamüddin Şami’nin eserlerini görmüş olmasını dilerdim. Ne yazık ki onlara da bakmak ihtiyacını hissetmediği anlaşılmaktadır.
Oysa bütün bu kaynaklar Yıldırım Bayezid Han ile Timur Han arasında ilk günden vefatına kadar devam eden görüşmelerin hep hükümdarca cereyan ettiğini ve birbirlerine karşı saygılı ve ölçülü olduklarını açıkça beyan eder. Nitekim Osmanlı tarih yazarlarından Hoca Sadeddin Efendi Yıldırım Bayezid Han’la ilgili bazı iddialara cevap verirken Timurlu tarihçi Şerefeddin Ali Yezdi hakkında şu çarpıcı mütalaada bulunur.
“Şerefeddin Ali Yezdi kitabında bu konuları açıklarken bir tarafı küçültmede Timur’u yükseltmede aşırı ve ileri gider. Hemen hemen bütün yazdıklarını bağnazca dile getirir. Ancak iki padişahın konuşmalarını, görüşmelerini anlattığı zaman saygı ve yüceltme gösterilerinden başka bir görünüş, padişahlığın şanına dokunacak bir tutum ya da davranıştan söz etmez. Bazı Türkçe tarihlerde masalcı babalar padişahın hapse atıldığından, kafese kapatıldığından söz ederler ki, bunlar düzme haberlerdir. Şayet o günlerde buna benzer bir tutum görülmüş olsaydı, Mevlana Şerefeddin bin dereden su getirerek laf kapısını açmak zorunda kalacaktı”.
Gelelim yazarı Haber Türk TV’deki yaptığı diğer hatalara:
“Yıldırım Bayezid Türk olan eşini savaş meydanına getirdi ve o Timur tarafından esir edildi” dedi.
Bir defa esir edilen hanım Türk değildi. Sırp kralı Stefan Lazareviç’in kızkardeşi ( I. Lazar’ın kızı) Despina idi (Kaynaklarda adı Marya ve Olivera diye de geçmektedir).
İkincisi Osmanlılar eşlerini savaş meydanlarına götürmezlerdi. Nitekim Despina da Yıldırım Bayezid’den olan iki kızı ile saklanmış oldukları Yenişehir’de yakalanarak Timur Han’ın katına gönderildiler. Timur Han bunları derhal Yıldırım Bayezid Han’ın yanına gönderdi. Zafername’nin kaydına göre Timur Han bu kızlardan birini torunu Ebubekir Mirza ile evlendirmiştir.
Yıldırım Bayezid’in eşi Despina hanım Müslüman olmamıştı. Şerefeddin Yezdi onun Timur’un sarayında iken İslamiyet’i kabul ettiğini yazar (Uzunçarşılı s. 316).
Bütün bu bilgilerden, Timur Han’ın Bayezid Han’a ve eşine davranışı ile ilgili olarak çıkarılabilecek onlarca kurgudan siz en kötüsünü ve hiç olmazını alıyorsunuz.
Yazar bu elim hadiseden sonra Osmanlı padişahlarının bir daha Türk kızları ile evlenmediklerini de ifade etti.
Gömleğin birinci düğmesi yanlış iliklenirse hepsinin yanlış gideceği açıktır. İşte buna çok açık bir gösterge. Yukarıdaki ifade yazarın tarih bilgisinin de ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne sermekteydi. Zira yazarın II. Murad Han’ın Candaroğlu II. İbrahim Bey’in kızı Hatice Hatun ve Amasyalı Şadgeldi Paşanın torunu Yeni Hatun ile Fatih Sultan Mehmed’in Dulkadıroğlu Süleyman beyin kızı Sitti Hatun ile ve II. Bayezid’in de yine Dulkadıroğullarından Alaüdevle beyin kızı (ki Yavuz Sultan Selim Han’ın annesidir) Ayşe Gülbahar Hatun ile evliliklerinden haberdar olmaması anlaşılır bir durum değildir.
