Yunanistan’ın Ege'deki karasuları hakkını 12 mile çıkaracağını ifade etmesi Türkiye ile arasındaki ilişkileri gerginleştirdi ve iki devleti bir sıcak harbin eşiğine getirdi. Aslında bu olay ilk kez gerçekleşiyor değil. Gazete koleksiyonları incelenirse, neredeyse her yıl benzer bir olayın senaryolandığı görülecektir. Yunanistan, Türkiye'nin güçsüz, bir ânını yakalama tavrı içerisinde, bu meseleyi artık bir alışkanlık haline getirmiştir.
İki devlet arasında sadece 12 mil meselesi mi vardır? Tabiî ki hayır... Yunanistan'ın, Türkiye'yi parçalamaya yönelik her türlü bölücü örgüt faaliyetini desteklemesinden tutun, turizmini baltalamaya kadar varan teşebbüsleri bütün hızıyla sürmektedir. Kısacası üstü kapalı, soğuk ve amansız bir mücadele alabildiğine yürümektedir.
Tıpkı, tarihte Osmanlı Devleti ile İran-Safevileri arasında görüldüğü gibi... Nitekim, bu iki devlet de sıcak savaş içerisinde bulunulmadığı devirlerde, soğuk harbi veya rakibi moralman çökertme metodlarını her zaman devam ettirmişlerdir.
Harca katılan mücevherat
Osmanlı Devleti tahtında, "Kanuni” ve “Muhteşem” lakaplarıyla anılan Süleyman Han vardır. Padişah, mimarbaşısı olup bugün dünyanın en yük mimarları arasında gösterilen Sinan'dan, namına yakışır bir cami yapmasını ister. Mimar Sinan, peteğe bal ören arı gibi, büyük bir sabırla ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar inceleyip, kıyamete kadar ayakta duracak bir yapıyı gerçekleştirmek üzere, can ve başla çalışmaya koyulur. Böylesine titizlikle devam eden mâbed inşaatının uzun süreceği kesindir. Nitekim, sadece temeli atıldıktan sonra yerine oturması için iki yıla yakın beklenilmiştir. Sinan'ın düşüncesinden habersiz İran Şahı, fırsatı kaçırmak istemez. Bir sandık mücevheratı Kanuni’ye gönderir. Namesinde istihza da sezilmekledir
“Duydum ki başlattığın camii bitiremiyormuşsun. Tamamlanabilmesi için katkıda bulunmak isledim."
Aslında camiin gecikmesi, Kanuni’nin de canını sıkmıyor değildi. İran Şah'ının bu hareketi yaraya tuz-biber oldu. Sinan’ı çağırtarak, sebep olduğu olayın nerelere vardığını göstermek için mücevherleri ona teslim etti.
Eserlerindeki bazı teknik özelliklerini henüz bilim adamlarının çözemediği Koca Mimar ne mi yaptı?.. Sandık dolu mücevheratı getirtti. Elçilerin gözleri önünde taş havanlarda dövdürdü ve önündeki harcın içine attırdı.
“Kendi fukarasına tasadduk ede…”
Buyurun, çarpıcı bir olay daha:
İran'dan İstanbul'un fakir fukarasına dağıtılmak üzere yüklüce bir miktar para gönderilmek isteniyor. Bunun Üzerine 17 Şevval 975 (16 Nisan 1568) tarihinde Divan-ı Hümayun'dan şu hüküm çıkıyor:
“Piyale Paşa’ya hüküm ki!
Şarkdan gelen elçi, Şah tarafından İstanbul fukarasına para tasadduk etmesi için izin talep etmektedir. Ehl-i Sünnet fukarasının o taraftan verilecek sadakaya meyletmeyecekleri meydandadır.
Buyurdum ki:
Şayet akçaları varsa kendi memleketleri fukarasına tevzi’ ve tasadduk eyleyeler. Emr-i Şerife muhalif iş ettirmeyip hususa mukayyet olasınız."
Tarihten bu misalleri neden seçip verdiğimiz herhalde anlatılmıştır.
Eskiden düşmanın yardımına bu milletin fukarası dahi dönüp bakmaz iken, şimdi neredeyse Türkiye'yi Bizans ülkesi ilân edecek Yunanistan'dan Ayasofya'yı tamir için gelen 3 milyar liracık yardım hararetle kapılmaktadır.
Akıl ve insaf sahiplerine arz olunur..
Seydi Ali Reis de, çağlar öncesinden yoksa bize mi sesleniyor.
Rağbet eder mi âşık olanlar bu hâneye
Sayd olma dâma ey gönül aldanma daneye.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil
Kaynaklar:
Mühimme defteri 7, sh. 448 hk. 1292
Mustafa Sai, Tezkiretü'l-Ebniye
Prof. Dr. Asım Yıldız,"Mimar Sinan'ın Bilime Katkıları", İnsan ve Kainat, sy 16, s.18-21
Not: Bu makale Tarih ve Medeniyet Dergisi 1994, Sayı 9, sayfa 21 de yayınlanmıştır.
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"