Harem Ağaları

Köle tüccarlarının eline geçtiklerinde hadım edildiklerinden, dünyaları karardı. Sonra bir büyük cihan devletinin sarayında açtılar gözlerini. Ağalar Ocağında tam bir görev adamı olarak yetiştirildiler. Padişaha en yakın olmanın gururunu doyasıya yaşadılar. Osmanlı hareminin asırlarca bir sır olarak kalmasını sağlayanlar onlardı...

Onlar genellikle Habeşistan ve Orta Afri­ka'da  daha çocuk yaş­ta iken çe­şitli yollarla esir tüccar­ları tarafın­dan elde edilirlerdi. Ardından ve belki de ne olduğunu dahi anlama­dan bir operasyonla hadım edilirler­di. Ancak aşağılık insanlar elinde ya­şama ve üreme zevklerini körelten bir ameliyeden geçmenin, kendileri­ne ne gibi hür ikbal kapısı açtığını da elbetteki bilemezlerdi.

Nitekim hadım edilen bu çocuklar artık saraylara layık bir meta idiler. Saray ise onlar için hiç bir zaman basit ve silik insanların hizmet verdi­ği bir mekan olmadı.

Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ve Hindistan saraylarında bazıları idare­cilik, bazıları illerde valilik yaptılar. Bazılarıkumandan oldu. Seferlere katılarak orduları donanmaları sevk ve idare ettiler.

Osmanlı sarayına gelenler ise ağa namıyla anıldılar. En yüksek merte­be olan Dârüssaâde ağalığına varan­ların derecesi Sadrazam ve Şeyhülis­lamdan sonra gelirdi.

İşte Osmanlı sarayında hayat sü­ren zenci hadımların serüveni...

Hareme gelişleri ve yetişmeleri

Bilindiği üzere Osmanlı devletin­de saray Harem, Enderun ve Bîrun denilen üç ayrı teşkilâtla yönetiliyor­du. Harem ağaları ile Enderun teşki­lâtında Bâbüssaâde cemaatine men­sup ağalar tavâşî (hadım) idi. Ortaçağ'da Müslüman ve Türk devletle­rinde mevcut olan tavâşî veya hadım ağalar Çelebi Sultan Mehmed zama­nından itibaren Osmanlı sarayında da görevlendirildiler. Bunlar beyaz hadımlar (akağalar) ve zenci hadım­lar (karaağalar) olmak üzere iki ayrı sınıftı. Akağalar sarayın Enderun bölümünün başladığı yer olan ve Bâbüssaâde denilen kapısında gö­revli olduklarından kendilerine Bâ­büssaâde ağaları unvanı verilmişti. Amirleri olan Bâbüssaâde ağası, ay­nı zamanda bütün Enderun ve Ha­rem görevlilerinin amiriydi.

İslamiyet, insanları hadım etmeyi yasak ettiğinden, ilk zamanlarda, hele imparatorluğun genişlediği sıra­larda. İstanbul'a bol sayıda Macarlar'dan Almanlardan ve Slavlardan esir getiriliyordu. İlk akhadımlar bunlar arasından sağlanıyordu. Da­ha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler'den satın almak yoluyla sağ­landı. Son yüzyıllarda Kapı ağaları, görevlerini yanlarındaki akağalarla yaparlardı. Kapı ağası , Bâbüssaâde'nin sağ tarafındaki odada, aka­ğalar ise onun karşısındaki odada yatıp kalkarlardı.

Bâbüssaâdeyi bekleyen akağala­rın en önemli görevi, padişahın mabeyin daireleri ile harem dairesini korumaktı. Bunun için, ilgililerden başka hiç kimseyi Bâbüssaâde'den içeri sokmazlardı. Sarayın en iyi ko­runan kapısı burası idi. Kimi za­manlarda kapıyı koruyan ağaların sayısı 20-30’u bulurdu.