Gelelim eserdeki diğer tarihi hatalara:
“Sultan Selim sağ elini bir kartal pençesi gibi açıp Sultan Bayezit’in göğsünü şiddetle ittirmesi ve o yaşlı babanın oturduğu minderde yıkılacak gibi sendelemesi gözümün önünden hiç gitmiyor. … ihtiyar Sultan Bayezit, otuz yıldır hükmettiği devletin elinden gittiğine üzülen bir hükümdar olarak değil de oğlundan böyle bir muamele görme bahtsızlığını yaşayan bir baba olarak çok ama çok içerlemiş olmalıydı. Yalnızca “Oğul beni zebun ettin, inşallah şirpençeler elinde can veresin” diye mırıldanmış, sonra da boynunu bükmüştü” (Şah&Sultan sh. 143).
Hiçbir kaynakta bulunmadığı halde yine hikâyecilerin uydurması ile II. Bayezid Han’ın oğlu Selim Han’a beddua ettiğini işitir dururduk.
Şimdi ise İskender Pala Bey;
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı
Dizelerini hatırlatırcasına Selim han’a yaşlı babasına bir de sille attırıyor. Artık bir de bu yanlışı düzeltmekle uğraşacağız.
Bir defa Şehzade Selim çok istemesine ve nice kere mektuplar göndermesine rağmen babası ile buluşmaya muvaffak olamamıştı. Devlet adamlarının onu babası ile görüştürmedikleri gibi ayrıca fitne ile çatışmaya da yol açtıkları bilinmektedir. Nitekim Selim Han daha sonra bu durumu:
“Biz muhterem babamızla buluşup, elini öpüp hayır duasını alacak sonra da memleketin ahvalini kendisine arz edecektik. Bizi istemeyen devlet erkânı aramıza duvar gibi girdiler. Oradan uzaklaşmamıza neden oldular” diyecektir.
Olayların devamında saltanatı kendisinden teslim alırken karşı karşıya geleceklerdir. Buradaki hadiseler ise kaynaklarda çok açık ve geniş bir şekilde anlatılmakta olup Selim Han’ın babasına karşı edebinden ve hürmetinden başka bir şey gösterilemez.
II. Bayezid Han da saltanatı oğlu Selim’e teslim ederken ona devlet idaresi ile ilgili nasihatler etmiş ve sonunda “Oğul saltanatın mübarek olsun” diyerek iktidardan çekilmiştir (Bak. Solakzade Tarihi, c. I, sh. 467-468; Tacü’t-Tevarih, c. IV, sh. 94-97).
Nihayet Osmanlı padişahları içerisinde “Veli” unvanı ile yâd edilen bir padişahın devletin temel direği mesabesinde bulunan ve saltanata geçen bir şehzadesine beddua etmesi ne derece doğru olacaktır. Burada evlada beddua etmek devlete, dine beddua etmekle aynı manayı taşımaz mı?
İşte romanın gücü bu noktada ortaya çıkıyor. Eski roman ve hikâyelerdeki yanlışlar İskender Pala beye o kadar işlemiş ki Profesör olmasına rağmen değişmemiş ve kendi romanını yazarken onu yeni yanlışlara da sürüklemiştir.
Yine eserde “Osmanlı yurdunda halkın neye inandığı yöneticilerin hiçbir vakit umurunda olmamıştı… İlla hâkimiyet alanlarına giren olursa tepelemişlerdi” demektedir (Şah&Sultan, sh. 112).
Evet, Osmanlı Devletinde devlete isyan etmenin, padişahın saltanatına göz dikmenin cezasını ve akıbetini herkes bilmektedir. Kardeş katlinin sebebi malumdur.
Ancak “sûi misâl misâl olmaz” iktizasınca buradan hareketle “halkın neye inandığı Osmanlı idarecilerinin umurunda olmazdı” demek Osmanlı Devletini ve onun idarecilerini hiç tanımamak demektir.
