XVI. yüzyıl, Türk tefekkürünün de altın çağıydı
Osmanlı, siyasî ve askerî alanda dünyanın bir numaralı ve rakipsiz gücü haline gelirken, imparatorluğun hemen her köşesinde, büyük kültür merkezleri açılmıştı. Böylece tıp, matematik, astronomi, tarih, coğrafya, dinî ilimler ve edebiyatta çok sayıda seçkin şahsiyet yetişti.
Kuruluşundan itibaren devam eden Osmanlı yükselme trendi, Ankara mağlubiyeti (1402) ile bir müddet sekteye uğramakla beraber, Fatih Sultan Mehmed'in saltanatında en hızlı dönemini yaşadı. II. Bayezid zamanında ise Mısır Memlûkleri karsısında bazı mağlubiyetlere uğrayan devlet, bilhassa Safevî Devleti'nin kurucusu Şah İsmail'in Anadolu'daki dinî, siyasî propagandalarıyla büyük bir tehlikeye maruz kaldı. Ancak, Yavuz Sultan Selim’in idarî ve askerî dehasıyla Safevî tehlikesi kesin bir suretle tehlike sınırından çıkarıldı. Yavuz ayrıca Memlûk Devleti'ni de yok ederek Suriye ve Mısırın hâkimi oldu. Kanunî Sultan Süleyman ise babasının deniz siyasetini de geliştirerek vücuda getirdiği kuvvetli donanma sayesinde, karalarda ve denizlerde Osmanlı'yı dünyanın rakipsiz, süper gücü haline getirdi. Doğu'da Irak-ı Arab'ın Akdeniz'de Rodos ve Sakız adalarının. Kuzey Afrika'da Trablus, Cezayir ve Tunus'un zaptı, batıda Macaristan fütuhatı, Estergon'un fethi ve daha bunun gibi askeri muvaffakiyetlerle hem hudutları genişlemiş, hem de devlet Avrupa ve dünyanın umumî siyasetinde en kudretli âmil haline gelmişti.
Bu parlak muvaffakiyetler, ilmî ve fikrî faaliyetlere de aynı ölçüde yansıdı. İmparatorluğun hemen her köşesinde büyük kültür merkezleri vücuda getirildi. İlmin yayılmasında, halefleri gibi, Kanunî Sultan Süleyman'ın da âlim ve şehirleri koruyup teşvik etmesinin rolü büyüktür. "Muhibbî" mahlâsıyla şiirler yazarak bir divan tertiplemiş olan Kanuni, ayrıca değişik lisanlarda yazılmış birçok kitabı da tercüme ettiriyordu. Bu devirde devlet en yüksek maaşı ilim erbabına, medreselerde görevli müderrislere ödüyordu. Hatta ilim öğrenmeye talip olan talebelere dahi aylık belli bir ücret ödeniyor ve onların masrafları medreselerin vakıf gelirlerinden karşılanıyordu.
Âlime itibar
XV. ve XVI. asırda yetişmiş olan Osmanlı âlimlerinin en meşhurlarından İbni Kemal'in (Kemal Paşazâde), askeri sınıftan ilmiyeye geçişini anlattığı şu vak'a, bize Osmanlılar'ın ilim adamlarına verdiği değeri göstermektedir
"Sultan II. Bayezid Han'la bir sefere çıkmıştık. O zaman vezir, Halil Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'ydı. Şanlı, değerli bir vezirdi. Bu zamanda Ahmed İbni Evrenos adında bir kumandan vardı. Kumandanlardan hiç biri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise vezirin ve bu kumandanın huzurunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defasında eski elbiseler giyinmiş bir alîm geldi. Bu kumandanlardan da yüksek yere oturdu ve kimse ona mani olmadı. Buna çok hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. Filibe medresesi müderrisi âlim Molla Lûtfi'dir. dedi. Ne kadar maaş alır, dedim. Otuz dirhem, dedi. Makamı bu kadar yüksek olan bir kumandandan yukarı nasıl oturur, dedim. Âlimler ilimlerinden dolayı tâzim ve takdim olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa hem kumandan, hem de vezir buna razı olmazlar, dedi. Düşündüm. Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum, dedim ve ilim tahsiline niyet ettim."
