Abdülhâlık Goncdüvânî'den İmam-ı Buhariye; Seyyid Emir Külâl'dan Hacegi Muhammed Emkenegi'ye Özbekistan evliyaları...
"Eğer bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat ehl-i sünnet itikadını kalbimize yerleştirmeseler halimi harap, istikbalimi karanlık bilirim. Şayet bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi ehl-i sünnet itikadı ile süsleseler hiç üzülmem"
Ubeydullah-ı Ahrar
Özbekistan; Buhara, Semerkand, Taşkent, Fergana, Tirmiz ve Urgenç gibi alim ve velileri ile meşhur olmuş ilim merkezlerini bünyesinde bulundurmaktadır. Bu bölgeye İslâm ordulan ilk defa Hazret-i Muaviye devrinde Ubeydullah bin Ziyad komutasında geldiler. Daha sonra Kuteybe bin Müslim ve Said bin Osman bin Affan komutasında gelen İslâm ordulan Buhara ve çevresini alarak İslâmiyet'i bu bölgede yaydılar. Özellikle Kuteybe bin Müslim, Buhara'yı fethettikten sonra, İslâmiyet'in yayılması için geceli gündüzlü çalıştı. Buhara'nın bir çok yerine mescidler yaptırdı. 712 senesinde kale içinde bulunan puthanenin yerine büyük bir cami inşaa ettirdi. Mescidlerde. mekteplerde din ve fen ilimleri okutulmaya başlandı ki, bu suretle yetişen alimler buradaki eğitimin yüksekliğine işarettir. Ne var ki biz burada onların en büyüklerini zikretmekle yetineceğiz.
Hadislerin dayanağı
Özbekistan'daki alimlerin ve velilerin en büyüklerinden biri İmam-ı Buharı hazretleridir. 810 (h. 194) senesinde Buhara'da doğdu ve Buhârî nisbesiyle şöhret buldu. Hadis-i şerif ilminde en yüksek dereceye yükseldi. Kur'an-ı kerimden sonra İslâm dininin en kıymetli kitabı olan Buhârî-yi Şerif adıyla meşhur hadis kitabını yazdı. Hadis ilminde çok yüksek bir dereceye yükselen Buhârî, üç yüz binden fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte ezberledi. Bu sebeple kendisine hadis imamı adı verildi ve İmâm-ı Buhârî namıyla meşhur oldu.
İmâm-ı Buharî'den hadis-i şerif işitip rivayet edenlerin sayısı doksan binden fazladır. Gittiği yerlerde, etrafı hadis-i şerif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşardı. Nişabur'a gittiğinde kendisini dört bin kişi karşılamıştı. O. alimler arasında; Müslümanlar'ın imamı, hadislerin dayanağı, dinin koruyucusu gibi lakaplarla anılırdı.
İbni Huzeyme onun hakkında; "Bu gök kubbenin altında Resulullah Efendimiz'in hadis-i şeriflerini İmâm-ı Buhârî'den daha iyi bilen ve daha fazla ezberleyen bir kimseye rastlamadım" demiştir.
İbrahim Devraki ise onun hakkında şöyle söylemektedir:
"Aralarında bulunduğun müddetçe
Müslümanlar hayır içerisindedir.
Sen kaybedildiğin zaman
Artık dünyada hayır yoktur."
İmâm-ı Buhârî 870 (h. 256) senesi Ramazan Bayramı gecesi Semerkand'ın bir kasabası olan Hartenk'de vefat etti. Cenaze namazı bayram namazından sonra kılınıp defnedildi.
Evliyanın büyüklerinden, silsile-i aliyye denilen büyük alim ve velilerin sekizincisi olan Yusuf-ı Hemedani hazretleri yetiştirdiği iki mühim talebesi ile Türk ülkelerinin bir veliler ordusuna dönmesini sağladı. Bunlardan bir tanesi Ahmed-i Yesevî diğeri ise Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleridir. Ahmed Yesevi Türkistan tarafına göç edip, insanları irşad ederek büyük hizmetler yaparken Abdülhâlık Goncdüvânî ise Buhara, Semerkand ve çevresinde insanlara doğru yolu gösterdi.