Padişahların, halkın neye inandığını istemelerini anlamak için devletin eğitim kurumlarını bu kurumların müfredatını, devletin desteklediği tekke, zaviye ve dergâhların konumunu padişahların bizzat bu dergâhlarla ilişkilerini ve halifelerin birinci vazifesinin dini sıyanet/ korumak olduğunu bilmek eminim ki o iddianın en açık cevabıdır.
Yazar, Yavuz Sultan Selim’in Anadolulu Kızılbaşlara vurduğu darbe konularını işlerken de önce:
“Şah İsmail’e yakın duran ne kadar Kızılbaş var ise yoklama defterlerine yazdırttı” diyor. Sonra Kızılbaşlar için fetva verenleri:
“Devlet yöneticilerinin baskıları ile mi? İştah kabartan tekliflerine tamah ederek mi”, diyerek ayrı bir şüphe getiriyor. Ardından da “Görevlendirilen kimseler iştahla Kızılbaş avına çıktılar.” Diyerek noktalıyor. (Şah&Sultan, sh. 148-150).
Aslında bu konu Faruk Sümer, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şehabeddin Tekindağ ve günümüz ciddi tarih araştırmacılarının da ortaya koyduğu gibi bugün tam manasıyla aydınlatılmış hususlardan biridir.
Birincisi Selim Han’ın bir defa Kızılbaşları defter ettirmesi son birkaç senedir Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Kızılbaşları tespit ettirmekti. Şayet öyle olmasa defter ettirmesine ne gerek vardı. Zira Kızılbaş köyleri tamamen ayrılmış olduğu için genel bir katliam yapacak olsaydı, hiç defter ve tespit ettirmeden emir vermesi gerekmez miydi?
Diğer taraftan Şah İsmail’in sebep olduğu bu karışıklıklar sırasında bir Osmanlı sadrazamının (Hadım Ali Paşa) öldürülmesi, ölü sayısının elli binlere ulaşması, Şehzade Korkud’un bir saldırı sırasında canını güçlükle kurtarması isyanın boyutlarını ve Anadolu’nun düştüğü elim vaziyeti açık bir biçimde göstermektedir ki Selim’in bu tedbirleri almasında bütün ilim adamları müttefiktir. Bugün bir dış devlet diğer bir devleti bölmek ve parçalamak için bu tip tertiplere girişmiş olsa devletlerin alacakları tedbirler neler olurdu?
Oysa İskender Bey’in mütalaalarını doğru kabul edersek âlimleri rüşvetle iş gören kimseler olarak algılayacağız. Şah İsmail’e yakın olanlar denilince bütün aleviler işin içine girecek ve Kızılbaş avı denince de sorgusuz sualsiz bir katliam ortaya çıkacaktır. Böylece hiçbir tarihi delile istinat etmeyen yaklaşım, bir romanda daha tekrar edilmiş olmaktan ve yanlış bir yarayı daha fazla eşelemekten öteye gitmeyecektir.
Son olarak değineceğim önemli bir tarihi hata da elçiler teatisindeki ifadelerdir. Yazar elçilerin gidiş gelişlerindeki mektuplardaki ifadelerin ve gönderilen hediyelerin, sonunda iki hükümdarı da çileden çıkardığından bahisle:
“Ve ikisi de bunları getiren elçileri daha acımasızca öldürttüler. Diri diri derisini yüzdürterek, canlı canlı kazanda kaynatarak, yarı baygın kazığa oturtarak veya gözleri açık kayalardan atıp parçalattırarak… Şahın Sultan’dan farkı, öldürttüğü elçilerin kafatasından şarap içmeyi adet edinmesiydi, işte o kadar” (Şah&Sultan, sh. 180).