Kapı ağaları, padişahlarının savaş­ta ve barışta ve câmiye gidişlerinde yanında bulunurlar, göçlerde ve ava çıktığı zamanlarda saraydan ayrıl­mazlardı. Eğer bir dış göreve atanır­larsa vezirlik pâyesiyle Mısır valisi olurlardı. Kapı ağasından sonra, baş­ta haznedarbaşı olmak üzere, kilarcıbaşı, saray ağası, saray kethüdası ve baş kapı oğlanı gelirdi.

Kapı ağalanndan büyük devlet hizmetinde bulunan kimseler vardır. Bunlar arasında II. Murad zamanın­da Rumeli Beylerbeyi olan Hadım Şahabeddin Paşa. II. Bayezid zama­nında vezîr-i azam olan Hadım Ali Paşa, Yavuz'un sadrâzamı Hadım Si­nan Paşa, Kanunî 'nin sadrâzamı Ha­dım Süleyman Paşa, IV.Murad'ın sadrâzamı Gürcü Mehmed Paşa sa­yılabilir.

Asıl harem kısmında yani sarayın kadınlara ait bölümünde ise siyah hadımlar (karaağalar) kullanılmıştır. Bunlar başlangıçta Bâbüssaâde ağa­sının emri altındaydı. 1582'de Habeş Mehmed Ağa'nın kızlar ağalığı dö­neminde bu yetki zenci hadım ağa­larına geçti. Bundan sonra zenci ha­dım ağaları, haremin idaresini salta­natın kaldırılmasına kadar ellerinde tuttular. Kendilerine hareme Dârüssaâde denilmesi dolayısıyla Dârüssaâde ağası ve haremdeki kadınların amiri olmaları sebebiyle de kızlar ağası denilmiştir. Harem ağaları diye de meşhur olmuşlardır. Bu tarihten sonra akhadım ağaları ise sadece Bâbüssaâde'nin korunması ile meş­gul olmuştur.

Esir tüccarları Habeşistan ve Orta Afrika'ya kadar giderler, türlü yollar­la elde ettikleri zenci çocuklarını ha­dım ettirdikten sonra Mısır, İstanbul başta olmak üzere, öbür Akdeniz li­manlarında satarlardı.

Osmanlı harem teşkilatında kulla­nılmak üzere satın alınan zenci ha­dımlardan zamanla bir ocak kuruldu ve buna ağalar ocağı adı verildi.

Ağalar ocağına alınan zenci ço­cukları, kendilerinden daha büyük zenci hadım ağalarınca yetiştirilirdi.

Bunlara Türkçe öğretilir daha ziyade çiçek isimli adlar verilirdi. Sarayın ve haremin âdabı hem nazarî ve hem de amelî olarak öğretilirdi. Tıpkı En­derun okulunda olduğu gibi, ağalar ocağında da, hadımların sıkı bir di­siplin içinde yetiştirilmelerine çok dikkat edilirdi.

Belli bir yaşa kadar eğitilen hadımlar, bu süreyi doldurduktan son­ra haremde bulunan şehzadeler, kadınefendiler, sultanlar, ve valde sul­tanların hizmetine verilirler, burada bir çeşit staj görürlerdi. Bu ocaktan yetişenlere genellikle harem ağaları ismi verilirdi. Yine dışarda evli bulu­nan sultanların ve hanedan üyeleri­nin saraylarına da hadım ağaları bu ocaktan gönderilirdi.

Harem'e ilk giren zenci ağa en aşağı unvanı ile hizmete alınır, ocak defterine kaydedilir ve ortancalar içinde muteber bir lalaya el öptürülürdü. Bunlar nöbet kalfaları deni­len ağaların emirlerine uyar, harem kapılarını beklerlerdi. Bu sırada Dârüssaâde Ocağına ait usul ve kanu­nu öğrenip acemi ağalığa geçerlerdi. İçlerinden en kıdemlisi nöbet kalfa­sı olurdu. Acemi ağalar nöbet kalfa­sından sonra ortanca olurlardı. Or­tancalar kapı nöbetine nezaret ederlerdi. Ardından hâsıllı (hasırlı) olup onikinci hâsıllının en eskisi ter­fi ederek yayla başkapı gulâmı, son­ra Yenisaraya başkapı gulâmı ve da­ha sonra Eskisaray ağası olurdu. Es­ki Saray ağaları terfi ettirilip Dârüssaâde ağalığına getirilirdi. Normal yükselme bu şekilde olurdu.

Dârüssaâde ağalığına ayrıca padi­şah lalalığı, musâhib-i şehriyâri ve hazînedâr-ı şehriyârîlik görevlerin­den bulunanlar da tayin edilebiliyorlardı. Yine valide sultan başağaları Dârüssaâde ağası olabiliyordu. Dâ­rüssaâde ağalığına tayin edilen şah­sa padişah huzurunda samur kürk giydirilir ve ağalığını ilân için hatt-ı hümayun gönderilirdi. Bu hatt-ı hü­mayunlar bir nevi görev yönetmeliği niteliğindeydi.

Görevleri

Dârüssaâde ağaları görevleri gere­ği padişahlara ve padişah ailelerine olan yakınlıkları sebebiyle önce sa­rayda, sonra da özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda devlet yönetimin­de etkili olmuşlardır.

Dârüssaâde ağalarının görevleri arasında Haremeyn evkafı nazırlığı önemli yer tutuyordu. l668'de Dâ­rüssaâde ağası nezaretinde 313 vakıf vardı. Bu vakıfların 112'si İstan­bul'da, otuz yedisi Rumeli'de 164'ü Anadolu'daydı. Nezaretinde bulu­nan vakıflardan Dârüssaâde ağasının nezaret hakkı olarak belirli gelirleri vardı.

Asli görevleri Haremin idaresi olan Dârüssaâde ağalarına başka önemli görevler ve işler de verilirdi. Padişahlar her hangi bir konudaki emirlerini Dârüssaâde ağalarına Hatt-ı hümayunlarıyla bildirirler on­lar da günün hangi saati olursa ol­sun meselelerini padişaha arz edebilirlerdi. Valide sultanla konuşabilirler padişah ve devlet ileri gelenleri ara­sındaki yazışmayı ve protokolü sağlarlardı.

Valide sultanlar tarafından şer'i meselelerde vekil bırakılabilen Dâ­rüssaâde ağaları zaman zaman sefer­lerde rikâb-ı hümâyun görevlerinde bulunurlar, ayrıca valide sultanların ve küçük sultanların has ve mukâtaalarına da bakarlardı.

Saray tarafından yaptırılan camile­rin inşaat ve tamirat masraflarını Dâ­rüssaâde ağası görürdü. Nitekim Sul­tan Ahmed Camii Dârüssaâde ağası Mustafa Ağanın nezaretinde yapıl­mıştır.

Dârüssaâde ağası ayrıca çeşitli si­parişler için kuyumcu, bezirgan, kürkçü, terzi vb. esnafla görüşür, numune görür, eşya satın alır ve ya­pılan hesapları gözden geçirirdi. Her çarşamba günü de nezaretleri altın­daki vakıfların islerini denetlemek üzere Orta Kapı dışında Has Ahur Kapısı tarafında bulunan Dârüssa­âde ağası yazıcısı odasında divan akdederlerdi.

Ayrıca her yıl receb ayının on ikin­ci günü tertiplenen ve surre gönde­rilmesiyle ilgili olarak sarayda yapı­lan merasim Dârüssaâde ağası baş­kanlığında gerçekleşirdi.

Dârüssaâde ağaları padişahların ölümleri sırasında yanlarında bulun­muşlardır. Ölüm halinde durumu sadrazama bildiren de genellikle Dârüssaâde ağaları olmuştur. Yine tahta çıkacak olan şehzadeyi silâhdar ağa ile birlikte Bâbüssaâde'de kurulan tahta oturtma ve ilân tören­lerinin düzenlenmesini sağlarlardı.

Bunun yanı sıra bayram ve kılıç ala­yı törenlerinde de bulunurdu. Valide sultanların Eski Saraydan Yeni Sa­ray'a nakillerinde Dârüsaâde ağası ve maiyeti görevliydi.

Yeni bir şehzade ve hanım sultanın do­ğumu önce Dârüssaâde ağasına haber verilirdi. Valide sultan ve sadrazamın be­şik alayı ile gelen beşikleri ve nişan alayı ile gelen nişan takınıları Harem'in Araba­lar kapısında Dârüssaâde ağasına teslim edilirdi.

Hanım sultanların nikâhlarında ve­kili Dârüssaâde ağası olurdu. Nikâh Dârüssaâde ağasının odasında kıyılır ve düğün törenleri onun tarafından idare edilirdi. Harem ağaları ve bal­tacılarla birlikte gelin alayında hazır bulunan Dârüssaâde ağası, şehzadelerin ilk derse başlayacakları zaman yapılan merasime de katılırdı.

Padişaha yakınlıkları ve derecele­rinin üstünlükleri sebebiyle Dârüssa­âde ağaları içinde zaman zaman gö­revini kötüye kullananlar, suistimallere karışanlar ve rüşvet alanlar ol­muştur. Bu gibiler suçları ortaya çık­tığında şiddetle cezalandırılmışlardır.

Dârüssaâde ağalığının belirli bir müddeti yoktu. Nitekim Hacı Beşir Ağa III. Ahmed ve I. Mahmud za­manlarında yirmidokuz yıl bu görev­de kalmıştır. Habeş Mehmed Ağa'nın 17, İdris ve Yusuf ağaların 16'şar yıl görevde kalmalarına karşı­lık İshak Ağa üç ay, Musahip Meh­med Ağa ise ancak birkaç gün ha­rem ağalığı yapabilmiştir.

Dârüssaâde ağalarının azilleri ya Cuma günü padişahın namaza gitti­ği camide veya eğlenmek için gittikleri bir köşkte ani olarak yapılırdı. Surre alayları sırasında azledilenler de olmuştur.

Azledilen ağalar genellikle Mısır'a gönderilirlerdi. Bunun yanısıra bazı­ları Hicaz, Gelibolu, Kıbrıs, Limni ve Şam'a da sürülmüşlerdir. Bütün bun­ların yanı sıra emekli olunca kendi rızası ile sürekli haremde Karaağalar dairesindeki odada ömürlerini sür­dürenler de görülmüştür. Emekli Karaağanın odası Karaağalar dairesinin üst katındaydı. İçlerinden Moralı Beşir Ağa ve Mercan Ağa gibi siyasi nüfuzu kendi menfaatleri için kulla­nanlar ve suiistimallere karışanlar idam edilmişlerdir.

Üsküdar'da Seyyid Ahmed deresi civarında Pilavcı Bayırı caddesinde harem ağalarına ait bir kabristanlık bulunuyor ve vefat edenler burada defnediliyordu. Ancak İstanbul'un başka yerlerinde defnedilenler de olmuştur. Nitekim 1792'de vefat eden Bilal Ağa Eyüb Sultanda gö­mülmüştür.

Hayır hizmetleri

Harem ağalarının uhdelerinde haslar, mukataalar bulunduğundan bir kısmı, özellikle uzun müddet gö­rev yapanları bir hayli zenginleşmiş­tir. Bunlar cami, mescid, medrese ve mektep gibi çok sayıda hayır mües­seseleri yaparak isimlerini ebedileştirmişlerdir.

Bunlardan IV. Mehmed'in kızlar ağası Abbas Ağa Beşiktaş'ta ve Mol­la Gürani yolunda birer cami, Laleli'de hamam, Demirkapı'da sebil yaptırmıştır. İstanbul'da Çarşamba pazarında bir cami yaptıran Habeş Mehmed Ağa ayrıca Tuna kıyısında­ki İsmail geçidini onararak kasaba haline getirmiştir.

III. Ahmed ve I. Mahmud zaman­larında toplam 29 yıl ağalık görevin­de bulunan meşhur Hacı Beşir Ağa ise ilim ve maarif ehlini himaye et­mesinin yanısıra pek çok hayır eseri de yaptırmıştır. Bunların başlıcaları Babıâli'de cami, sıbyan mektebi, medrese, kütüphane, tekke ve sebil­den meydana gelen bir külliye; Eyüp'te bir darülhadis, kütüphane ve çeşme; Topkapı Sarayı içinde bir mescid; İstanbul'un çeşitli yerlerinde çeşmeler; Medine'de bir medrese ve kütüphane; Kahire'de bir sebil ve mektep; Ziştovi'de bir medrese ve kütüphanedir. Ayrıca Bağdat'ta İmam-ı Azam Camii Kütüphanesine de bir miktar kitap vakfetmiştir.

Yine büyük bir servet sahibi oldu­ğu anlaşılan Moralı Beşir Ağa da İs­tanbul'un bazı camilerini tamir etti­rip ibadete açtırmış ve şehrin bir çok yerinde çeşmeler yaptırmıştır. Onun ilim adamlarını himaye ettiği de adı­na yazılan pek çok eserden anlaşıl­maktadır.

Ben hayatta oldukça...

Harem ağalarının en ünlülerinden olan Hacı Beşir Ağa muhtemelen XVII. yüzyıl ortalarında doğmuştur. Küçük yaşta zenci köle olarak İstanbul'a getirilmiş ve Kızlar ağası Yapraksız Ali Ağa'nın yanında yetişmiştir.Zamanla padişah musahipliğine yükselen Beşir Ağa 1705'te saray hazine­darı oldu.Daha sonra Hicaz'da Şeyhülharemlik makamına tayin edildi.. 1717'de İs­tanbul'a getirilerek Dârüssaâde ağası oldu.

Hacı Beşir Ağa, I. Mahmud Han'ın kendisine sorduğu bazı şeylere isabetli mütala­alar getirdiğinden dolayı padişahın itimadını kazanmıştı. Bilhassa İran meselesinde adeta bir hükümdarmış gibi hareket etmiştir.

Nadir Şah'la yapılan sulh görüşmelerinde Reisülküttab Ragıb Efendi ( meşhur Ko­ca Ragıb Paşa ) İran elçisiyle mükalemeye memur edilmişti. Nadir Şah, Osmanlıların Caferi mezhebini beşinci mezheb olarak tanımasında ısrar etmekteydi. Bizim ulema­nın tereddüt ve muhalefeti sırasında Ragıb Efendi:

Mezheb-i hak dörttür, lakin padişahımızın hükmü cari olan kazalarda padişahın Hanefi mezhebinde olmasına binaen dört mezhebten olanların davasını Hanefi mezhebi üzere ictihad ederler ve hüküm verirler, Caferi mezhebi dahi tasdik olun­sa yine memleket-i Osmaniyyede hanefi mezhebi cari olur. Bu tasdik lafzı murat bir şeydir; bunun için otuz seneden beri Anadolu harab ve nice yüzbin nüfus telef ve hazine boş kalıyor. Bundan başka devletin Moskov ve Nemçe gibi düşmanları zuhur etti ve şimdi ( 1155 senesi) kuru bir kelam için böyle zarurette şer'in müsaadesi var­dır, umumi zarardan hususi zarar evladır, demişti.

Ragıb Efendi'nin bu sözünü duyan Hacı Beşir Ağa ona ;

Bir daha bu kelamı lisana alma, mademki ben hayattayım, mezheb-i erbeaya mezheb-i batılı, beşinci olarak koydurmam sözleriyle nüfuzunu göstermişti.

Haremdeki ikamet yerleri

Topkapı Sarayı harem dairesinde Dârüssaâde ağaları ve Harem ağala­rının görevli oldukları ve ikamet et­tikleri yerleri vardı.

Bu kısım kubbealtı ile zülüflü bal­tacılar koğuşu arasındaki Araba Kapısı'ndan içeri girilince asıl harem kapısına kadar devam eden üç bö­lümden ibaret antre niteliğindeki yerdir.

Araba Kapısından girildiğinde ilk bölüm kare biçimli bir yer olup üze­ri kubbe ile örtülüdür. Dört tarafında bulunan dolaplar sebebiyle buraya Dolaplı kubbe denmiştir. Dolapla­rında murassa eşya, mücevherat, pa­ra, surre merasiminde kullanılan eş­ya ve Dârüssaâde Ağası nezaretindeki Haremeyn evkafına ait vakıf ka­yıtları saklanırdı.

Dolaplı kubbeden bir kapı ile ge­çilen Şadırvanlı sofanın solunda Ka­raağalar Mescidi yer alır. Mescid, Şa­dırvanlı sofaya tonozlu bir koridorla bağlı iken karşı köşesinden harema­ğaları taşlığıyla doğrudan irtibatlıdır. Gezinti yerindeki kapının iç tarafında mermer üzerine kazılı olarak, Şe­faat yâ Resûlallah yâ Habîballah  ya­zısı, karşı kapı üzerinde ise Ya Rabbi bizi ateşten (cehennemden) koru ve Cennetine dahil eyle manasında dua kitabesi vardır.

Mihrabın üzerinde ve dinarların tavana yakın yerlerinde girift ve gü­zel yazı ile çeşitli ayet-i kerimeler yer almaktadır. Binanın arkasında Karaağalar/Harem ağaları hamamı vardır.

Şadırvanlı sofadan asıl harem ka­pısına ulaşan uzun taşlığa yolun so­nunda yer alan Karaağalar koğuşu nedeniyle de revaklı yol denmiştir.

Haremin ilk taşlığı olan bu avluya Haremağalarının yaşadığı bir çok mekan açılır. 1665 yangınından sonra yenilenen bu mekanlar arasında Haremağaları koğuşu. Dârüssaâde ağası Dairesi, Şehzadeler Mektebi, Muhasipler, Cüceler, Hazinedar Da­iresi ve Karaağalar Nöbet yeri yer almaktadır.

Karaağalar Koğuşu, Karaağalar taşlığının solunda, mescid ile Şehza­deler Mektebi arasındadır. Buraya taşlığa bakan yoldan girilir. Koğuşa girilen yerdeki mermer kitabede: Devletin bu başşehrine bizim zama­nımızda (1079-1668) vbizden sonra gelip padişaha hizmetle şeref bulan kardeşlerimiz bilesiniz ki eski ve yeni, küçük ve büyük aramızdan bir ağa kardeşimiz azad oldukta Al­lah rızası için üçer aylık ulufemizi o yoldaşımıza vermek uygun görül­dü... Bizden sonra gelen ağa kar­deşlerimiz de karşı gelmeyip konula­nın aksine hareket etmeyeler,  yazılı­dır.

Karaağalar koğuşu uzun bir kori­dorun iki tarafında üçer kat boyun­ca sıralanan odalardan oluşur. Kori­dorun sonunda dışı çini ile kaplı süslü bir ocak yer almaktadır. Bu nedenle buraya Ocak Başı denilirdi. Koğuşun zemin katında Dârüssaâde ağasından sonra gelen ve Karaağaların başı olan Baş Kapı Gulâmı otu­rurdu. Kapısı üzerinde Bütün mü­minler kardeştir... ayet-i kerimesi yazılıdır. Bu kapının yanında bulu­nan sedire tahta başı denilir. Baş Kapı Gulâmı buraya oturarak maiye­tine emirler verirdi. Bu sedire ondan başkasının oturması yasaktı.