Mektep açma yarışı
İlme rağbetin artması ise yeni mektep ve medreselerin yapımını gerektiriyordu. Osmanlı hanedan üyeleri, devlet adamları, vezirler ve zenginler de gerçek birer ilim ve sanat dostu idiler. Böylece, gücü yeten herkes bir mektep veya medrese inşa ettiriyor ve ona yüzyıllarca yaşama imkânı bahşedecek zengin vakıflar bağışlıyordu Neticede Osmanlı Devleti, merkezinden en uzak hudut şehirlerine kadar bir talebeler diyarı manzarası arzediyordu. Nitekim yüksek ilimlerin okutulduğu medreselerin sayısının İstanbul'da 112, Bursa'da 40, Edirne'de 35, Amasya'da 8, Tokat'ta 7, Kütahya'da 6, Trabzon ve Diyarbakır'da 5'er, Manisa ve Ankara'da 4'er tane olması ve diğer Anadolu şehirlerinde de 3 veya 4'ten az olmaması ilmî faaliyetin ne derecede yaygınlaştığını gösterir. Darülhadîs, Darülkurra ve Daruşşifa gibi hususî ilimlerin okutulduğu yüksek seviyeli medreselerin yanı sıra, küçük çaptaki medreseler ve mekteplerin varlığı da hesaba katılırsa, ilmi ve fikri faaliyetlerin çapı daha iyi anlaşılır. Şimdi bazı ilim dallarının Kanunî dönemindeki durumuna kısaca bir göz atalım:
Tıp müesseseleri, ünlü hekimler
Tıp öğrenimi, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman devrinde, Süleymaniye Tıp Medresesi ile müstakil bir müesseseye sahip olmuştur (1557). Dersler medresede teorik olarak öğretilirken, yanındaki Darüşşifa'da tatbikatı yaptırılıyordu. Anatomi ilminin de görüldüğü tıp medresesinde, dünyanın en iyi cerrahları yetişiyordu. Yine Kanunî Sultan Süleyman’ın 1564-65 tarihinde Mekke'de yaptırdığı dört medresede, tefsir ve fıkıh derslerinden başka tıp ilminin de okutulmasını şart koşması, Osmanlı ülkesinin her tarafında sağlık hizmetlerine verilen ehemmiyetin canlı bir misalidir.
Kanunî Sultan Süleyman'ın hanımı Hürrem Sultan'ın 1538-1550 tarihleri arasında tesis ettirdiği Haseki Bimarhânesi, sağlık hizmetlerinin yürütülmesi yanında binlerce hekimin yetiştirilmesinde ve Türk tababetinin inkişafında yardımcı olmuştur. Bu müessese. 1884 yılına kadar tam kadrolu bir hastane vazifesi görmüştür.
1557 yılında açılan ve Süleymaniye Külliyesi içinde yeralan Süleymaniye Darüşşifası'nın tabipleri, nazariyat ve tatbikatta dünyaca meşhur idiler. Hekimleri tam gün mesai yapar, halka ücretsiz bakarlardı. Hatta fakir ve garip kimselerin ilâçları da hastanede karşılanırdı.
Kanunî’nin annesi Hafsa Sultan adına 1538'de Manisa'da yaptırılan Darüşşifa'nın idaresi ile görevlendirilen Merkez Efendi, tıp ilminde üstaddı. Bir taraftan hasta tedavisiyle uğraşırken, diğer taraftan halkı Darüşşifa cihetine çekebilmek için, günümüzde bile devam eden Mesir Macunu geleneğini ihdas etmiştir. Bu itibarla şehir, Darüşşifa yönünde gelişmiştir. Manisa Darüşşifa’sı, XIX. asrın sonuna kadar faaliyetine devam etmiştir.