Açıkçası bu noktada İskender Bey’in ne yapmak istediğini, okuyucusunu nereye vardırmak ve ne düşündürmek maksadında olduğunu anlayamadım. Her iki hükümdarı da zirvenin doruğunda birer zalim olarak mı sunmak istemektedir. Zira bire on katarak anlatma sanatı bu olsa gerek diye düşünüyorum.
Bir defa Selim Han sadece Şah’tan gelen ilk mektuptaki ifadelere ve elçinin tavır ve davranışlarına sinirlenerek Şah Kulu Akay Bevey’i öldürttü. İşkence ettirdiğine dair hiç bir emare olmadığı gibi sonra gelen elçileri de öldürttüğüne veya böyle bir muameleye tabi tuttuğu hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Diğer taraftan Selim Han Safevi hükümdarına hiçbir zaman Sünni bir elçi göndermemiştir. Her defasında yanında esir bulunan Şii halifelerinden birini göndermiştir. Şahın ise kendisinden olanlara bu kadar zulümler yaptığını ve kafataslarından şarap içtiğini söylemek ne kadar akla ve vicdana sığar anlamadım. Hangi tarihi kaynaklarda buldu çözemedim.
Romanın kurgusuna gelince açıkçası onu da beğendiğim söylenemez. Tarihi hadiseler nasıl zıtlık arz ediyorsa kurguda da aynı uygulamalar dikkat çekiyor.
Selim Han’ın can yoldaşı konumundaki Can Hüseyin her meselede bir Sünni gibi değil de bir Şii gibi düşünüyor. En sonunda da Çaldıran savaşında Şah İsmail’in yanında bulunan kardeşi Hasan’ı bizzat kendisi öldürdükten sonra onun yerine geçip Şah’ın hizmetine giriyor. Şah ise bir anda, bu değişikliği hissetmeyecek kadar şaşkın (!) bir kişilik oluveriyor. Keşke Şahın yanındaki Hasan da Selim’in hizmetine girmiş olsaydı. Daha heyecanlı olurdu.
Romanın ana omurgası konumundaki Taçlı Hatun’u ise nasıl anlamak nasıl değerlendirmek gerektiğine karar veremiyorsunuz. Şaha mı âşık, Selim Han’a mı? Çocukluk aşkı Ömer’e mi, yoksa şahın yanına gelişinden ölümüne kadar hiç yanından ayrılmayan Kamber’e mi? Diğer taraftan bu dördünün de tek tutkuyla bağlandığı kişi Taçlı Hatun mu? Neticeyi ve nasıl bir kişilik olduğunu sizler değerlendireceksiniz.
Eh bu kısmı neticede kurgu diyebilirsiniz. Taçlı Hatun’un duygularını yazmıştır da diyebilirsiniz.
Yalnız Taçlı Hatun’un da tarihi bir kişilik olduğunu unutmayalım.
İşte bu safhada belki tüm romancılara bir kez daha şu sualin sorulması gerekiyor. Romancı tarihi şahsiyetleri yazarken o dönemin fikir ve düşünce iklimine girerek onların şahsiyetini, aldıkları eğitimi, inançlarını ve düşüncelerini dikkate alarak mı konuşturmalı yoksa kendi çağındaki insanın veya bizzat kendisinin fikirlerini mi onlara empoze etmelidir?
O zaman sizin kimi yazdığınız ve anlattığınız daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Çetin Altan’ın 24 Şubat 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Fatih Sultan Mehmed’le ilgili bir yazısına haklı olarak itiraz ederken; “ben fıkra muharriri olarak anılan kişilerin doğruları araştırarak yazmak gibi bir sorumlulukları olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir muharrir, asla okuyucusu yanıltmak istemez çünkü (Radikal Kitap, 04. 03. 2005)”. diyen Prof. Dr. İskender Pala Bey’e de şu soruyu sormak benim hakkımdır.
Aynı duyarlılık romancılar için geçerli değil midir? Onların okuyucularına karşı gerçekleri yazmak gibi bir sorumlulukları yok mudur?
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"