Nur çeşmesinin başı
Abdülhâlık Goncdüvânî fen ve din ilimlerinde çok yüksekti. Hızır "aleyhisselam" ile görüşüp sohbet ederlerdi. İnci gibi düsturlarından bir kısmı şu şekildedir:
"Yavrucuğum sana ilim tahsili ile edep öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük alimle rin izini bırakma. Resulullah Efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakiki uygulayıcısı olan eshabın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadis öğren. Cahil tarikatçılardan sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret afettir, tehlikelidir. Hemen her halinle insanlardan biri gibi yaşa. Bidat sahibi sapıklar ile ve dünyaya düşkün kimselerle arkadaşlık etme..."
Abdülhâlık Goncdüvânî 1180 (h. 575) yılında Goncdüvan'da vefat etti. O, vefatından evvel şöyle bir kıta söylemişti.
"Dosta mübarekim ve düşmana musibetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim
Nûr çeşmesinin bası Goncdüvan, menzilimizdir
Rum kapışma kadar iki ağızlı kılıç vururum."
Onun o gün için hiçbir mana verilemeyen bu sözlerinin sırrı vefatından 332 yıl sonra ortaya çıktı. Söyleki:
1512 (h. 918) yılında Eshâb-ı kiram düşmanı Safevîler yüz bin kişilik talimli asker ile Ceyhun nehrini geçerek Maveraünnehr vilâyetlerine hücum ettiler. Çok kan döküp büyük tahribat yaptılar. Oradan Buhara'ya yöneldiler. Pek çok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet alimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakaret ediyorlardı. Nihayet Goncdüvan kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Müslümanlar'ın ziyâretgahı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak ve yok etmekti. Tam şehre hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübarek bir zat elinde iki ağızlı kılıcı ile Safeviler'i işaret edip hücuma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.
Zaferden sonra binlerce kişi Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabrini ziyaret edip Cenâb-ı Hakk'a şükrettiler.
Şehitlerin efendisi
Özbekistan'da yetişen velilerin büyüklerinden biri de Necmeddin-i Kübra'dır. 1145 (h. 539) senesinde Harezm köylerinden Hayvek'te doğdu. Çocuk yaşta ilim tahsiline başladı. İskenderiye, İsfehan, Hamedan, Nişabur ve Mısır'ı gezerek pek çok alimden ilim tahsil etti. Fıkıh, tefsir ve hadis alimi oldu. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Bundan sonra memleketi Harezm'e gelerek insanları irşada başladı, îlim öğretmek yolunda çok gayretliydi. İstisnasız bütün insanlara yardım etmeye, faydalı olmaya gayret ederdi. Onun dergahı fakirlerin sığınağı idi. Büyüklüğü, üstünlüğü herkes tarafından bilinir, kendisine hürmet edilirdi. Necmeddin-i Kübra, bir taraftan çok kıymetli talebeler yetiştirirken, diğer taraftan da kendisinden sonra gelenlere faydalı olmak üzere eser ve risaleler kaleme aldı.
Bu sırada bölgede Moğollar'ın korkunç zulüm ve katliamları hüküm sürüyordu. Kısa bir süre sonra şimdiki Özbekistan toprakları da bu zulüm ateşinin içerisinde kaldı. Cengiz'in askerleri henüz Harezm'e gelmeden önce Necmeddin-i Kübra talebelerini toplayıp; "Hepiniz memleketlerinize gidiniz! Şark'dan fitne ateşi geliyor. Her tarafı yakacaktır. İslamiyet'te bu kadar büyük bir fitne görülmemiştir." dedi. Talebeleri: "Duâ buyursanız da bu bela Müslüman memleketlerinden uzaklaşsa" dediler "Bu kazâ-i mübremdir. Duâ bunu gideremez." buyurdu. Talebeleri Horasan'a gitti.
Moğollar Harezm'e girdiklerinde Necmeddin-i Kübra da sevenlerinin ve kalan talebelerinin başında cihada çıktı. Pek çok Moğol'u öldürdükten sonra şehid düştü. Şehid olduğunda bir kafirin saçını tutmuş idi. Şehadetinden sonra kimse saçı elinden alamadı. Sonunda mecbur kalıp saçı kestiler.
On üçüncü asır pek çok ülkede olduğu gibi Buhara, Semerkand, Taşkent ve çevresinde de Moğol zulmü altında geçti. Yetişen binlerce İslâm alimi şehid edildi. Yazılan kıymetli eserler yakıldı. Medreseler yıkıldı. Buhara ve Semerkand'dan kaçanlar Moğol ordusundan haber soranlara: "Moğollar yıktılar, yaktılar, öldürdüler ve gittiler" diyerek acı bir gerçeği ifade ediyorlardı.
Nur halkaları
Bütün bu acı gelişmelere rağmen Özbekistan bölgesinde ilmî faaliyetler ve çalışmalar durmadı. Buhara'ya 30 km uzaklıktaki Rivger köyünde dünyaya gelen Arif-i Rivegerî Abdülhâlık Goncdüvânî ile tanışıp, derslerinde bulunup kemale ermişti. Hocasının vefatından sonra insanlara Peygamber Efendimiz ve eshabının yolunu öğretme işine o memur oldu. Himmet, inayet ve gayretlerini Allahü teâlâ'yı arayanlara sarf eyledi. Uzun bir ömür süren Arif-i Rivegerî hazretleri 1315 (h. 715) senesinde Rivger'de vefat etti. Kabri oradadır.
Arif-i Rivegerî ile aynı dönemlerde yaşayan büyük bir veli de Mahmud-ı İncir Fagnevî hazretleridir. Buhara'nın Fagne köyünde doğan Mahmud-ı İncir Fagnevî, Arif-i Rivegerî'nin sohbetlerinde yetişti. İnsanları Hakk'a davet eden, doğru yolu gösterip, hakikî saadete kavuşmalarını sağlayan silsile-i aliyye denilen büyük alim ve velilerin onbirincisi oldu. Binlerce kimsenin dalaletten hidayete, doğru yola ve saadete kavuşmasını sağladı. O da hocası gibi aynı yıl (1315/715) vefat etti. Vefatından önce hilafeti Ali Râmitenî hazretlerine vermiş ve bütün talebelerini ona ısmarlayıp emanet etmişti.
Buhara yakınlarındaki Ramiten kasabasında doğan Ali Râmitenî, küçük yaşta ilim tahsiline başlamış, aklının çokluğu ve zekasının parlaklığı, kavrayış ve kabiliyetinin yüksekliği dolayısıyla kısa zamanda önemli mesafeler katetmişti. Zahirî ve batınî ilimleri tahsilden sonra hikmet ve marifet kaynağı Şeyh Mahmud-ı İncir Fagneviye talebe oldu. Ondan, manevî yönden çok üstün makamlar elde etti. Ardı arkası gelmeyen vilayet, evliyalık derecelerine kavuştu. Öyle ki şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi, hakka davet edenlerin büyüklerinden oldu. Silsile-i aliyyenin onikinci halkasını teşkil etti.
Altın halkanın on üçüncüsü ise Buhara ile Râmiten arasında yer alan Semmas köyünden çıktı. Hace Ali Râmîtenî hazretlerinin yetiştirdiği Muhammed Baba Semmasî hocasının vefatından sonra yerine geçti ve çok talebe yetiştirdi. İçlerinden bir kısmını tasavvufta yüksek makamlara kavuşturdu. Bu talebelerinin başında kendisinden sonra yerine geçen Seyyid Emir Külal hazretleri gelmektedir.
EMİR KÜLAL VE EMİR TİMUR
Buhara'nın Sühârî kasabasında doğan Seyyid Emir Külal hocası Muhammed Baba Semmasi'nîn vefatından sonra irşad makamına geçti. Onun binlerce talebesi arasında dünyanın en cihangir hakanından biri de bulunuyordu.
Emir Külal talabeleriyle Gülabad ile Fetihabad arasındaki yeşillik bir mevkide sohbet ederlerken yakınlarından geçmekte olan Timur Han onları gördü ve "Bunlar kimlerdir?" diye sordu. ''Emir Külal ve talebeleridir" dediler. Timur Han bu sözü duyar duymaz, kalkıp süratle yanlarına koştu. Huzuruna varıp, fevkalade bir edeple önünde durdu. Sonra şöyle dedi: "Ey dinin büyük alimi! Ey doğru yolun ve yakın yolunun kılavuzu! Burada bize de biraz sohbet ediniz ve nasihatte bulununuz" diye yalvardı. Emir Külal de:
"Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazifemiz değildir. Büyüklerin ruhaniyetinden bir işaret olmadıkça, bir şey söylemeyiz. Hiçbir zaman kendinden bir söz söyleme ve gafil olma. Görüyorum ki senin başına mühim bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın" buyurdu.
Emir Külal, sonra talebeleri ile yoluna devam edip zaviyesine geldi. Cemaatle birlikte yatsı namazını kıldı. Sonra bir müddet oturup büyüklerin ruhâniyetine teveccüh etti. Bir ara Şeyh Mansur adındaki talebesini yanına çağırdı ve: "Hiç durma süratle Emir Timur'a git. derhal Harezm tarafına harekete geçmesini söyle. Eğer oturuyorsa hemen kalksın, ayakta ise harekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velilerin ruhâniyetleri, onun ve oğlunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezm'i alınca Semerkand'a hareket etsin." diyerek Timur'a gönderdi.
Timur Han bu haberi alır almaz, hemen ordusunu harekete geçirdi. O, gideceği yolun yarısına vardığı sırada düşmanları Timur Han'ın bulunduğu yere hücum ettiler. Fakat çoktan yerini terketmişti. Timur Han Harezm'e yürüyüp orayı aldı. Sonra Semerkand'a yürüdü, orayı da fethetti. Böylece her gün yeni bir zafere ulaşıp hep muzaffer oldu ve işleri daima iyi gitti.
1370 (h. 772) senesinde Suhârî'de vefat eden Seyyid Emir Külal hazretlerinin yerine talebesinden Şâh-ı Nakşibend Behâeddin Buhârî hazretleri geçti. Buhara'ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Arifân'da 1318 (h. 718) yılında doğdu. Behâeddin Buhârî, islâm alimlerinin en meşhurlarından biridir. Tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok kimse ebedî saadete kavuşmuştur.
Zamanın kutbu
Behaeddin Buhari hazretleri 1389 (h. 791)'da yine Kasr-ı Arifan'da vefat etti. Kabri oradadır. Yerine geçen ve en büyük talebelerinden biri olan Alaeddin-i Attar, silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Behaeddin-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alaeddin-i Attar'a bırakıp "Alaeddin, bizim yükümüzü hafifletti" buyurmuştu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi kemal derecelerine çıkardı. Alaeddin-i Attar hazretleri dünyayı terketmek ve gönlü Rabb'ine bağlamak hususunda talebelerini çok ikaz ederlerdi.
Bunun çaresini şu şekilde gösterirlerdi: ''Kendisini dünyaya bağlayan şeylerin hangisinden istediği an vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mani olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa onun Hakk yoluna mani olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şah-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; 'Bu elbise falan kimsenindir' diyerek onu emanet gibi giyerlerdi."
Sultanların sultanı
Alaeddin Attar 1400 (h. 802) senesinde Buharanın Cağanyan nahiyesinde vefat etti. Ondan sonra Özbekistan'da yetişen en büyük veli Ubeydullah-ı Ahrar hazretleridir. 1403 (h. 806) senesinde Taşkent'te doğan Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri silsile-i aliyyenin on sekizincisidir. Büyük veli Yakub-ı Çerhi hazretlerinin sohbetleri ile kemale gelmiştir. Binlerce talebesi ve seveni vardı. Zamanının sultanları üzerinde de büyük bir tesire sahipti. Sultanlara sözü geçer, Müslümanlar'ın rahatı için onlara nasihat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: "Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz Müslümanlar'ı zalimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, padişahlar ile görüşmek ve onların gönlünü dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur." Türkistan beylerinden Mirza Ebû Said, Mirza Ömer ve Mirza Mahmud, Ubeydullah-ı Ahrar'ın bağlılarından idiler.
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri keşif ve kerametlerden söz açıldığında buyururdu ki: "Eğer bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat, ehl-i sünnet ve cemaat itikadını kalbimize yerleştirmeseler, halimi harap, istikbalimi karanlık bilirim. Şayet bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi ehl-i sünnet itikadı ile süsleseler hiç üzülmem."
Böylece O ehl-i sünnet itikadının önemini çok açık bir şekilde belirtiyordu.
Özbekistan'da son nûrlar
Ubeydullah-ı Ahrar'ın 1490 (h. 895) senesinde Semerkand'da vefatından sonra vazifesini on iki sene müddetle, onun kalplere şifa olan sohbetlerinde bulunup velilik derecesine yükselen Kadı Muhammed Zahid hazretleri aldı. Kadı Muhammed Semerkand'lı olup doğum tarihi bilinmemektedir. Kadı Muhammed Zahid'den sonra (vefatı 1530) yerini talebelerinden Derviş Muhammed hazretleri aldı. Ondan sonra (vefatı 1562) Buhara'nın Emkene şehrinde doğup yetişen Hacegî Muhammed Emkenegî hazretleri ehl-i sünnet yolunu yayma işine memur oldu. Yetiştirdiği velilerin en basta geleni, talebesi ve kendisinden sonra halifesi olan Muhammed Bâkibillah'tır. Muhammed Bâkibillah bir gece rüyasında Muhammed Emkenegî hazretlerini görmüş, hocası ona; "Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum" buyurmuştu. Bunun üzerine derhal huzuruna geldi. Hacegî hazretleri ona feyz verip yüksek faydalara kavuşturdu. Sonra Bâkibillah hazretlerine: Sizin işiniz, Allahü teâlâ'nın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleriyle tamam oldu. Tekrar Hindistan'a gitmemiz lazım. Çünkü bu silsile-i aliyyenin, orada sizin sayenizde parlıyacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifade edip, büyük işler yapacak kimseler gelecek" buyurdu.
Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî ile başlayan silsile-i aliyyenin Semerkand ve Buhara bölgesindeki halkası, Hacegî Muhammed Emkenegî hazretleri ile Hindistan'a kadar uzatılmış oluyordu. Özbekistan bölgesinde 1150'li yıllarda silsile-i aliyye büyüklerinin yetişmesi Hacegî Emkenegî hazretlerinin 1599'da vefatına kadar sürmüş. Maveraünnehr bölgesi binlerce alim ve evliya ile dolmuştur. Öyle ki buradan yayılan, ilim ve marifet ışıklan sebebiyle "Maveraünnehr Tur-ı Sina gibi oldu" denilmiştir. Dünyanın dört bir tarafına, burada yetişen veliler, ehl-i sünnet yolunu yaymışlardır. O büyüklerin eserlerinden ve ruhaniyetlerinden istifade ile bugün de evlatları aynı ideallerle yetişebilmeyi beklemektedirler.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Not: Bu makale Tarih ve Medeniyet Dergisi Sayı 42 Eylül 1997 Sayısında yayınlanmıştır.
Bu yolda ve bu uğurda beraber olmak dileğiyle…
"Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı"