Muhteşem Yüzyıl dizisi izlenmesi bir tarafa, bir o kadar da, kim ne kadar fazla hata yakaladı yarışmasına döndü. Kimi siyasi tarihi, kimi sanat yönü, kimi kılık kıyafet bakımından, kimisi de kurgu yönüyle hatalar zincirini sıralamakla meşguller.
Hâlbuki dizinin birinci bölümünü izledikten sonra; “bu dizide hatasız tek bir kare gösteremezsiniz”, demiştim.
İkinci olarak da dizi hatalı bir temele oturtuldu, artık sonuna kadar hatalar manzumesi devam edecektir hükmünü vermiştim. Zira yanlış bir yola girdiğinizde, neticede hep hatalı ilerleyeceksiniz demektir.
Dolayısıyla hâlâ diziyi izleyip hata arayanlara ne demeli bilmiyorum. Bu hatalı yollardan birincisi Hurrem Sultan olayı idi.
Hareme Müslüman olmayan bir cariyenin girmesi mümkün değildi. Hurrem ise dizide haçı ile girdi. Ardından papaz olan babasından Osmanlı’nın yıkım görevini üzerine aldı. O artık dizide gizli bir Hıristiyan. Şimdi dizinin Türk halkını getireceği nokta şudur.
Sevecen, munis, cana yakın ve sempatik tavırlarıyla Mustafa dizinin en fazla sevilecek bir şahsiyeti olacak. Bu arada dizide onunla ilgili karelerin hiç birinin doğru olmadığını da belirtelim. Neticede Şehzade Mustafa sevgisi en üst noktaya çıkarılacak.
Ve gün gelip Kanuni Sultan Süleyman, oğlunu dilsiz cellatlar elinde boğdururken öbür taraftan Hurrem Sultan zaferinin nişanesi olarak herhalde haçını öpecektir (!).
Mustafa’nın öldürülmesi ile gözyaşlarına boğulan Türk halkı, Kanuni ve hele hele Hurrem hakkında artık neler düşünecektir.
Siz dizinin senaristi Meral Okay’ı sadece bir tarih kurgusu yapıyor zannetmeyin. Onun masumane bir tarzda; “efendim bu bir senaryodur, kurgudur”, demesine aldanmayın.
O, Türk halkının ecdadına iftira ve ihanetin, onun ecdadını gözden düşürmenin, entrikanın, Türk halkının değerlerini yıkmanın kurgusunu yapıyor. Bu diziyi izleyen herkes de bir noktada onun ekmeğine ballı kaymak oluyor.
Gelin biz diziyi bırakıp Hurrem Sultan’ı bir nebze olsun yakından tanıyalım isterseniz.
Tarihin bir yüzyılına neredeyse Süleyman Çağı dedirtecek derecede adını veren Kanuni Sultan Süleyman’ın biricik eşi, fiziki özelliklerinden ahlaki durumuna, giyim ve kuşamından yemesine içmesine kadar her hali ile ilgi odağı idi. Tarihçiler, edebiyatçılar hepsi onu yazdı ve araştırdı. Osmanlıların haramdan gelme haremi hakkında bilgi edinemeyenler, tabi ki her zaman olduğu gibi fantezilerini ve hayal güçlerini çalıştırdılar. Senaryolar yazdılar. Bugün tarihin aydınlanmış nice mevzunun dahi çarpıtılarak ortaya konduğu ve gerçeklerden ne kadar uzak yazılıp çizildiği görüldüğünde o tarihte hiçbir bilginin olmadığı zamanlarda nelerin yazılıp çizilebileceğini tahmin etmek zor olmamalıdır.
Neticede yerli yabancı romancıların, film ve tiyatro yazarlarının katkıları ve hayal dünyaları ile bambaşka bir Hurrem Sultan ortaya çıktı.
Peki, Hurrem Sultan kimdi? Nasıl bir eş, nasıl bir sultan ve nasıl bir ana idi?
Tarihçiler, umumiyetle Hurrem Sultan’ın Rus asıllı olduğunu, o devirde Polonya hâkimiyetinde olan Ukrayna’da, 1506 yılında doğduğunu ifade etmektedirler. Saçının kızıla çalan renginden dolayı adının Roza, Rossa veya Roxialene olduğu belirtilmektedir.
Harem-i Hümayun adı ile ilmi bir çalışma yapan Leslie Peirce’ye göre Hurrem Sultan, büyük bir ihtimalle Batı Ukrayna’dandır. Polonya’da anlatılanlara göre adı Aleksandra Lisowska olup Rutenyalı bir rahibin kızı iken Tatarlar tarafından Dinyester üzerinde Lvov yakınındaki Rogatin kentinden esir alınmıştır. Avrupalılar onu Rutenyalı bakire anlamına gelen Lehçe bir terimden dolayı Roxelana olarak kaydetmiştir.
Dokuz yaşındayken Kırım Türkleri tarafından esir edilip Kırım Sarayı’nda birkaç yıl tahsil ve terbiye gördüğü, daha sonra Kırım Hanı tarafından, Saray-ı Hümayûn’a hediye edildiği belirtilmektedir.
Osmanlı sarayına girdikten sonra da İslam ve Türk terbiyesiyle eğitilerek yetiştirilen bu sempatik ve güler yüzlü cariye neşeli tavırları, şirinliği, kıvrak zekâsı ve çalışkanlığı dikkat çekmiştir. Sempatikliği sebebiyle sarayda kendisine Hurrem adı verilmiştir.
Bazı yazarlar onu genç, normal güzellikte, orta boylu, zayıf, pek zarif ve şirin olduğunu ifade ederek çeşitli fiziki özelliklerini belirtmişlerdir. Aslında bütün bu yakıştırmalar adından ve kendisine ait olduğu söylenen bir portresinden veya ressamların resimlerinden kaynaklanmaktadır. Oysa birbirlerine dahi neredeyse hiç benzemeyen bu portrelerin de hayal mahsulü olduğu pek açıktır. Onlara bakarak bir Hurrem şemaili çıkarmak da bir o kadar uydurma olacaktır.
Oysa şurası muhakkak ki saraya alınan veya padişaha hediye edilen bir cariyede belli bir endam ve güzelliğin olacağı aşikârdır. Son derece iyi bir ahlak ve terbiye ile yetiştirilmiştir. Saray ananesine göre güzel, iyi yetişmiş, zeki, kabiliyetli ve iffetli padişah anası namzedi olacak ve gelecekte sarayın en nüfuzlu şahsiyeti olarak hizmet verecek birini seçmek valide sultanların işidir. İşte Hafsa Sultan da oğlu Kanuni’ye böyle birini seçmiştir ki o da Hurrem’dir.
Hurrem Sultanın Kanuni’nin haremine ne zaman katıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak saltanatının hemen ilk yılı içerisinde olduğu çok kuvvetli bir ihtimaldir. Bu sırada sarayda en nüfuzlu kadın elbette ki Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Mehd-i Ulya Hafsa Sultandı. İkinci derecede nüfuzlu kadını ise 1515’de Şehzade Mustafa’yı dünyaya getiren Kanuni’nin ilk eşi Mahidevran Hatun idi.
Hurrem Sultanın 927 yılında (1520-21) Şehzade Mehmed’i dünyaya getirmesi ile birlikte nüfuzu, sarayda ve Kanuni katındaki değeri arttı.
1520 yılında Padişah olan Sultan Süleyman, ilk hanımı Mahıdevran Hatun’dan sonra haremine aldığı Hurrem ile çok uzun bir beraberliği oldu. Gülfem adlı bir cariye dışında başka bir kadınla birlikte olduğu da bilinmez. Gülfem Hatun’un da Hurrem’le arasının çok iyi olduğu anlaşılmaktadır.
Haseki Hurrem Sultan, Padişahın gözdesi, olağanüstü zeki, sevimli, çekici bir kadın, aşırı derecede şefkatli bir anadır. Devrinin bazı politik olaylarına karıştığı için, aynı zamanda Osmanlı sarayında kadın hâkimiyetini başlatan kişi olarak da kabul edilir. Batılı yazarlardan Bernard Bromage onun kişiliği hakkında şunları söyler:
“Osmanlı saltanatının en muhteşem devresine, Muhteşem Süleyman ile birlikte hâkim oldu. Kocasının bir cihan fatihi olduğunu gören bu güzel kadın, hilâlin salibe galebe çalarak en uzak müşrik diyarlarına kadar uzanmasına çalıştı.”
Aralarında on bir yaş olan Kanuni ile evlendikten sonra Hurrem Sultan’ın yedi çocuğu oldu. Abdullah ve Murad isimli şehzadeler küçük yaşta vefat ettiler. Diğer çocuklara Selim, Mehmet, Cihangir, Bayezid ve Mihrimah adları verildi.
Ailesine çok bağlı bir kadın olan Hurrem, Kanuni’yi ve çocuklarını hiçbir yerde yalnız bırakmadı. Bursa’ya, Manisa’ya, Konya’ya ve diğer şehirlere seyahat etti. Yakınlarıyla birlikte oldu. Aile fertleri arasında sıkı münasebet kurdu.
Kanuni ve Hurrem Sultan, şehzadeleri arasında Mehmed’i çok sevmekte idiler. O Kanuni’nin Hurrem Sultandan doğan en büyük şehzadesi idi. Kanuni muhtemelen kendisinden sonra onu tahta düşündüğünden 1541 yılında sancak değişikliği yaptı.
Şehzade Mustafa’yı Manisa’dan Amasya’ya tayin ederken Mehmed’i Manisa’ya yolladı. O zaman Manisa sancağı daha çok padişah namzedinin gönderildiği veya merkeze en yakın sancak olarak gösterilen bir yerdi. Şehzadeler özellikle orayı isterlerdi. Bu tayinde ihtimaldir ki Hurrem Sultan da rol oynamış olmalıdır.
Şehzade Mehmed de ağabeyi Mustafa gibi değerli ve çok iyi yetişmişti. Ancak onun Manisa valiliği çok uzun sürmedi. Bir yılı bir müddet geçmişti ki 1543 yılında ani olarak vefat etti. Çok sevilen tahtın geleceği olarak düşünülen genç Şehzadenin vefatı aileyi büyük bir mateme garketmişti.
Şehzadeler güzidesi Sultan Mehemmedim
Diyerek vefatına tarih düşüren Kanuni Sultan Süleyman’ın bu mısraı, onun ölümüne duyduğu derin üzüntüyü de ortaya koymaktadır.
Adına Şehzadebaşında Mimar Sinan’a çok güzel bir cami inşa ettirdi. Hurrem Sultan’ın da üzüntülü yılları bununla başladı denilebilir. Hayırsever bir hanım sultan olan Hurrem, halk tarafından da çok sevilmektedir. Yaşadığı yüzyılda büyük saygı gördüğünü, daha sonraki asırlarda da hep hayırla yad edildiğini, hakkında yazılan yüzlerce cümleden sadece şu bir tanesi anlatmaya yeter sanırım:
“O, namuslu kadınların efendisi; melek huylu, derecesi yüksek, vasıfları temiz, zatı kutsi, hayır ve hasenat sahibi eşsiz bir inci; büyük, şanlı, yüksek mevkili bir hanımdı.”
Hurrem Sultan, siyasî bakımdan hiçbir padişah hanımının gelemediği seviyeye ulaşmasına rağmen, zaman zaman büyük acılar çekti. Küçük yaşta ölen evlatlarının yanı sıra, Manisa Valisi Şehzade Mehmed’in ve ardından Şehzade Cihangir’in vefatları, onu sonsuz üzüntülere sevk etti.
Evlat acısının da etkisiyle çeşitli hastalıklar geçirdi. Büyük ızdıraplar çekti. Son kışını çok sevdiği Hünkârı, Kanuni ile Edirne’de geçirdi. Rahatsızlığı artınca İstanbul’a dönerek içinde bir de hastanenin bulunduğu Eski Saray’a yerleşti. Yakalandığı kulunç hastalığından kurtulamayarak, 1558 yılında genç denecek bir yaşta (52) hayata gözlerini yumdu.
Cenazesi vezirlerin omuzlarında Bayezid Camii meydanına getirildi. Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin imametinde kılınan Cenaze namazından sonra, yine Şeyhülislâm’ın eliyle defnedildi. Ölümü, bütün İstanbul halkını müteessir etti.
Cihan Padişahı Sultan Süleyman, hayatta hiç yanından ayırmadığı Hurrem’in naaşının da kendisine uzak kalmasını istemedi. Süleymaniye Camii çevresinde kendi türbesi için ayırdığı yerin hemen yanına onun için de bir türbe yaptırdı. Hurrem Sultan’ın türbesinde, bekçiler ve hafız-ı kurralar görevlendirdi. Yüzyıllar boyu günün yirmi dört saati bu hayırsever sultanın ruhuna Kur’ân-ı kerîm okundu.
Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelere göre, nöbetleşe görev yapan hafız-ı kurra ve bekçilerin sayısı yüz otuz sekiz kişiyi buluyordu. Bunlara günde üç yüz elli akçe gibi yüksek bir ücret verildiğini dikkate alırsanız, Kanunî’nin Hurrem Sultana karşı olan sevgisi daha iyi anlaşılır sanırız.
Peki, Hurrem Sultan’ın Şehzade Mustafa olayındaki tutumunu nasıl değerlendireceksiniz diyebilirsiniz.
Birincisi o hadiseden başka Hurrem Sultan hakkında menfi ne duydunuz?
İkincisi ise hangi kadın kendi oğlunu saltanatta görmek istemez. Onunda kendi oğullarından birini saltanatta görmek istemesi en tabi bir durumdur.
Şehzade Mustafa meselesinde ise Kanuni asla onun sözüne itibar etmez onun sözüyle oğluna kıymazdı. Orada birinci derecede suçlu Rüstem Paşa ile isyan emarelerinde bulunan Şehzade Mustafa’nın bizzat kendisidir.
Aşağıda Hurrem Sultan’ın Türk milletine bıraktığı eşsiz eserleri okuyacaksınız. O belki bu camilerde namaz kılmadı medreselerinde okumadı, kervansaraylarında yatmadı, çeşmelerinden su içmedi, darüşşifasında tedavi olmadı. Hepsini Türk milletine ve evlatlarına miras bıraktı.
Türk milletine ve Müslümanlara ve onların evlatlarına hizmet edenlere karşı bazılarının özel bir husumeti oluyor nedense. Meral Okay ve benzerlerinin yaptıkları gibi.
Geride bıraktıkları
Osmanlı ailesinde güzel bir gelenek vardı. Küçük yaşta ölenler de dâhil, hanedan mensuplarından geride kalan eşyalar titizlikle saklanırdı. Yalnız hanımların ve kız çocuklarının eşyaları bu geleneğin dışında bırakılırdı. İşte bu adet Hurrem Sultan’ın vefatında değişikliğe uğradı. Merhumenin özel eşyaları sarayda ve türbesinde muhafaza altına alındı. Aralarında zarif işlemeli örtüler, kaşbastılar ve mücevherlerin de bulunduğu bu şahsi eşyalar, halen Topkapı Sarayı Müzesi ile Türk İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenmektedir.
Osmanlı Hanım sultanları içinde iyilik yapmakta en önde gelenlerden biri olan Hurrem Sultan, üç kıtaya yayılan geniş toprakların dört bir yanını bayındır etmek ve insanlara faydalı olmak için büyük çaba harcamıştı. “Solakzâde ve İbrahim Peçevi Efendi tarihlerinde Kanuni Sultan Süleyman’ın eserlerine yer verildikten sonra Hurrem Sultan’ın hayratı sıralanmaktadır.
Haseki Külliyesi
Cami, medrese, sıbyan mektebi, çeşme, imaret ve dârüşşifâdan meydana gelmektedir. Mimar Sinan’ın hassa başmimarı olduktan sonra yaptığı ilk eserdir. XIX. Yüzyıldan itibaren Haseki adıyla anılan Avratpazarı semtinde kurulmuştur. Peçuylu İbrahim külliyenin burada yapılmasının Kanuni’nin eşine gösterdiği bir incelik olduğunu yazar.
Külliyenin ilk yapılan birimi cami olup medrese ve sıbyan mektebi bir yıl, imaret ve dârüşşifâ ise on iki yıl sonra inşa edilmiştir. Bu durum külliyenin bir bütün olarak planlanmadığını, binaların değişik zamanlarda ayrı ayrı düşünülerek tasarlandığını göstermektedir. Külliyenin Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan vakfiyesi 958 (1551) tarihlidir.
Cami Haseki caddesinin bir yanında, medrese, sıbyan mektebi, imaret ve dârüşşifâ ise diğer yanında yer almaktadır.
Cami: 945 (1538-39) yılında inşa edilen cami kare mekânlı ve tek kubbeli olup klasik uslupta yapılmıştır. Tek minarelidir. Daha sonra cemaate kâfi gelmemesi nedeniyle Sultan I. Ahmed zamanında iki sütun ve bir kubbe daha ilave edilerek büyütülmüştür (1612). Bugün de cami olarak hizmet vermektedir.
Medrese: Caminin karşısında bulunan medrese 946 (1539-40) yılında inşa edilmiş klasik tipte bir yapıdır. Sokak cephesinin merkezindeki kapıdan girilen revaklı bir avlunun üç yanını çevreleyen kapalı mekânlardan meydana gelmektedir. Dershanesi kapının karşısındaki revakın ortasında yer almaktadır. Dershanenin iki yanına üçerden altı, avlunun iki yanına beşerden on oda yerleştirilmiştir. Bunların hepsi kubbelidir ve içlerinde birer ocak bulunur. Vakfiyesinde bilimin ve eğitimin değerinden bahsedilerek bilim adamlarına ve talebelere vakfedildiği kaydedilmiştir. Müderrislere günde elli akçe, on altı talebeye günlük ikişer akçe, muide ise beş akçe verilmesi şart koşulmuştur. Bugün odaları yatakhane, dershanesi ise mescid olarak kullanılmaktadır.
Sıbyan Mektebi: Medresenin doğusunda yer almaktadır. Kare planlı olup yanyana iki birimden meydana gelmektedir. Birinci kısmı iki cephesi sütunlu açık dershane, ikinci kısmı ise kapalı dershanedir. Binanın önündeki havuzlu alan muhtemelen oyun bahçesi olarak düzen-lenmiştir. Kitabe yeri boş duran mektebin yapılış tarihi bilinmemekle birlikte medresede kullanılan nilüfer çiçeği motifli başlıkların burada da kullanılması iki yapının birlikte ele alındığına işaret etmektedir.
Sıbyan mektebi yalnız Müslüman çocukları için vakfedilmiş olup dini eğitim şart koşulmuştur. Kapalı dershanenin hemen yanında küçük ve oldukça bakımlı bir hazîre vardır. Mezar taşlarından çoğunun mütevellilere, külliyede hizmet eden kişilere ve onların aile fertlerine ait olduğu görülür.
İmaret: Haseki Caddesi üzerinde külliyeye girişi sağlayan üçüncü kapı imarete aittir. Kitabesinde 1550 (h.957) yılında yaptırıldığı belirtilmektedir. İmaret kuzeyde üç, doğu ve batı yönlerinde beş kemerli bir revakla çevrilmiş ve revaklar baklava başlıklı sütunlara oturtulan pandantifli kubbelerle örtülmüştür. Avlunun kuzeyinde iki büyük ve dört küçük kubbeli mutfak ile yanlarında dikdörtgen planlı odalar vardır. Bugün imarethanede yemek pişirilip yenmekte bir bölümü ise kütüphane olarak hizmet vermektedir.
Darüşşifâ: Darüşşifa, Osmanlı mimarî tarihinde bir benzeri daha bulunmayan orijinal bir yapıdır. Mimar Sinan’ın, yaptığı eserler içinde en mükemmel mekân düzenlemesini gerçekleştirdiği Haseki Darüşşifası’nın giriş kapısındaki kitabeye göre, 1550 (h. 950) yılında bitirilmiştir.
Haseki Darüşşifası, belki günümüze kadar yapılan hastanelerin en havadar ve ferah olanlarının başında gelmektedir. Giriş kapısından sonra sekizgen planlı açık bir avlu ve bu avluya bakan yüksek kemerli muayene bölümleri yer almaktadır. Polikliniklerden sonra ise iç kısımlardaki kubbeli doktor ve hasta odaları bulunmaktadır.
Mimar Sinan, ana bölümden ayrı olarak ilâç yapımı için de iki ayrı oda inşa etmiştir. Yedi doktor, iki eczacı kalfası, yirmi dokuz memur ve müstahdem hizmet veriyordu. Ayakta tedavinin yanı sıra, yatarak tedavi hizmeti de veriliyordu. Hurrem Sultan, vakıfnamede darüşşifada çalışacak doktorlar için öyle şartlar koşmuş ki, hayran olmamak elde değil. Meselâ, başhekim dahil, bütün personelin güzel cümlelerle hitap etmelerini ve hastaların sorularına hoşa gidecek şekilde cevap vermelerini istemiş.Sadece bu kadar değil. Hastanede çalışanlara dolgun ücret verilmesi, fakir hastalardan doktor muayenesi ve ilâç için para alınmaması da onun şartları arasında bulunmaktadır.
20 Ocak 1976 tarihinden bu yana Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Haseki Eğitim Merkezi adıyla faaliyet gösterilen külliye binalarında müftü ve vaizlerin meslekî eğitimleri yapılmakta, bunun yanında kıraat ilmi öğretilmektedir. Halen külliyenin medresesi yatakhane, kapalı dershanesi mescid, imareti yemekhane, sıbyan mektebi toplantı salonu, dârüşşifâsı eğitim ve idare binası olarak kullanılmaktadır.
Diğer Eserleri:
Şehzade Cihangir Camii: Tophaneye hakim olan büyük tepe üzerindeki mübarek camidir.
Bağdat’ta: İmamı âzam hazretlerinin nurlu mezarı üzerine sağlam bir kale, bir cami, güzel bir imaret, yüksek bir türbe ve akıl hastanesi bina edilmiştir.
Yine Bağdat’ta Şeyh Abdülkadir-i Geylanînin mübarek mezarı üzerindeki yüksek kubbe yenilenmiş, mübarek camii yeniden onarılmış, imaret ve daha başka hayratlar yenilenip yeteri kadar vakıflar bağlanmıştır.
Konya’da: Mevlana Celaleddin hazretlerinin nurlu türbeleri yakınında iki minareli yüksek bir cami, güzel bir mescit, imaret ve dervişler için odalar ve benzerleri yapılmıştır.
Şam’da: Yüksek bir cami, medrese, imaret ve daha başkaları.
Kefe’de ve İznik’te: Birer büyük kilise camie çevrilmişken aradan geçen uzun zaman boyunca harap olmuş bulunuyorlardı. Bunlar yenilenmiş ve gereği kadar vakıflar bağlanmıştır. Mübarek Mekke ve Medine’de yapmış olduğu çok sayıda hayır ve dağıttığı sadakalar, bu yerlerde oturanların hayatlarının temeli olmuştur. Gerçi bu sadakalar önceleri de vardı. Şimdi ise iki katına çıkarılmış olup büyük bir titizlikle kâtipler tarafından ilgililere dağıtılır ve herkes eksiksiz kendisine ayrılan payı almaktadır.
Bir başkası da akarsu sadakasıdır. Bu su, Arafat kaynağıdır. Eskiden bu suyu Zübeyde Hatun akıtıp kente getirmiş, fakat zamanla harap olmaya yüz tuttuğundan su sıkıntısı çekilmeye bağlanmıştı, öyle ki bir arife günü bir parmakla kaldırabilecek bir kırba su bir altına satın alınmıştır. Bu suya üç dört kat daha katıp kentin suyunu bollaştırmak suretiyle bütün hacıları su sıkıntısından kurtardı.
Mekke’de: Dört mezhep için ayrı ayrı dört büyük medrese bina ettirdi ve Rum ülkesinde uygulanan kurallara göre on beşer öğrenci ve birer müderris yardımcısı tayin etti. Bunların belli ödenekleri hiçbir aksaklığa uğramadan ellerine ulaşmaktadır.
Müminlerin anası Hz. Haticenin, Hz. Fatıma ve öteki çocuklarının dünyaya geldikleri kutlu ev sonradan mescit haline getirilmişti. Zamanla harap olduğundan onu tamir ettirip üzerine yüksek bir kubbe bina ettirdi. Şimdi de, her cuma günü ikindi zamanına kadar ve salı geceleri sabaha kadar dervişler ve fakirler orada toplanıp zikrederler.Yine Mekke ve Medine’de zengin birer imaret yaptırdı. Mekke ve Medine fukaraları her gün buralarda yedirilip içirilirler. Edirne şehrine de Kevser suyu gibi sular getirip birçok çeşmeler yaptırmıştır ki bunlardan fukara halk yeniden can bulmaktan ve ölçüsüz sevinç duymaktan geri kalmaz.
Mustafapaşa Köprüsü kasabasında da mübarek bir cami, güzel bir imaret ve büyük bir han yapılmıştır ki bunlar da yine rahmetli Haseki Sultan’ın hayır işlerindendir.İstanbul Kariye’de medrese ve Ayasofya ve Sultanahmet Camileri arasında Hurrem Sultan Hamamı
Ve Kudüs-i Şerifte muazzam imareti…
İşte o imaretin vakfiyesinde geçen muhteşem talimatları:
“Ve dahi şöyle şart eylediler ki zikr olan et’imeden hücerât-i merkûmede mücavir olan sülehânın her birine her nöbetde bir kepçe aş ve bir fodula ve cum’a gecesinde bir kıt’a yahni bile verile; ve mescidi şerifin imamına ve evkaf kâtibine ve [bütün imaret görevlerine] her nöbetde bir kepçe aş ve iki fodula ve cum’a gecesinde bir kıt’a yahni verile ve dahi şöyle şart eylediler ki zikr olan me’kelde fukara ve mesâkîn ve zu’afâ ve muhtâcînden her nöbetde dört yüz nefer kimesneye her birine bir fodula ve her ikisine bir tas içinde bir kepçe aş ve cuma gecesinde bir kıta yahni bile verile; ve dahi şöyle şart eylediler ki zikr olan huddâmdan gayri bir ferde şefaat ve iltimas vasıtası ile ta’am ta’yîn olunub bakraçla hârica alub gitmeyeler şöyle ki bir tarîkle ta’am ta’yîn etdirüb hârice alub giderse haram ola.”
Hurrem Sultanın bıraktığı eserlerden istifade edenler keşke öncelikle, onun vakfiyesini okuyup anlayabilecek seviyede olsalardı.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"