Bu devirde yetişen hekimler arasında; Atufi (öl. 1541) "Hıfzü’l-Ebdân", "Ravzü'l-İnsan fi tedabiri Sıhhati'l-Ebdân", "Zuhru'l-Atşan" ilimli eserler bırakmıştır. 1523’ten 1544 yılına kadar sarayda hekimbaşılık yapan Hekim Sinan ise (öl. 1544) seçkin bir tıp bilgini idi. Akhisarlı İlyas bin İsa (öl. 1559). tıptaki mahareti sebebi ile Tabip İlyas diye meşhurdu. Tasavvuf ilminde de mütehassıs olan bu âlimin, tıbba dair Müfredat isimli bir kitabı vardır. Kaysunizâde Bedreddin Mahmud bin Muhammed (öl. 1569) XVI. asırda yetişen meşhur tıp bilginlerindendir. Tıp tahsilini Mısır'da yaptıktan sonra İstanbul'a gelerek Kanunî'nin hekimbaşılığına kadar yükselen Kaysunîzade'nin bu sahadaki eserleri "Risâle-i min İlmü'l-Tıb" ile "Kitab el-Tıb"dır. Kanunî Sultan Süleyman'ın saray hekimi olan Musa b. Hamun ise (öl. 1512). diş tababetine dair Türkçe bir eser yazmıştır. Ünlü Osmanlı-Arap hekimi Davud bin Ömer Antaki'nin (öl. 1599) "Tezkiretü'l-Elbâb" isimli kitabı kaynak alınarak eczacılık, tıbbi nebatlar ve farmakoloji üzerine pek çok eser yazılmıştır. Antaki'nin tıp alanında ikinci meşhur eseri bugün Genel Patoloji denilen bahislerle ilgili olmak üzere "En-Nüzhetü'l Mübhice fi Teşhizü'l-Ezhan"dır. Meşhur tarihçi İdris-i Bitlisi’nin oğlu Ebü'l-Fazl Mehmed Efendi (öl. 1574) de tarih, tasavvuf ve tıp konularında yazdığı ve çevirdiği eserleri ile ilme büyük katkıda bulunmuştur.
Matematikçiler, muvakkitler
Osmanlı medreselerinde naklî ilimlerin yanısıra aklî ilimlerden mantık ve riyaziyatın (hesap, geometri) da ihmal edilmediği görülmektedir. XIV. asırda yetişen Kadızâde Rumi Musa Paşa ile XV. asırda yetişen Cemâleddin Ahmed el-Harezmi, Burhaneddin Haydar, Fethullah Şirvani, Sinan Paşa, Molla Lutfî ve Kıvamüddin Kasım Efendi gibi meşhur Osmanlı matematikçileri bunun en açık delilidir.
Kanunî döneminde ise Garseddin Ahmed bin İbrahim el-Halebi (öl. 1563) matematik ve tıpta mahir bir âlimdi. Ayrıca geometri ve astronomide de otoriteydi. Pek çok eseri arasında matematiğe dair "Tezkiretu'l-Kitab fi ilmi'l-hisab"! ile tıbba dair "Şer hü'l-Mu'cez"i meşhurdur. Kırlangıç-zâde Hüseyin bin Halil önde gelen matematik âlimlerindendir. Onun 1566'da yazdığı "Rub'u Müceyyib" isimli eseri yükseklik ölçme usulünden bahseder. Aynı zamanda meşhur bir tarihçi olan Matrakçı Nasuh’un matematikle ilgili eserleri "Cemâlül-Küttab ve Kemâlü'l-Hüshâb" ile "Umdetü'l Hisab”dır. Bu eserlerde, genel matematik kurallarının yanısıra pek çok problemin çözümü de anlatılmaktadır. Âşık Çelebi, Matrakçı Nasuh’un matematik ilminde parmakla gösterilecek bir seviyeye ulaştığını söylemekledir. Kanunî dönemi matematikçileri arasında cebir alanında eser vermiş Yusuf hin Kemal ile Hacı Muhyeddin bin Mehmed bin Havi Atmaca’yı da zikretmek gerekmektedir.
Diğer taraftan, aslında dini gayelerle kurulmalarına rağmen muvakkıthâneler de küçük birer matematik okulu sayılabilirler. Nitekim muvakkithânelerdeki basit âletlerle karmaşık hesap işlemleri yapılabiliyordu. Meselâ her muvakkıthânede bulunan rub'u muceyyebin, logaritmanın bulunmasına kadar ki dönemde, İslâm dünyasında matematikçi ve astronomlar tarafından bir el hesaplayıcısı gibi kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu basit âletlerle yapılan çeşitli hesaplamaların günümüzde son yıllara kadar kullanılmakta olan hesap cetveli kadar hızlı ve hassas olduğu tespit edilmiştir.
Sultan Selim Camii muvakkiti Mustafa bin Alivü'l Muvakkit (öl. 1571), “Tuhfetü’z Zaman ve Haridetü'l-Evân" adlı eserinde gök kürelerinin ve yıldızların niteliklerinden bahsettikten sonra, denizleri, dağları, yeryüzündeki nehir ve su kaynaklarını, yedi iklimi ve meşhur şehirleri anlatmaktadır. Aynı âlîm, matematikle ilgili başka bir eserinde, Risaletü'l-Ceyb veya Tahlilü't-Mikat adlı rub'u müceyyeb âletini ve yükselti ölçme usûlünü tariften sonra, çeşitli nehirlerin genişliğini ve kuyuların derinliğini bildirmektedir.
Astronomi âlimleri
Tarihimizde Hey'et veya İlm-i Heyet ismi ile anılan astronomi ilmî de, riyazî ilimlerden olması dolayısıyla matematik ve geometri ile birlikte tedris olunuyordu. Osmanlılarda astronomi eğitimi, esaslı olarak Ali Kuşçu’nun bu devletin hizmetine girmesiyle birlikle başlamıştır. Onun ve torunu Mîrim Çelebi'nin gayretleri ve yazmış oldukları kıymetli eserler sonucu, bu ilim dalı. Osmanlı Devleti tarihi boyunca devam etmiştir.
XVI. asırda yetişen meşhur astronomlardan Hüseyin hin Ali el-Muvakkit (öl. 1545) "Evzahu'd-Delâil fi-l-Hey'e", Hafizuddin Acemi (öl. 1550) "Es-Seb’u’s-Seyyar”, Mirim Köşesi (ol. 1550) “Kitâb fi İlmi'l-Hey'e", Muslihiddin Lârî (öl. 1571) "Şerhu Risale fi'l-Hey'e" ve meşhur muvakkit Mustafa bin Ali'nin "Teshîlü'l-Mîkat fi ilmi'l-Evkât" isimli eserleri, bu ilmin gelişmesine yardımcı olmuştur. Takıyyüddin, 1556 yılında kaleme aldığı "Alât-ı Rasadiyye", “Sidretü'l-Münteha" ve "Mekanik Saat Könstrüksüyonuna Dair En Parlak Yıldızlar" adlı eserlerinde, mekanik saatlere ve saat yapımına dair bilgiler vermekte ve dakika taksimatından söz etmektedir. Bu kıymetli eserler, Osmanlılar’da XVI. asırda saatin kullanılmadığını iddia edenlere en güzel cevabı vermektedir. Nitekim Süheyl Ünver bu hususta bilgiler verirken, Kanuni devrinde duvar saatlerinin yaygın olduğunu ve bunların yerli olarak imal edildiklerini açıkladıktan sonra, İstanbul'un devrin en mühim teknik sanatına sahip olduğunu vurgulamaktadır. Ünlü Türk denizcisi Seydi Ali Reis de, astronomi ile ilgili "Mir'at-ı Kainat" isimli eserinde, usturlabın imâli ve kullanılışından, güneşin irtifaından, yıldızların uzaklığından, kıblenin ve öğle vaktinin tayininden ve nehirlerin genişliğinin tespitinden bahsetmektedir.
Coğrafya ve denizcilik
Öte yandan, büyüme ve yükselme devlinde uygulanan fetih siyaseti sebebiyle, ordu kuvvetlerine stratejik harekât kolaylığı sağlanması gerekiyordu. Bu itibarla, Kanunî döneminde de yol haritalarına, topografya ve istatistik bilgilerine, mevki ve idarî taksimata dair coğrafî eserlere ve denizcilik sahasındaki çalışmalara ağırlık verilmiştir.
Dönemin dünya çapında denizcisi Piri Reis (öl. 1554-55). aynı zamanda büyük bir Türk coğrafyacısı ve kartografıdır. Onun, nasıl çizildiği hâlâ çözülemeyen dünya haritaları, günümüzde de ilim âleminin gözlerini kamaştırmaktadır. Bu haritalar, o devirde çizilmiş olanlarla karşılaştırıldığında. Türk eserlerinin ileri bir kartografya tekniğine dayanan üstün nitelikleri bariz bir şekilde görülmektedir. Piri Reisin "Kitâb-ı Bahriye"si de eşsiz bir deniz kılavuzu ve orijinal bir coğrafya eseridir.
Yine bu devirde yetişen ve donanma komutanlığına kadar yükselen Seydi Ali Reis yalnız meşhur bir Türk denizcisi olarak kalmamış, aynı zamanda gezip gördüğü yerlerin coğrafi özelliklerini ve basından geçenleri de kaleme almıştır. Bu arada Halep'te kaldığı sırada, astronomi ve matematik dersleri alarak yetişmiştir. Onun "Miratu'l-Memâlik" isimli eseri, bir tarih ve coğrafya kitabıdır. Süveyş kaptanlığına tâyininden itibaren başından geçen macerayı, acaip olayları ve çektiği eziyetleri anlatmaktadır. "Kitâbü’l-Muhit fi’l-ilm el-Eflâk ve'l-Ebhûr" isimli eseri ise denizcilikle ilgilidir. İçinde yön bulma, gök dairelerinin ve yıldızların aralıklarının ölçülmesi, zaman hesabı, pusula bölüntüleri, meşhur limanlarla adaların kutup yıldızına göre yükseltileri, rüzgârlar, ulaşım yolları ve tufan fırtınaları ile bunlara karsı alınacak ledbirler anlatılmaktadır.
Mustafa bin Ali Muvakkit'in "İlâmüt-İbad fi A'lemü'l-Bilâd" adlı, Kanuni'ye sunulan eserinde Çin ve Fas arasında 100 önemli şehrin İstanbul'a uzaklıkları belirtilmektedir. Matrakçı Nasuh'un "Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn" adlı kitabı, Irakeyn Sefer-i hümâyununu anlatmaktadır. Ancak bu eser, bir tarih kitabı olduğu kadar, coğrafya ilmi açısından da fevkalâde önemlidir ve İstanbul'dan Bağdat ve Tebriz'e kadar şehirler arasındaki yolları işaret eden bir kara haritası hüviyetindedir. Matrakçı Nasuh'un minyatürlerle süslü "Tarih-i Feth-i Sikloş ve Estergon ve İstoni Belgrad" isimli eseri de, tarih ve coğrafya alanında mümtaz kaynaklardandır.
Müneccim Ahmed bin Ali, 1562 de "Kanun fi'd-Dünya" adlı coğrafya eserini telif ermiştir. Ali Macar Reis, Eyüb bin Halil, Kutbeddin Mekkî ve Mahmud Hatıbü'-Rûmî. Kanuni döneminde yetişen diğer coğrafya âlimlcrinüzdir.
Dini ilimler ve kitabet
Diğer taraftan, Süleyman Han'a Kanuni lâkabını verdiren, o zamana kadar Osmanlı Devleri'nde yavaş yavaş gelişen hukukî, idâri, malî, askeri ve diğer mevzuatın onun zamanında ıslah edilerek mükemmel hale getirilmesi, devlet ve toplum hayalına tam yerleşmiş olmasıdır. Bunda, hiç şüphesiz, padişah kadar, o dönemde yetişmiş şeyhülislâmlar ile nişancılar da büyük pay sahibidirler.
XVI. asrın meşhur Osmanlı âlimlerinden Ebussud Efendi, tefsir, fıkıh ve diğer dînî ilimlerde otorite idi. Kanunî ve II. Selim Han'ın saltanatları zamanında 30 sene şeyhülislâmlık yaparak, din ve devlete üstün hizmetlerde bulundu. Pek çok âlimin yetişmesine de katkısı olan Ebussuud Efendi'nin "İrsadü'l-Akliselim isimli tefsiri meşhurdur.
Kanuni döneminde nişancılık görevinde bulunan Amasyalı Mehmed Paşa, Firu Bey, Seydi Bey, Celâl-zâde Mustafa Bey, Abdi-zâde Mehmed Çelebi, Yeşilce Mehmed Çelebi ve Şaban Bey, kitabet dinindeki vuküfiyetleri ile dikkati çekmişlerdir. Bunlardan Koca Nişancı unvanıyla anılan Celâl-zâde Mustafa Çelebinin kaleme aldığı berat veya menşurlarındaki inşâ, yazma sanatı kudreti, zamanına göre pek kuvvetlidir ve münşeatı, yazışmaları senelerce numune olarak kullanılmıştır.
Tarih yazarları
Kanunî döneminde en çok eser verilen ilim dallarının basında tarih gelmektedir. İmparatorluğun askeri muvaffakiyetleri, yeni yeni memleketlerin fethi, gerek saray çevresinde, gerek halk arasında tarih merakını kuvvetlendirmişti. Bu itibarla XIV. asırda tarih yazıcılığı daha büyük bir inkişaf gösterdi, fetihleri ve zaferleri kayda geçirmekle. Türk'ün şan ve şeref dolu hayalı gelecek nesillere de ulaştırıldı.
Kanunî'nin sefer ve fetihlerini, mensur veya manzum olarak anlatan yazarlarla, büyük küçük sairlerin sayılamayacak kadar çok olduğu görülmektedir. Tarih yazarları arasında en meşhurları ile eserleri şunlardır
Matrakçı Nasuh'un "Fetîhnâme-i Kara Buğdan", "Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i lrakeyn"i: Agehî Mansur Çelebi'nin "Tarih-i Gazât-i Zigetvar"ı: Muhyeddin bin Alâeddin Ali el-Cemâlî'nin "Tarih-i Al-i Osman"ı; Sinan Cavuş'un "Gazâvat-ı Hayreddin Paşa"sı; Ayaş Mehmed Paşa'nın "Tarih-i Âl-i Selçuk ve Âl-i Osman"ı; Lûtfi Paşa'nın "Tevârih-î Âl-i Osman"ı; Rüstem Paşa'nın "Tarih-i Âl-i Osman'ı; Ferdî'nin "Suleymannâme"si; Ahmed Tasköprülüzâde'nin "Şakâyık-ı Numaniyye" ile "Hadeyıkü'l-Hakayık fî Tekmileli'ş-Sakayık"ı; Celalzâde Salih Çelebi'nin "Tarih-i Misr-ı Cedid"i; Celalzâde Mustafa Çelebi'nin "Tabakâtul-Memâlik ve Derecâtü'l-Mesâlik"i.
Edebiyatçılar
Kanuni döneminde. Türk edebiyatı da bariz bir gelişmeye mazhar olmuştur. Bunda, Türk edebiyatnın XIV. asrın ikinci yarısından itibaren başlayan inkişaf seyrinin yanısıra, şair ve naşirlerin Kanunî gibi kadirşinas bir hâmi bulmuş olmalarının rolü de büyüktür. Nitekim, daha ilk eserlerini görür görmez ve kabiliyetini anlayarak Bakî'yi himaye etmiş olması, onun yüksek bir edebî zevke ve kültüre sahip olduğunu göstermektedir. Gerçekten de, çok geçmeden asrının Sultanü'ş-Şuara'sı mertebesine çıkan Bakî kadar, sözü dizmede ve seçmede usta şair yoktur. Sanatı yüce, hissi ve duyuşu derin olan Bakînin kendisinden sonra yolunu takip eden sairler çıkmış ve bir Bakî Mektebi (ekolü) kurulmuştur.
Asrın, cilt cilt gazel yazan, sağlam ve ölçülü dil ve sanatının yanında yetiştiricilik tarafı da meşhur şairi Zâti'dir. Dükkânını şiir mahfili haline getiren Zâtînin en büyük eseri "Divân'nıdır. Bağdad havalisinde yetişen "Fuzûli" Türk edebiyatına "Divan"ının yanısıra "Leylâ ve Mecnûn" isimli mesnevisiyle ölmez bir eser kazandırmıştır. Bu yüzyılda mizah Figani (öl. 1532), hiciv ise Emri (öl. 1575) ile zirveye çıkmıştır.
Kara Fazlı (öl. 1563) "Nahlistan" adlı mensur hikâyesinin yanında "Lehcetü'l-Esrâr","Hümâ ve Hümayun" ile "Gül ü Bülbül" adlı mesnevilerini yazmıştır. Fakat yüzyılın hamze sahibi şairi olarak Taşlıcalı Yahya görülmektedir. Hamsesini "Gencine-i Râz", "Kitâb-ı Usûl", "Şah ı Gedâ" ve "Gülşen-i Envâr" adlı mesnevîler meydana getirmektedir. Yine Âzer İbrahim Çelebi (öl. 1585), "Nakş-ı Hayâl", "Ravzatü'l Envâr", Bursalı Cenânî "Mahzenü'l-Esrâr", "Riyâzü'l-Cinân" ve "Cilâü'l-Kalb" adlı üç mesnevisiyle, Larendeli Hamdi ise "Kıssa-i Leyla vü Mecnun" adlı mesnevisiyle tanınırlar.
Asrın tezkirecilerinin başında dîvân sahibi olan Sehi (öl. 1548). "Heşt Behşt" adlı tezkiresiyle birinci durumdadır. Sırasıyla Latîfî (öl. 1582) kendi adıyla anılan " Latîfî Tezkiresi"ni. Âşık Çelebi (öl. 1572) "Meşahirü'ş-Şuarâ"sını, "Kınalızâde Hasan Çelebi, "Tezkiretü'ş-Şuarâ"sını, Ahdî ise "Gülşen-i Şuârâ"yı yazmıştır.
Kanunî dönemine halk edebiyatı tarafından bakıldığında, tekke şairleri ön plana çıkmaktadır. Bunlar arasında Şeyh İbrahim Gülşeni, Ahmed-i Sarbân, Ümmî Sinan ve Muhyiddin Üftade en çok tanınanlarıdır. Kanunî Sultan Süleyman'ın da "Muhibbî" mahlâsıyla şiirleri olup, eski harflerle matbu bir dîvânı vardır.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil
Kaynaklar:
1) A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1970.
2) Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, 4. Kitap, 1. Kısım,İstanbul 1992.
3) F. Babinger, Osmanlı Tarihi Yazarları ve Eserleri (çev. C. Üçok), Ankara 1982.
4) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt-II, Ankara 1975.
5) Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976.
6) Mahmur Karakaş, Müsbet İlimde Müslüman Alimler, Ankara 1991.
7) M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi,İstanbul 1981
8) M. Tayyib Gökbilgin, Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul 1992.
9) Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi, Ankara 1991
10) Süheyl Ünver, İstanbul Rasathânesi, Ankara 1969, Osmanlı Türkleri İlim Tarihinde Muvakkithâneler, Ankara 1975.
Not: Bu makale Tarih ve Medeniyet Dergisi Nisan 1995 Sayı:14 sh. 53-58'de yayınlanmıştır.
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"