Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni;
Kulluğundan etmesin azad Allah’ım beni.
Fatih Sultan Mehmed
Zihniyeti ve tabiatı itibariyle hamleci bir ruh… Terakki ve tekamülden zevk alan bir hakan… Nefsini ehline teslim etmiş bir derviş… Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir şeyhler, dervişler, âlimler, edibler, sanatkârlar ordusu kurmuş ve bu kutlu orduya da serdar olmuştu.
19 yaşında yedinci Osmanlı padişahı olarak tahta çıkan; 21 yaşında İstanbul’u fethetmek suretiyle, milletine dünyanın en güzel beldesiyle birlikte ebedî bir vatan kazandıran; İsfendiyar Beyliği’ne son verip Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ortadan kaldıran; Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, (Belgrad hariç) Sırbistan, Eflâk ve Boğdan’ı zapteden; Kırım’ı Osmanlı tâbiiyetine alarak Karadeniz’i bir Türk gölü haline getiren; Otlukbeli’nde Uzun Hasanı mağlup ederek devletinin doğudaki şevketini artıran; Venedik’in Batı Ege’deki alınmaz denilen üssü Eğribozu zaptedip, denizlerdeki üstünlüğüne bir daha geri gelmemek üzere son veren; Otranto’yu fethettirip İtalyan devletçiklerini kendisini selamlamaya hazırlayan; 30 senelik padişahlığında 25 kez sefere çıkıp iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prensliği ülkesine katan FATİH kimdir? Nasıl ve ne şekilde yetiştirilmiştir? İdealleri nedir? Kuvvet ve kudret kaynakları nelerdir? Bu soruların cevabını öncelikle Fatih’in eğitimden başlayarak çözmeye çalışacağız.
ŞAHSİYETİNİ İNŞA EDEN HOCALAR
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed, devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. Okumaya başlayacağı gün, Çandarlı Halil Paşa kendisine sırmalı bir cüz kesesi gönderdi. İlk hocası Hanefiî mezhebi fıkıh alimlerinin büyüklerinden Molla Yegan‘dır. Bu değerli alim, müstakbel taht sahibine uzun zaman ders vermiş ve çağının en gerekli bilgilerini en üst seviyede öğretmiştir. Yine fıkıhta devrin en yüksek ilim adamlarından Molla Hüsrev, şehzadenin ikinci hocasıdır. Bu büyük alimin ilminden çok istifade eden Fatih ona: “Zamanın İmam-ı Azamı” diye hürmet eder karşılaştığı yerde ayağa kalkardı.
Şehzade Mehmed daha sonra meşhur din ve fen alimi Akşemseddin’in terbiyesine verildi. Akşemseddin, şehzadenin her şeyi ile bizzat ilgilenirdi.
Ona, diğer ilimlerin yanısıra özellikle tasavvuf dersleri ve terbiyesi vermiştir. İstanbul’un fethi sırasında orduda yer alarak, uzayan kuşatmanın en sıkıntılı anlarında zaferin yakın olduğunu müjdeleyip Sultan Mehmed’in sabrını ve gayretini artırmıştır. Fetihten sonra ise Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini belirleyerek Müslümanlara ikinci bir fetih heyecanı yaşatmıştır. Fatih de henüz 21 yaşında böyle büyük bir başarıya imzasını atmış bir cihangir iken “Bende gördüğünüz bu sevinç ve mutluluğu İstanbul’un fethi dolayısıyla sanmayınız. Zamanımda Akşemseddin gibi bir alimin bulunduğuna sevinirim” diyerek aldığı yüksek terbiyeyi göstermiştir.
Şehzade Mehmed’in yetişmesinde önemli rolü olan alimlerden biri de hadis ve fıkıh ilimlerinde büyük bir otorite olan Molla Gürani‘dir. Bilgi kayıtsızlığına karşı asla müsamaha tanımayan Molla Gürani’nin, ilk derse elinde bir değnekle girdiği ve şehzadenin hayreti karşısında: “Okumakta gevşeklik gösterirse padişah babasının emriyle buna müracaat edeceğini” söylediği rivayet edilmektedir. Şehzade Mehmed’in mizacının sertliği, Molla Gürani’nin tatlı-sert eğitim metoduna yenilmiş ve şehzade, kısa bir süre sonra dört elle ilme sarılmış; dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başlamıştı. Molla Ayas, İbnü Temcid, Çelebizâde Abdülkadir, Molla Hasan Samsunî, Sinanüddin Yusuf, Hocazâde, Ali Tusî ve Bursalı Ahmed Paşa Sultan II. Mehmed’in diğer meşhur hocalarıdır.