Zemin kat on odadan ibaretti. Sol da bulunan beşi Baş Kapı Gulâmının selamlık, yatak ve misafir odala­rıdır. Bunların dördünün kapı, pen­cere ve duvarlardan başka yerleri eşsiz çinilerle süslüdür. Soldaki beş odadan ocağa bitişik olanı Baş Kapı Gulâmının yemek ve kiler odaları olarak kullanılmış, diğerleri ise deği­şik hizmetlere ayrılmıştır. Yemek odasındaki çeşmenin sanatlı taşı üzerine Ve sahaküm Rabbiküm şürben tahûra ayet-i kerimesi yazılıdır.

Koğuşun birinci katında Karaağa­lar, ikinci katında Has Odalılar (or­tancalar), padişahın saray hizmeti görevlileri, üçüncü katında ise ace­miler otururdu. Üst katlar zemin ka­tından daha büyük olup daha çok odalara sahipti. Ancak bu odalarda çini ve benzeri süslemeler yoktur. Karaağalar Koğuşunun Dârüssaâde Ağası Dairesine bitişen bölümü ge­niş bir hela mekanı olarak düzenlen­miştir. Haremağaları Büyük Biniş Rampası kenarındaki hamamda yı­kanırlardı.

Dârüssaâde Ağası Dairesi, Kara­ağalar Taşlığının sonunda ve solda yer alır. Karaağalar Koğuşunun sa­ğındadır. İki katlı bir dairedir. Alt ka­tı Dârüssaâde ağasının dairesi üst katı ise Şehzadeler Mektebi olarak hizmet vermekteydi.

Dârüssaâde Ağası Dairesi bir baş oda, servis odaları, kahve ocağı ve hamamdan ibarettir. Baş oda ahşap bir kubbe ile örtülüdür. Duvarları İz­nik ve Kütahya işi çinilerle kaplıdır.

1665 harem yangınından sonra Başoda'ya bağlanan karanlık yatak odası da çinili ve ocaklıdır. Bu dairenin sonundan duvarları renkli çi­nilerle süslü bir merdivenle Şehza­deler Mektebine çıkılırdı.

Harem-i Hümayun Kapısı, Karaağalar taşlığının bittiği yerde Cümle kapısı denilen ve Harem bölümünü Harem Ağaları bölümünden ayıran kapı gelmektedir. Bu kapı Haremin üç ana bölümünün bağlandığı Nö­bet yerine açılır. Kubbeli ve kemerli açık bir sahanlık olarak geçiş yeri halindeki kapıya mermerden, girift rumi desenli müşebbek taçlı bir sembolik boş kemerle girilir. Bu ke­mer üzerinde: Ey iman edenler! Evleriniz dışındaki evlere izin isteme­den ve orada sakin olanlara selam vermeden girmeyiniz, mealindeki ayet yer almaktadır.

Nöbet yerinin yan duvarı Ha­remdeki ünlü servili çini panoyla kaplıdır. Haremdeki hadım görevli­ler ancak nöbet yeri tabir edilen bu küçük odaya kadar girebilirlerdi. Burada nöbet tutan görevlilerin du­varda asılı duran davulları vardı. Ra­mazanda harem sakinlerini buradan sahura kaldırırlardı. Yine duvarların alt kısımlarında yiyecek ve içecekle­rin bırakılacağı taştan dolaplar gö­rülmektedir. Görevliler dışarıdan ge­tirdikleri yiyecek ve içecekleri ancak buraya kadar getirmekte ve daha içeriye girememekte idiler.

Nöbetçilerin de gözlendiği yer

Nöbet yerinin solundaki kapı ise Cariye koridoru ile Cariye ve Kadıefendiler taşlığına, ortadaki kapı Va­lide Taşlığına sağdaki kapı Altın Yol ile Padişah Dairesine bağlanır. Giriş, taşlıktaki Nöbet binasına bağlanan kemerli bir asma kat vasıtasıyla özel­likle geceleri kontrol altında tutulur­du. Asma kata bugün bile Kuşhane girişi tarafındaki duvarın içinde bu­lunan, taş, bir gizli merdiven ile çıkılabilir. Bu merdivenin karşısında Ha­zinedar ağa yatak odasına çıkan bir taş merdiven daha vardır. Bunlar ha­rem girişinin çok sıkı denetlendiği­nin işaretidir. Nöbetçi karaağa, hare­mi bekliyor ancak nöbetçiyi de as­ma katta bulunan Hazinedar ağa gö­zetleyebiliyor.

Görüldüğü gibi padişahın hususi evi konumundaki harem son derece ciddi ve mükemmel bir tarzda ko­runmuştur. Bugün harem bölümleri­ni gezenler fiziki yapıyı gördüklerin­de bu durumu daha iyi anlamakta­dırlar.

Haremi korumakla görevli ağalar dahi asıl hareme ancak padişahın iz­ni ile girebilirlerdi. IV. Mehmed'in küçük yaşta tahta geçtiği yıllarda Kösem Sultan’ın ağalara hitaben bir emir namesi şu şekildedir ;

Ba'del yevm kendi halinizde olasız. Harem işlerine ve taşra umuru­na karışmayasız. Cümleniz azadsız kölesiz. Harem kapısı önünde otur­maktan gayrı işiniz yoktur. Size ta­yin olunan harem kapısı önünde olan odalardır. Eğer harem kapısın­dan içeri izinsiz bir adım girdiğiniz veya yazı gönderdiğiniz işitilir ise hiç aman verilmeden katl olunursu­nuz. Şayet mühim bir iş olup tarafı­mıza bildirmek icap ederse bir tezki­re ile kethüda kadına ifade edersiz. Ol dahi bize ifade eder.

Osmanlılarda iç oğlanlarının bu­lunduğu enderun kısmı ve asıl ha­rem-i hümayundaki cariyeler nasıl sistemli bir eğilimden geçirilirse ağa­lar da küçük yaştan itibaren aynı şe­kilde mükemmel bir edep ve terbiye ile eğitilirlerdi. Görevlerini ve iba­detlerini en iyi bir şekilde yapmak­tan ve padişaha itaatten başka bir şey düşünmezlerdi.

Buna rağmen özellikle Batı ve Çin saraylarında görevli hadımlar arasın­da yaşanan ahlaksızlıklardan yola çı­kılarak Osmanlı sarayında da hadım harem ağaları arasında ahlaksızlık olabileceği bazı yazarlarca ısrarla vurgulanmıştır. Ancak buna dair cid­di bir belge veya bilgi ortaya konu­lamamıştır. Nitekim ortaya belge ve bilgi denilerek konulanlar da Penzer ve Burton gibi batılı yazarların hayal mahsulü ürünlerinden başka bir şey değildir.

Penzer The Harem isimli eserinde Valde sultan kethüda ve hazinedar ustadan kısaca bahsedip diğerlerinin ise sadece ismini zikrettikten sonra sıra kadın efendiler, ikballer, odalık­lar ve cariyelere gelince sanki orada imiş gibi döktürmeye başlamıştır. Bildiği bütün ahlaksız hikayelerini Osmanlı haremine uygulayan bu hayalperest yazarın padişahların cin­si münasebetleri hakkında bahset­tikleri, cariyeleri toptan öldürmek gibi sadistçe senaryoları okuyanların akıl sınırlarını da zorlamaktadır.

Harem ağaları hakkında aleyhte bilgiler veren bir yazar da Topkapı Sarayında 18 yıl teberdarlık görevin­de bulunmuş Derviş Abdullah'tır. Ancak onun eserini okuyanlar ağalar hakkındaki ağır ve galiz ifadelerini görünce ve hayat hikaye­sine de vakıf olunca arzusuna erişememiş, menfaatleri zarar gör­müş bir kişinin psikolojisi ile yaz­dığını kolayca çıkarırlar. Bu bakım­dan eserde önemli bilgiler olsa da ağaların şahsiyeti ile ilgili yazılanlar, hissi ve tarafgir bir şekilde kaleme alındığından ilmîlikten uzaktır.!

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil