İslam dünyası büyük bir karışıklık içerisindedir. Moğol denilen kasırga çarptığı yeri yerle bir etmektedir. Sanki İslam âlemine kıyametten bir numune sunmaktadır. İnsanlar yüzlerce yıllık vatanlarından bilinmez bir diyara doğru yol almaktadır. Binlerce insan açlık, susuzluk ve hastalıktan yollarda can vermektedir. Moğol korkusundan kaçanları kaynaklar, “karınca sürüleri gibiydiler” diyerek açıklıyordu. Bu durum felaketin boyutunu göstermeğe yeterliydi.
Yine Moğolların sillesini yiyen devletler de tarihin tozlu sayfaları arasına girmeğe hazırlanmaktaydı. Harezmşahlar, Eyyubiler bu silleden nasibini almaya çoktan başlamıştı. Anadolu Selçuklu ülkesi de yavaş yavaş yıllardır namını duyduğu Moğol kasırgasının öncü dalgaları ile karşılaşmağa başlamış bulunuyordu.
Makrizi, es- Sülük adlı meşhur eserinde Moğolların korkutucu ve yıldırıcı siyasetlerini şöyle özetlemektedir:
“Moğollar, bir yere saldırdıklarında orayı yakıp yıkarlar, insanları öldürürler, kadınlara tecavüz ederler ve çocukların dillerini keserlerdi. Ancak belirli bir topluluğa dokunmazlardı. Bu kişiler genellikle daha önce seçilen ticaret ya da hayvancılıkla uğraşan insanlar olurdu. Moğollar, onları korkutarak vücutlarına işkence yaptıktan sonra serbest bırakırlardı. Bu kişiler batıya doğru kaçtıklarında geçtikleri bölgelerdeki halka Moğol zulmünü bire bin katarak anlatırlardı. Böylece Moğol korkusu daha kendileri görünmeden kalplerde yer tutmuş olurdu.
Nitekim Memluk Sultanı Kutuz, Moğol saldırılarından kaçan bu grupların Memluk şehirlerine girmesini engelleyerek, halkın söylentilerden etkilenmemesi için tedbirler almıştı. Emirlere fermanlar göndererek askerlerin halkın karşısında cenk, cirit oyunları oynamasını emretti. Camilerde hocaların, vaaz ve hutbelerinde Müslümanların kâfirlere galip geldikleri savaşları anlatmasını istedi. Böylece halkın kalbine kuvvet verdi. Moğolların yıkıcı hikâyelerinden onları korudu. Belki de bütün bu faaliyetlerin tesiri ile Moğol selinin önüne bir tek Memlukler sed çekebilecekti.
Öte yandan Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad'ın ölümünün üzerinden on yıl geçmeden Anadolu’da her şey tersine dönmeye başlamıştı. Zira doğuda önlerine çıkan her şeyi silip süpüren Moğol istilası artık Anadolu kapılarına dayanmıştı. Oysa bu sırada Selçuklular iç karışıklıklarla meşguldüler. İçeride Babai isyanı Anadolu Selçuklularının perişan halini Moğollara göstermiş bulunuyordu.
Selçuklunun bir isyanı dahi bastıracak gücünün olmadığını gören Moğolların artık var olan endişeleri de dağılmıştı. Nitekim 1240 yılında bütün Türkiye’yi istilaya giriştiler”. Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin’in Devlet işleri ile fazlaca ilgilenmediğini bilen Moğollar, Sultan’ın onlara tâbi olduğunu bildirdiği elçinin dönüşünü dahi beklemeden saldırıya geçtiler.
Moğolların İran Genel Valisi Curmagun Noyan, Gürcistan’a girdikten sonra Arpa Çayı boyuna gelerek, Sürmelü, Ani ve Kars şehirlerini işgal etti. İki sene sonra da Moğol Valilerinden Baycu Noyan, Kars topraklarını geçip Erzurum’a girdi ve buraları tahrip etti (1242). Baycu Noyan, Erzurum’dan Mugan’a geri dönse de ertesi sene tekrar bölgeye gelince II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ mevkiinde karşıladı (1243).
Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve komutanlar, öncü birliklerin Moğollara yenilmesi üzerine savaşın kaybedileceğini düşünerek harp etmeden alanı terk ettiler. Moğollar bile, Selçukluların taktik gereği geri çekildiğini zannederek uzun süre Selçuklu çadırlarına giremediler. Kösedağ hezimetinden sonra Moğollar süratle Anadolu içlerine doğru yayılmaya başladılar.