İşte genç hükümdar, çocuk yaşından itibaren ilim, irfan, hikmet, kumandanlık ve sanat erbabı tarafından feyzine feyz katılarak yetiştirilmişti. Fatih’in şahsiyetini anlamak isteyenler önce yetiştiren hocalarını çok iyi bilmek ve tanımak zorundadırlar.
Zîra, kişi, aldığı terbiyenin ve ders gördüğü hocalarının bir aynasıdır. İcraatları bu eğitim ve terbiyenin bir tezahürüdür. Dolayısıyla Fatih’in şahsiyeti ile ilgili noktaları gözden geçirirken bu gerçekler daha iyi anlaşılacaktır.
BİR “CİHAD-I EKBER” MÜCAHİDİ
Fatih gibi her türlü ilimle mücehhez olarak yetişmiş, dolayısıyla alim sıfatına mazhar olmuş bir şahsın en temel özelliği ilme açık olmasıdır. Ayrıca bu İslâmiyet’in de açıkça emrettiği bir husustur. Zîra İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, ilim emredilmekte, ilim adamları övülmektedir. Bir ayet-i kerimede mealen “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bilenler elbette kıymetlidir!” (Zümer Suresi:9) buyuruldu.
Peygamber efendimizin de “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” ve “İlim Çin’de de olsa alınız” şeklindeki hadisleri ilmin önemini belirten sözlerinden sadece ikisidir. İşte Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra, gerek burada gerekse fetihlerinin yanısıra İmparatorluğun hemen her beldesinde ilmi inkişafa büyük bir ehemmiyet vermiştir.
Fatih, öncelikle yeni başkentini bir ilim merkezi yapmak için camiinin etrafında yüksek sekiz medrese ve bu medreselerin arkasında da “Tetimme” adıyla bilinen sekiz küçük medrese inşa ettirmişti. Böylece caminin iki yanında toplam on altı medrese olup ayrıca batı tarafına bir de darütta’lim (sıbyan mektebi) kurmuştur. Medresenin vakfiyesinden, bu külliyenin tam teşekküllü bir eğitim merkezi olarak ve burada eğitim göreceklerin onun dışına çıkma ihtiyacını duymayacak şekilde düzenlendiği; dolayısıyla yeme, içme, barınma ve tedavi görme konusunda bütün ihtiyaçların görüleceği kütüphane, imaret ve darüşşifa gibi müesseselerin eksiksiz olduğu görülmektedir. Yine vakfiye de Fatih, İstanbul’un fethini cihâd-ı asgar (küçük cihad), bu imar ve eğitim hamlesini ise cihâd-ı ekber (büyük cihad)’e benzeterek Peygamberimizin bir hadisine işaret etmiş ve ilme verdiği önemi bir kez daha göstermiştir. O dünyanın en meşhur ilim adamlarını bu medreselere celbeder bu hususta maddî fedakarlıktan çekinmezdi. Meşhur matematik ve astronomi alimi Ali Kuşçu ile kelam alimi Alaaddin Tusi böyle bir gayretin neticesinde İstanbul’a gelmişlerdi. Zaman zaman âlimleri davet ederek ilmî sohbetler, tartışmalar yaptırırdı. Bazan müşkül mevzular vermek suretiyle alimlere risaleler yazdırır ve bunları tetkik ederdi. Fatih, ilmî meselelerde din ve mezhep farkı gözetmeksizin Batılı ve Doğulu bütün ilim adamlarına sarayın kapısını açardı. Sarayında biri Latince, diğeri Yunanca bilen iki katip bulunuyor ve bunlar padişaha eski çağlar tarihini okuyorlardı. Plutarkhos’un “Meşhur Adamların Hayatı” isimli eseri Fatih’in emriyle Yunanca’dan Türkçeye çevrilmiştir. Yine padişahın emriyle büyük astronomi ve coğrafya bilgini Batlamyus’un eseri de Türkçeye tercüme olunmuştur. Bu eseri çeviren filozof Amirutzes, oğlu ile birlikte Rumca ve Arapça isimlerle hazırlanmış olan bir dünya haritasını da Fatih’in emri üzerine tamamlayarak padişahın ihsanlarına kavuşmuşlardır.
GÜLÜNÇ BİR TEKLİF
Fatih’in, aldığı dinî eğitimin neticesi olarak, ilme karşı gösterdiği bu hassasiyeti Avrupalılar’ın, hele hele 17. asırda dahi dünya dönüyor diyenleri takibe aldıran kilise zihniyetinin anlaması mümkün değildi. Onlar, Fatih’in Hristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörüyü ve ilim adamlarına tanıdığı hakları onun bu dine alâkası olarak anlamışlardı. Neticede, Papa II. Pius’un Fatih’e gönderdiği iddia edilen bir mektupta: “Seni bütün ölümlülerin en büyük, en güçlü ve en ünlüsü yapmak için küçücük bir şey kafidir. O şey nedir diyeceksin; bunu bilmek güç değildir, seni vaftiz etmek için birkaç damla su. Bundan sonra seni bütün doğunun ve Bizans’ın İmparatorluğuna nasbedeceğiz” şeklindeki sözlerle Fatih, Hristiyanlığı kabule davet edilmişti.
“Dünyada tek bir bin, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır” diyerek cihan hakimiyeti mefkuresini, i’lâ-i kelimetullah aşkını ortaya koyan bir padişahın “birkaç damla su” için bu ideallerden vazgeçeceğini sananlar ne kadar zavallıdır. Ya buna günümüzde dahi inananlara ne demeli…
BU DÜNYADAN MAKSAT NE?
Fatih Sultan Mehmed, hocası Akşemseddin’den tasavvuf dersleri alarak yetişmiş, Onun sayesinde ruhî terbiyesini tamamlamıştır. Bu terbiyeni bir neticesi olarak Fatih bütün sebeplere yapışır, sonra işlerini Hakk’a ısmarlardı. Bunun için O,
“Fazl u Hakkı himmeti cündi Ricalullah ile
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetüm.“
demektedir. Hiçbir işinde nefsinin arzularını düşünmez, hep Rabbinin rızasını gözetirdi.
Nefs-i mal ile nola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazaya sad hezarân rağbetim
beyti bunu ne güzel açıklamaktadır.
İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimizin müjdesine nail olan, Hz. Eba Eyyüd el Ensari’nin kabrinin bulunuşu ile hocası Akşemseddin’e daha büyük bir hayranlık duyan Fatih, talebeliği devam ettirmeyi arzulamıştır. Akşemseddin ise:
“Sultanım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan saltanatı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Din-i İslâm’ı yapma işi yarım kalır. Müslümanlar’ın rahat ve hayır içinde yaşayabilmeleri için devletin ayakta kalması şarttır. Seni talebeliğe kabul edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişan olabilir. Bunun vebali büyüktür. Allahü teala’nın gazabına maruz kalabiliriz.” diyerek, teklifini reddetmiştir.
Bu şekilde bir tasavvuf terbiyesi ile yetişen Fatih, dünyanın en adil hükümdarlarından biri olmuş; insan hak ve hürriyetlerine, günümüzde dahi misline hasret kalınan şeklinde fiilî saygı göstermiş, hakimiyeti altına giren milletlere tam bir dil, din ve vicdan hürriyeti tanımıştır.
Ancak o yine tasavvuf elinin bir nişanı olarak sürekli insanlar arasındadır, devlet işlerini, halkın müşkillerini çözerken devamlı Rabbi ile beraberdir. Kulluk vazifelerini ihmal etmemektedir.
Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni
Kulluğundan etmesin azad, Allahım beni
beyti bu duygularını çok güzel yansıtmaktadır. Yine onun,
Ahiret kesbeylemektir dâr-ı dünyadan garez
Yoksa ey zâhid nedir, bildin mi ukbadan garez?
Mal u mülki terkedip gitsen gerekdir akıbet
Pes nedir dünya için ey hâce, dünyadan garez
Her ne kim görsen, tealluk bağlama, kılma karar
İbret almaktır dila, seyrü temaşadan garez
gibi beyitleri dünyalık olarak nihayete ulaşmış bir şahsın bu dünyanın geçiciliğini, boş olduğunu, ona takılıp kalmamak gerektiğini düşünüp Hak’ta fani olma sırrına ulaşmak isteğini açık bir biçimde belirtmektedir.
Ey kuzeyden esen rüzgâr!
Fatih Sultan Mehmed, cihan padişahı olmakla beraber fevkalâde alçak gönüllü idi. Alim ve ulemaya karşı saygısı ve hürmeti büyüktü. Feyiz ve himmetine kavuşabilmek için Horasanlı büyük âlim ve veli Nureddin Abdurrahman Cami (Molla Cami’ye mektup yazmış ve kendisini İstanbul’a davet etmişti. Molla Camî’nin, divânında Fatih Sultan Mehmed için yazdığı şiir, Fatih’in, bu büyük velinin nazarındaki değeri yanında Osmanlı Türk dünyası dışında nasıl tanındığının da bir göstergesidir.
“Ey kuzeyden esen rüzgâr! Ne hoş kokular getiriyorsun.
Haydi arzuların kıblesi olan semte doğru es!
Ilık nefesine samimiyet kokularını karıştır.
Ve hep İhlas yolundan giderek hedefe ulaş.
Rica ve dua denklerini Horasan’da bağladıktan sonra.
Rum diyarına doğru yürü.
Yolda, bu yolun usûl ve erkanını öğren.
Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.
Oraya varınca yüzünü hizmetçilerin ayak tozlarına sür.
İzin isteyip, yeri öperek huzura gir.
O cihad eri, gazi padişahın önünde hikmetler saçarak söze gir ve;
“Ey mertebesi yüksek padişah!
Sana dünya mülkü, atalarından kalma bir mirastır” de.
Dünyada pek az kimse, böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme
olgunluğuna sâhib olabilmiştir.
Sünnet-i seniyyenin her tarafa yayılması senin gayretinle oldu.
Küfük yuvaları, kiliseler, yine senin himmetinle camiye çevrildi.
Harblerdeki isabetli tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kal’alarını kökünden yıktın.
Daima şefkat ve merhamet tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş bir padişahsın.
Seni kıskananların aksine her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış.
Cömertlikte derya gibisin, sanki altın madenisin.
Hatta deryadan da altın ocağından da cömertsin
Şu gök kubbenin zirvesi var oldukça ve dünya yerinde durdukça,
Allahü Teala, gönlüne uygun ihsanlarda bulunsun, dünyanın şerefi ayaklarının altına serilsin, dilerim.
Ey etrafa amber kokuları saçan seher rüzgârı!
Madem ki duâ ve sena demetleri diziyorsun,
Bu garip şiirlerden birkaçı o selim akıllı edîb padişaha lâyık ola.
Sana emanet ettiğimiz bu garip armağanları sultanın meclisine götür.
Bu kıymetsiz hediyemi onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:
Karınca, muhabbet ve sadâkat yönünden,
Süleyman aleyhisselamın katma yarım çekirge ayağı gönderdi.
Nitekim “Armağanlar, gönderenin değeriyle ölçülür”
diyerek sözü bitirmeye bak.
Fazla ısrar etme. Lütfen selam ve hürmetimi söyleyerek kelâma son ver.”
Mevlana Abdurrahman Cami’yi çok seven Fatih onu Anadolu’ya davet etti. Molla Cami, Konya’ya geldiğinde Fatih’in vefat haberini alınca büyük bir teessürle geri dönmüştür.
EL MUZAFFER DAİMA
Fatih, babasının ve kendinden önceki Osmanoğulları’nın tek gayelerinin din-i İslâm’ı yaymak olduğunu ve kendisine de bu ulvî gayeyi miras bıraktıklarını pekala biliyordu. Trabzon Rum İmparatorluğu’nu fethetmeye giderken Zigana dağlarında yaya yürümek zorunda kalmış ve büyük müşkilat çekmişti. Bu sırada, Uzun Hasan’ın annesinin “Ey oğul! Bir Trabzon kalesi için bu zahmete değer mi? Burasını da gelinime bağışla” sözüne karşı:
“Hey ana! Sen bizi Trabzon kalesi için mi bu eziyeti çekiyor zannedersin. Bu zahmet din yolunadır. Zîra bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olmaz mı?” diyen Fatih, kendisini haklı olarak, yeryüzüne İslâm’ın hak ve adalet prensiplerini yaymağa memur addediyordu.
Fatih, Karamanoğulları ve Batılı Hristiyan devletlerle ittifaklar yaparak Osmanlı topraklarına tecavüzlerde bulunan Akkoyunlu Uzun Hasan’a gönderdiği mektubunda ise şöyle sesleniyordu:
“Bil ki bizim memleketimiz İslâm yurdudur. Atalarımızdan beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yürek yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlar’a karşı kötü maksatlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdır. Bütün devlet ve İslâmiyet düşmanlarını yok etmek için atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah, bu kulunu sebep kılarak, senin zulmünü mazlumlar üzerinden kaldıracaktır…”
Fatih’in saltanattan, padişahlıktan maksadının ve gayesinin ne olduğu, onun kullandığı lakaplarda da görülmektedir.
O genellikle “Müslümanların rehberi; Gazi ve mücahidlerin efendisi; Rabbü’l âleminin teyidiyle müeyyed; Saltanat ve hilafet semasının, dünya ve dinin güneşi; Resulullah efendimizin sünnetinin muhyii (ihya edeni); İslâm dininin naşiri (yayıcısı) Ebü’l-Feth Sultan Muhammed Han” lakaplarını kullanır.
Bu lakaplara layık olmak sevdasıyla gecesini gündüzüne katan Fatih, yaptırdığı gönül açıcı sarayında pek az kalabilmiş; hayatını, kurulduğunda dünyayı titreten çadırlarında geçirmiştir. Saltanat müddeti, mühründeki “el-Muzaffer daima” ibaresiyle mükemmel özdeşleşmiştir.
FATİH’İN DİVÂNINI ANLAMAK
Fatih Sultan Mehmed, devrinin aynı zamanda kuvvetli bir şairidir. Avnî mahlasıyla şiirler yazıyor; şiirleri, küçük bir divân teşkil edecek sayıya varıyordu. Şiirlerinde, sağlam bir İslâm itikadı sezilir. Kuran, hadis, fıkıh gibi ilimlerdeki vukufu şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde, zaman zaman tasavvufun esasları görülür. Zikrettiği beşeri güzeller, bazen Cemâl-i Mutlaka uzanan bir çizgide görüntü verirler.
Nihad Sami Banarlı Bey: “Ahmed Paşa, Sinan Paşa, Melîhî ve Necâtî gibi Osmanlı şiir ve edebiyatına hamle yaptıran kudretli isimler asrında hükümdarca şiir söylemek kolay değildir” dedikten sonra şunları ifade etmiştir: “Bunun için, yaradılışın izninden başka, üstün bir kültüre sahip olmak gerekir; Türk, Arap, Acem edebiyatlarını, İslâm ilimlerini, İslâm tefekkürünü, tasavvufu, Şark-İslâm mitolojisini bilmek; aruz ve kafiye ilimlerini öğrenerek fesahat ve belagatın inceliklerine vâkıf olmak lazımdır. Bunlardan başka astronomiden tıb bilgisine, matematikden kimyaya kadar fen bilgilerini, şiiri onlarla besleyecek ve şiirde onların akislerini farkedecek kadar kavramış olmak lüzumu vardır.” Görüldüğü gibi, bütün bu ilimleri kullanarak yazılan şiirleri anlamak için de aynı ilimlerden az da olsa nasipdâr olmak lazımdır. Yoksa ilimden nasipsiz olanların bu şiirleri açıklamaya çalışmaları kendilerini gülünç durumlara düşürmektedir.
Nitekim Fatih, Peygamber efendimizi methettiği na’tının bir beytinde
“Alnın kamerine yüzün ayına müşabih
Bunca göz ile görmedi bu çarh-ı mualla”
“Yaratılalı şunca zaman olan bu yüksek gökkubbe altında, gelip geçen bunca göz sahibi insanlar, senin kamer alnına ve ay yüzüne benzeyen birini daha görmediler” derken beyte:
“Şair, gökkubbede ancak bir tane ay olması gibi sevgilinin de dünyada bir tane olduğunu ifade ediyor. Beyitte, gökkubbedeki yıldızlar birer göz olarak düşünülüp karanlık gecede her birisinin ay ile varlık kazandıkları imâ ediliyor ki bu manzara câhiliyye devrinde Hazreti Peygamber’in zuhuru ve O’nunla yeni bir varlık kazanan ashab-ı kiram mazmununu hatırlatır. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadislerinde “Ashabım yıldızlar gibidir… buyurmaktadır.” şeklinde açıklama getirilmektedir.
BATILI GÖZÜYLE FATİH
Fatih hakkında taassuptan uzak Batılı tarihçi ve yazarların ifadeleri fevkalade manidardır. İtalyan Langusto yaptığı bir tasvirde Fatih’i, “İnce yüzlü, uzunca boyludur, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve alicenaptır. Kendinden daima emindir. Türkçe, Rumca ve Slavca konuşurdu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcı idi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa mütehammil idi” şeklinde tanımlamaktadır.
Alman müsteşrik Franz Babinger ise “Türk dünyası için Fatih, günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer tarihinde başka her hangi bir şahsın kendisi ile mukayese edilmesi zordur. O, Türk milletine, bütün târihinin en harikulade ve en yaklaşılması gayr-ı kabil şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderatı Fatih Sultan Mehmed’in görünmesi ile sarih bir şekilde işaretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sahalarının dış görünüşünü derinde değiştirmiştir. Ortaçağ’dan çıkarken, insanları ve dünyayı görüş tarzında Fatih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır” demektedir.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"