Büyük şehirleri yağma ve talan eden Moğol ordusu, Batı yönüne doğru yeni bir göç dalgası oluşturdu. Erzincan ve Sivas’ı zapt eden Moğollar Kayseri’ye yöneldiler. Kayseri’yi Ahilerin direnişinden dolayı önce alamadılar, ancak daha sonra Ermeni dönmesi bir kale muhafızının içeriden gizlice kapıları açması sonucu alabildiler. Moğollar girdikleri şehirleri yağmalayıp tahrip ettiler. Ahiler başta olmak üzere halkı öldürerek büyük katliamlar yaptılar.
Kaynaklar Moğol tahribatını şu cümlelerle özetlemektedir:
“Moğol tahribatı manevi değerleri saklayan kitleleri imha etti. Şehirleri, medeniyet ocaklarını yaktı. İslam dünyasında Orta-Asya’nın tekrar önem kazanması bir hayli zaman aldı”.
“Türk illerinden Buhara ve Semerkand’da öyle bir kıyım yapıldı ki kıyamete kadar bunların nesilleri çoğalsa dahi, eski nüfuslarının onda birine çıkamayacaklardır”.
“Doğu’dan Moğollar önünden kaçan pek çok insan her şeyini kaybetmiş bir şekilde Batıya Bizans sınırına doğru yığılıyordu. Uçlarda başlayan Türkmen hareketleri de Devletin zaafa uğramasına ve ülkenin tahribatına yol açıyordu”.
Moğolların 1243 yılında Zara yakınlarında (Kösedağ’da) Selçuklu ordusunu bozguna uğratmasından sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev her yıl vergi vermek suretiyle Baycu Noyan ile bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma ile Anadolu fiilî olarak Moğolların hâkimiyetine girdi. Muîneddin Pervâne’nin ölümüne kadar geçen sürede (1243-1277) Türkiye Selçuklu Devleti, Moğol/ İlhanlılara tâbi olarak hayatını sürdürecekti.
İslam dünyasını bu buhran içerisinden kim çıkaracaktı? Müslümanlar için en emniyetli limanı neresi olacaktı? Bütün bu suallerin cevabı belki de şu hadisenin içerisinde saklıydı.
Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu sarması üzerine; boyuna daha uygun bir yer arayan Süleyman Gündüz Alp, aşiretini alıp Anadolu içlerine doğru yol almaya başladı. Bu sırada Süleyman Şah oldukça ihtiyarlamış olup aşirete Ertuğrul Bey Başbuğluk yapıyordu.
Sivas yakınlarda konakladıkları sırada Selçuklu ordusuyla büyük bir Moğol birliğinin savaşına şahit oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, Ertuğrul Gazi Yiğitlik ve merhametlik esaslarına göre yoldaşlarına şöyle seslendi:
“Hey gaziler! Cenge rast geldik. Yanımızda kılıç taşırız. Korkak gibi geçip gitmek erlik değildir. Ne yapalım?” diye sordu.
Bazıları: “Mağlup durumdakine yardım etmek çok zordur. Kendimizi tehlikeye atmayalım”, dediler.
Ertuğrul Bey ise: “Bu söz merdaneler kelamı değildir.
Erlik zor durumda olan kardeşlerimize yardım etmektir. İşleri kolay olsa yardıma ne gerek vardı. Haydin bu dar günde Hızır gibi biçarelerin imdadına yetişelim”.
Kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gazi, Selçukluların galip gelmelerini sağladı. Bu sırada Selçuklu Devleti’nin Hükümdârı bulunan Sultan I. Alaaddîn Keykubad Kayı yiğitlerinin yardımını haber aldığında fevkalade memnuniyet duymuştu. Ertuğrul Gâziye;
Yüzünü görmeden sevdi kulaktan
Yakınlık etti onunla ıraktan
Sözüne uygun olarak daha görüşmeden büyük bir muhabbet besledi. Adamlarına pek çok iltifâtlar ederken Gündüz Alp’e, Ertuğrul’a, evlâtlarına ve kavmine padişâhâne hediyeler ve ölçüsüz in‘amlar gönderdi. Ankara yakınlarındaki Karacadağ ve Kızılca Sarayözü civarını onlara verdi (1230). Böylece kâfir hududuyla yan yana olan Selçuklu kuzey hududu kâfirlerle gaza ve Cihad etmeleri karşılığında Kayılara bırakılmış oluyordu.
Kayılar burada yerleştiklerinde Reisleri Gündüz Alp yetmiş yaşında vefat etti ve defnedildi (Onun bu bölgeye gelişi sırasında yolda vefat ettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır).
Gündüz Alp vefat ettikten sonra oğulları arasında ihtilaf çıktı. Zira bu bölge onlar için yeterli gelmemekteydi. Bu itibarla oğullarından Gündoğdu ve Sungur Tekin, Alpleri ile birlikte geriye Ahlat’a doğru döndüler. Ertuğrul Gazi ise diğer kardeşi Dündar ile orada kaldı. Ertuğrul Gazi obasına dar gelen bu bölgeden ayrılmak istedi. Oğlu Saru Yatı’yı (Savcı Bey) Sultan Alâeddin Keykubad’a göndererek ondan yeni yurt istedi.
Ertuğrul Gazi, Sultandan izin çıkması üzerine babası Gündüz Alp’in kabrinin bulunduğu yere Kayı aşiretinden kırk kişi bıraktı. Bunların orayı yurt tutmalarını ve mezara sahip olmalarını buyurdu. Daha sonraları Gazi Gündüz Alp’in mezarını ziyarete gidenlerin ve gelenlerin; “Kırka gidelim”, “Kırka varalım, Kırka’dan geliyoruz demeleri dolayısıyla köyün adı Kırka olarak söylenegelmiştir. Burası günümüzde Ankara Beypazarı’na bağlı Hırkatepe köyüdür.
Öte yandan Osmanlı kaynaklarına göre Sultan’dan gerekli izni alan Ertuğrul Bey ile yoldaşları daha verimli topraklar elde etmek üzere batıya doğru hareketle Bizans sınırlarına kadar gelerek Söğüt dolaylarına, Aşağı Sakarya Havzası’na yerleşti. Burada Bizans sınırlarındaki kasaba ve köylere karşı akınlar düzenlemeye başladı.
Bu sırada I. Alâeddin Keykubad ülkesinin batı sınırlarını itaat altına almak amacıyla Bizans topraklarına bir sefer düzenledi. Zira bu sırada İznik İmparatoru Teodor Laskaris, Rumeli bölgesindeki Aktav Tatarlarıyla Sultana karşı düşmanlık etmek ve İslâm beldelerinin zaptına yönelmek üzere ittifak sağlamıştı. Gelibolu Geçidi’nden Anadolu’ya geçen Aktav Tatarları, Yenişehir ile Bursa Sahrası’nda birleştiler. İşte Sultan Alaaddin bu müttefik birliklerinin faaliyetlerini önlemek üzere harekete geçmişti. Konya’dan 1231 yılında hareket eden ordu Eskişehir mevkiine geldiğinde Ertuğrul Bey de bütün maiyetiyle birlikte buraya gelerek sultana katıldı.
Sultan Alaaddin çok sevdiği bu namlı Kayı yiğidini, akıncı birliklerinin komutanlığına getirdi ve ordusuna öncü tayin etti. Bu yüzden bu ordu da, onun sipahsalarını öncü yaptı. İdris-i Bitlisi’ye göre Selçuklu akıncıları gece gündüz düşmana karşı baskın, yağma ve yıldırma düşüncesinde olan; onları korku ve dehşete düşüren, inatçı ve müfsitlerin meskenlerini yağma etmek için her zaman hazır olan, bu maksatla genellikle geceleri gezen bir birliktir. Mücahit ve dilâver olan bir fırkadır. Çoğu zaman kılıçlarıyla seher vakti sabah soluğu gibi düşmanlarının üzerine gece baskını düzenliyorlardı. Sultanın emri gereğince Ertuğrul ve adamları, akıncı birlikleri ile beraber müttefik düşman kuvvetlerini karşılamaya yöneldi. Bugünkü Pazaryeri ile Bozüyük arasındaki Ermeni Derbendi’ne kadar silahlarını bellerinden çözmediler. Kendi talihlerinin gözleri gibi gece ve gündüz boyunca hiç uyumadılar. Ermeni Derbendi’ne vardıklarında İznik Rum İmparatoru Teodor Laskaris’e bağlı birlikler ile Aktav Tatarlarını savaş için hazır olarak gördüler.
Savaş çok şiddetli bir şekilde gün boyu devam etti. Sonunda müttefikler büyük bir bozguna uğrayarak çekilmeye başladılar. Ertuğrul Gâzi, Gelibolu yönüne doğru çekilen Tatarları İnegöl’e kadar takip ettiler. Adamlarını defalarca avladılar. Yüklerini, mallarını ve ganimetlerini ele geçirdiler.
Birçoğunu sahile ve gemiye ulaşmalarından önce helâk ettiler. Bu şekilde Ertuğrul ve yoldaşları muvaffak ve muzaffer olurken, düşman ordusu yenildi ve perişan edildi.
Söğüt’te atılan temel
Sultan, Eskişehir civarında iken bu müjdeli haber kendisine bildirildi. İşte bu sebeptendir ki orası Sultanönü adıyla şöhret buldu. Ertuğrul, oğulları ve onun tâbileri bu güzel işten dolayı her yerde konuşulmaya başlandı. Meclisler onların efsanelerinden haberdar oldu.
Ertuğrul, Sultan tarafından bol ihsan ve hediyelere layık görüldü. Sultan I. Alaaddin yanında şanı, şerefi ve mertebesi artan Ertuğrul’u, Bizans hududunda daha büyük bir harp mahâlline tayin etti. Söğüt ve Saraycık mahallerini kışlak Domaniç ve Ermeni Dağı’nı da yaylak olarak onlara verdi.
Artık o memleketlerdeki tekfurlar hâkimiyetlerinin sona yaklaştığının sesini ve âvâzesini duyar gibi oluyorlardı. Zira Ertuğrul Gâzi evlâtlarıyla birlikte hiç durmaksızın Kütahya ve diğer vilayetlere bağlı yeni şehirleri fethediyordu. Mücahitler arasında mertlik ve azâmet izleri gösteriyorlardı. Darülharpteki meskenlerin birçoğunu, tarlalar ve ekili yerler gibi birçok yeri kılıçlarının yemi yaptılar. Bu yüzden kavim ve tebaâsının gün geçtikçe kuvvet ve haşmeti arttı. Devlet işleri istiklâl ve istikrar buldu.
Öte yandan Ertuğrul Gâzi’nin bölgeye gelişinden ve gittikçe daha sağlam bir şekilde yerleşmesinden rahatsız olan Karacahisarlı Rumlar, fırsat buldukça Türkler üzerine saldırmaya başladılar. Ertuğrul Gâzi de Sultan Alaaddin’e vaziyeti anlatarak onu Karacahisar üzerine teşvik etti.
Neticede I. Alâeddin Keykubad’la birlikte bölgenin önemli merkezlerinden olan Karacahisar’ı kuşattılar. Ancak bu sırada Moğollar’ın Anadolu’ya girdikleri haberini alan I. Alaaddin şehrin muhasarasını Ertuğrul Gâzi’ye bırakarak geri dönmek zorunda kaldı. Ertuğrul Gâzi ve beraberindeki Türkmen beyleri uzun süren bir mücadele sonucunda Karacahisar’ı ele geçirdiler (629/1231-32). Şehrin tekfurunu yakalayarak elde edilen ganimetin beşte biriyle birlikte Sultan Alâeddin Keykubad’a gönderdiler. Ganimetin geri kalanını da gâziler arasında paylaştırdılar. Ertuğrul Gâzi, Karacahisar Kalesi’ni ele geçirdikten sonra Söğüt üzerine yürüyerek Osmanlı Beyliği’nin ilk başşehri olan bu yere de hâkim oldu. Onun bu başarıları sonucunda Selçuklu Sultanı Söğüt ve çevresini kendisine yurt olarak verdi.
Bu hadiseler, Ertuğrul Bey’in bölgeye geldiği zaman doğrudan Söğüt ve Domaniç’e hâkim olmadığının açık bir işaretidir. I. Alaaddin Keykubad’ın izniyle bölgeye yerleşen aşiret, zaman içerisinde Selçuklular adına fetihlerde bulunmaya başlamış ve fethettiği yerlerde de yine onlar adına hükmetmeye başlamışlardır. Dolayısıyla Ertuğrul Gâzi ve beraberindekiler ilk andan itibaren hazır bir bölgeye konmamış kendi kılıçlarıyla ve güçleriyle kendilerine yurt açmaya başlamışlardır.
Ertuğrul Gâzi Söğüt ve çevresine yerleştikten sonra Bizans sınır boylarında bulunan diğer uç beyleriyle birlikte mücadeleyi sürdürdüğü gibi komşu Rum beyleriyle (tekfurlar) dostluk kurmaya da çalıştı. Özellikle Belocome (Bilecik) ve Melangeia tekfurları Ertuğrul Bey ile gayet iyi geçiniyorlardı. Ertuğrul Gâzi, kendisi gibi Kayı Türklerinden olup Selçukluların Kastamonu Uçbeyi olan Hüsâmeddin Çoban’ın oğulları ile de dostane münasebetlerde bulunuyordu. Bu şekilde kışları Söğüt’te, yazları da Domaniç Yaylaları’nda geçiren Ertuğrul Gâzi zaman zaman Bizans sınırlarındaki bölgelere akınlar düzenliyordu. Onun Bizans’a karşı yaptığı bu akınlar sırasında çevrede bulunan Akçakoca, Samsa Çavuş, Kara Tegin, Aygut Alp ve Konur Alp gibi tecrübeli uç beyleri de etrafında toplanmışlardı. Böylece Söğüt’e yerleşmiş olan Kayı aşireti her geçen gün biraz daha büyüyerek kuvvetlendi.
Osmanlı kaynaklarındaki rivayetlere göre Batı Anadolu’da, Anadolu Selçukluları’na bağlı bir uç beyi olarak faaliyetlerini sürdüren Ertuğrul Gâzi, Cimri olayından sonra Bizans sınırlarına gelen Selçuklu Sultanı III. Gıyâseddin Keyhusrev’i karşılamış ve ona da bağlılığını bildirip hediyeler takdim etmişti (1279).
Bu tarihten sonra Ertuğrul Gazi’nin oldukça yaşlandığı ve Kayı aşiretinin idaresini oğlu Osman Gâzi’ye bıraktığı anlaşılmaktadır. Gündüz Alp’i de kendisine yardımcı olarak vermişti. Zaten Ertuğrul Gâzi’nin son zamanlarında fetih hareketinin başında Osman Gâzi bulunuyor ve gerektikçe serhat boylarında düşmanları ile çarpışıyordu.
Ertuğrul Gâzi muhtemelen bu son tarihten kısa bir süre sonra doksan yaşını aşmış olduğu halde vefat etmiştir (680/1281-82). Ölüm tarihi olarak 1288 veya 1289 yılları da verilmektedir.
Türbesi Bilecik İli Söğüt ilçesinin bir km. doğusunda, Söğüt- Bilecik yolu üzerinde bulunmaktadır. Kayı aşiretine mensup olanlar ve özellikle Karakeçili aşireti Ertuğrul Gâzi’nin ölümünden sonra onun türbesini manevî bir ziyaret yeri haline getirmişler ve yıllarca burayı ziyaret ederek şölenler tertiplemişler, cirit ve güreş gibi millî oyunlarla atalarını anmışlardır. Ertuğrul Gâzi’nin türbesi bugün de aynı şekilde ziyaret edilmekte ve Söğüt’te her yıl şenlikler düzenlenmektedir.
Şahsiyeti
Ertuğrul Gâzi’nin babasını dönemine yakın kaynakların bir kısmı Süleyman Şah diğer bir kısmı da Gündüz Alp olarak vermişlerdir. Günümüz tarihçileri Süleyman Şah’ın Selçuklu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’la karıştırılmış olabileceğinden ve Kayıların Caber bölgesine inmelerinin zorluğundan hareketle Gündüz Alp olabileceği konusunda ittifak halindedirler. Ertuğrul Gâzi’nin Gündüz adlı bir oğlunun bulunması, babasının adını oğlunda yaşatmak istemesi düşüncesi dikkate alınırsa, bu görüş kuvvetlenmektedir. Nihayet Osman’a ait olduğu ifade edilen tarihsiz bir sikkenin mevcudiyeti ve burada yazılan Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp ibaresi, bu ismin Gündüz olduğunun en büyük delili olmuştur. Ancak bize göre bu iki ismin aynı şahsa aid bulunabilme ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır.
Ertuğrul Gâzi’nin annesi ise mahalli rivayet ve geleneğe göre Hayme Ana’dır. Hayme Ana’nın mezarı Domaniç’in Çarşamba köyündedir. Ertuğrul Gâzi, babasını kaybettikten sonra anasıyla birlikte yaşamış ve kendisine çok hürmet ve saygı göstermiştir. Hayme Ana ihtimaldir ki kendisinin asıl ismi olmayıp lakabı idi. Ona, Çadır Anası-Çadır Büyüğü, manasına Hayme Ana derlermiş. Buradan muhtemeldir ki Ertuğrul Gâzi nasıl sözü dinlenen Gâziler Başbuğu ise Anası da kadınların sözünü dinledikleri eğitim ve terbiyesinden geçtikleri obaların en itibarlı bir ulu hatunu idi. Belki de Aşıkpaşazade’nin Bacıyan-ı Rum diye isimlendirdiği bacılar teşkilatının kurucusuydu.
Sultan II. Abdülhamid Han 1886’da bir heyet gönderip büyük ninesi Hayme Ana Sultan’ın kabrini buldurmuş ve üzerine güzel bir türbe yaptırmıştır. Ayrıca türbeye konulmak üzere halı, avize ve sünbüllü kandil göndermiştir.
Ertuğrul Gâzi’nin hayatı, babası zamanından itibaren göç ve mücadele içerisinde geçmiştir. Söğüt’e yerleştikten sonra çevresinde bulunan beyliklerin ve devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebaasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı.
Neşrî’nin Cihan-Nümâ’sında belirtildiğine göre Ertuğrul Gâzi, “Gayet dindar ve namdar ve şecaatıyla maruf bir kişi idi. Zühd ü takvada zamanının ileri gelenlerindendi”.
Nişancı Mehmed Paşa Tarih’inde belirtildiğine göre Ertuğrul Gâzi, Selçuklu Sultan’ına yurt talebiyle yolladığı elçisiyle şöyle bir haber göndermişti: “Küffâr-ı hâksâra gaza niyetine bu diyara geldik.”
Öyle anlaşılıyor ki, Ertuğrul Gâzi cesur bir yiğitti. Devlet-i Aliyye ağacının ilk fidanlarını “Cihad-ı Fi Sebîlillâh ve İlây-ı Kelimetullah” mefkuresini vird-i zeban edinerek istikbalde “Cihan Devleti ve Nizam-ı Âlem” hedefine müncer olacak tarzda dikmeyi başardı.
Ertuğrul Gâzi, emsalsiz derecede şecaat sahibi ve mert bir insandı. Tekfur denilen komşu Bizans Derebeylerine karşı kazandığı parlak başarıları ile Gâzi ünvanını kazanmış ve bu savaşları ile Osmanlı Devleti’nin doğuşunu hazırlamıştır.
Çok cömertti. Fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi. Onlara üç günde bir yemek pişirterek ziyafet verir sevindirirdi. Yine fakirleri giydirip donatmak ve dul kadınlara daima sadaka vermek onun âdeti idi. Hıristiyan ahaliye de çok yardım ve iyilik eder muhtaçlarını gözetirdi. Bu itibarla yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara İslamiyet’i sevdirdi.
Ertuğrul Gâzi’de bulunan en belirgin bir meziyet de zayıf durumda bulunanlara yardım etmesidir. Nitekim bir Moğol birliğinin Selçuklu kuvvetlerini yok etmek üzere iken hiç düşünmeden imdatlarına koşması bunun en belirgin nişanıdır. Ertuğrul Gâzi, yaşlılığı ve hastalığı sebebiyle vefatından önceki son iki yılda aşiretin yönetiminde oğulları arasından Osman Gâzi’ye özel görev ve yetkiler vermişti. Dolayısıyla onu yönetime hazırlamıştı. Bu nedenle Osman Gâzi yaşı küçük olduğu halde babasının ölümünden sonra onun işareti doğrultusunda diğer kardeşleri Gündüz ve Sarı Yatı’nın ve tüm ileri gelen aşiret beylerinin desteğiyle yönetime geçti. Amcası Dündar Bey’le bir sıkıntı yaşandıysa da sonuç değişmedi.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Not: Bu makale Kepenek Dergisi Sayı 2 (Eylül 2015) S. 72-77'de yayınlanmıştır.
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"